POPULARITY
167. Bu mektûb, Herdîram-ı Hinde yazılmışdır. Allahü teâlâya ibâdet etmeği ve kendi yapdığı tanrılara tapınmakdan sakınmağı dilemekdedir: İki mektûbunuz geldi. İkisinde de, bu fakîrleri sevdiğiniz, bunlara sığındığınız yazılı idi. Bir kimseye bu devleti ihsân ederlerse ne büyük ni'met olur. Fârisî beyt tercemesi: Bildirmesi lâzım olanı söyledim sana! İster kıymetini bil, istersen darıl bana. İyi dinle ve iyi anla ki, bizim ve sizin ve hattâ herşeyin, yerlerin, göklerin, yüksekliklerin, alçaklıkların yaratanı, varlıkda durduranı birdir. Nasıl olduğu anlaşılamaz. Benzeri ve ortağı yokdur. Şekli ve görünüşü olmaz. Baba, çocuk değildir. Onun gibi, Ona benzer birşey düşünülemez. Onun birşey ile birleşmesi, bir şeyde bulunmasını düşünmek çok çirkin olur. Bir yerde bulunması, bir yerde görünmesi olamaz. Onda zemân yokdur. Zemânı O yaratmışdır. Bir yerde değildir. Heryeri O yaratmışdır. Hep var idi. Varlığının başlangıcı yokdur. Hep vardır. Varlığının sonu olmaz. Her iyilik ve yükseklik Onda vardır. Hiçbir kusûr ve aşağılık Onda olamaz. İşte bunun için, ma'bûd olmağa, tapınmağa hakkı olan yalnız Odur. Tapınmağa lâyık olan ancak Odur. Hindûların Râm ve Kerşen denilen putları, Onun yaratdığı şeylerden zevallı iki dânesidir. Her ikisinin de anası ve babası var idi. Râm, Ceretin oğlu ve Leknenin kardeşi idi. Sîtanın kocası idi. Râm, kendi çoluk çocuğunu koruyamamışdı. Başkalarını nasıl koruyabilir? İyi düşünmek lâzımdır. Câhillere uymamalıdır. Yerleri gökleri yaratana, Râm ve Kerşen gibi ismler takanlara milyonlarca yazıklar olsun! Bunların hâli, büyük bir pâdişâha, aşağı bir çöpçünün ismini takanlara benzemekdedir. Râm ile Rahmanı aynı şey sanmak, ne aklsızlıkdır? Yaratan, yaratdığı ile bir olur mu? Anlaşılamayan birşey, bilinen şeylere benzetilemez. Onlarla birleşemez. Râm ve Kerşen yaratılmadan önce, âlemlerin yaratanına Râm ve Kerşen denilmiyordu. Bunlar yaratıldıkdan sonra, ne oldu ki, o eşsiz olan ulu Allaha, Râm ve Kerşen denildi? Râm ve Kerşenin ismleri, yerlerin, göklerin sâhibinin adı sanıldı! Olamaz, olamaz, hiç olamaz! Gelip geçmiş olan, yüzyirmidörtbine yakın Peygamberlerin hepsi “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” insanları, yalnız bir yaratana ibâdet etmeğe çağırdılar. Ondan başkasına tapınmağı yasak etdiler. Bütün Peygamberler, kendilerinin âciz birer mahlûk olduklarını söylediler. Allahü teâlânın büyüklüğünden, kuvvetinden korkarlar ve titrerlerdi. Hindûların tapındıkları kimseler ise, herkesin, kendilerine tapınmasını istediler. Kendilerini ma'bûd olarak tanıtdılar. Bir yaratanın varlığına inanıyorlardı. Fekat, Onu kendilerine hulûl etmiş, kendileri ile birleşmiş sanıyorlardı. Bunun için, herkesin kendilerine tapınmasını istiyorlardı. Kendilerine tanrı diyorlardı. Her kötülüğü yapıyorlardı. Tanrı, her istediğini yapar ve yaratdığı şeyleri istediği gibi kullanır diyorlardı. Bunlar gibi, dahâ nice bozuk ve saçma sözleri vardı. Kendileri sapıtmış, başkalarını da sapdırmışlardı. Peygamberler “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” böyle değildiler. Başkalarına yasak etdikleri kötülüklerden kendileri de ençok sakınırlardı. Kendilerinin de, herkes gibi insan olduklarını söylerlerdi. Fârisî mısra' tercemesi: Yollardaki ayrılığı gör! Nerden nereye? 170Bu mektûb, şeyh Nûra yazılmışdır. Allahü teâlânın emrlerini yapmak ve yasaklarından sakınmak lâzım olduğu gibi, insanların haklarını gözetmek ve onlarla iyi geçinmek de lâzım olduğu bildirilmekdedir: Allahü teâlâya hamd olsun. Onun seçdiği, sevdiği kullarına selâmlar olsun! Ey akllı kardeşim! Allahü teâlânın emrlerini yapmak ve yasaklarından kaçmak lâzım olduğu gibi, insanların haklarını ödemek ve onlarla iyi geçinmek de lâzımdır. (Allahü teâlânın emrlerini büyük bilmek ve Onun yaratdıklarına acımak lâzımdır) hadîs-i şerîfi, bu iki hakkı yerine getirmek lâzım olduğunu göstermekdedir. Bu iki hakdan yalnız birini gözetmek kusûr olur. Bir bütünün, bir parçası, onun hepsi demek değildir. Bundan anlaşılıyor ki, insanlardan gelen sıkıntılara dayanmak lâzımdır.
Mürşid-i kâmilini bulan ve Zât-ı ‘Âlîlerinin onun ifâdesi ile “Eyyâm-ı şebâbını (gençlik günlerini) şerîat-ı mutahhare ve tarî-kat-ı ‘âliyye hizmetinde” geçiren Hazreti Sâmî Efendimiz ma'nevî mertebeleri hızla aşıyorlardı. Bu yolda kendi ifâdeleri ile ihlâs ve tam teslîmiyet şarttı. Ölünün yıkayıcısına teslîmiyeti gibi mürîd de mürşîdine teslîm olmalıydı ki bi-izni'llâh neticeye ulaşsın. Kendileri anlatıyorlar: “Allâme Taftadânî hazretlerinin talebelerinden biri bir şeyhe intisâb etmiş. Bu talebeden hocasının huzûrunda hikmetli kelâmlar sâdır olmuş. Hocası: “Evlâdım, bunları ben sana öğretmedim; sen bunları nereden öğrendin?” diye soruyor. Talebe: “Efendim ben bir şeyhe intisâb ettim; zikir çekiyorum, doğuş oluyor ve böylece hikmetli konuşuyorum.” diyor. Bunun üzerine ‘Allâme Taftadânî hazretleri: “Oğlum beni de şeyhine götür”; diyor. Kendileri de aynı şeyhe intisâb ediyorlar. Fakat ya teslîmiyet yok veyâ nasîbi yok aynı tecelliyâtlar kendilerinde zuhûr etmiyor, aynı istifâde olmuyor. Sâmî Efendimiz Hazretlerinin bu anlattığı kıssadan çıkan hükme göre nasîbi olan müsta'îd kişiler mürşid-i kâmili bulup ona tam olarak teslîm olurlarsa bi-izni'llâh neticeye ulaşır, ma'nevî mertebelerde hızla ilerleyerek kemâle ererler. Bunların hepsi kendilerinde bi-izni'llâh mevcûd olan Hazreti Sâmî (k.s.) kısa zamânda icâzet alırlar, irşâdla görevlendirilirler.Kelâmî Dergâhı'ndaki hizmet günlerine âid Adapazarlı Pehlivân Efendi şu hâtırayı anlatır: “Adapazarı'ndan on arkadaşımla berâber Es'ad Efendi Hazretlerinin ziyâretlerine gittik. Sohbet esnâsında tekkeye dâhil olmuştuk. İçerisi kalabalık olduğundan dışarıda oturuyor, Es'ad Efendi Hazretlerinin kendilerini göremiyor, sâdece seslerini işitiyorduk. İlk defa sohbetlerine gelmenin heyecânı içindeydik. Sohbet sırasında ihvân arasında genç bir zât dolaşıp hizmet ediyordu. “Bu genç orada dolaşmasa o zamân dikkatimiz dağılmaz, daha çok istifâde ederdik.” diye içimden geçirdim. Sohbet biter bitmez Es'ad Efendi Hazretleri: “Adapazarlı Pehlivân Efendi ve on arkadaşı buraya gelsin!” dediler. Hâlbuki bizi hiç tanımıyorlar ve geldiğimizi de görmemişlerdi. “Sâmî evlâdımız hakkında sû-i zan ettiniz, helâllık alın.” buyurdular. Affımızı taleb edip böylece bu iki Zâtı ve aralarındaki derûnî muhabbet ve bağı öğrenmiş olduk. El-hamdü li'llâh.(Ömer Muhammed Öztürk, www.ramazanoglumahmudsamiks.com)
İyilik ve merhamette Resûlullâh (s.a.v.)'in seviyesine kimse ulaşamaz. Kuvvetli ve zayıf, fakir ve zengin hallerinde, bu iyilik ve merhamet vasıfları dâima O (s.a.v.)'in büyük şahsiyetinin aynası olmuştur. Rahmet, kendilerini ihâta etmiş, iyilik ve merhametin önderi olmuşlardır. Kendileri: “İyilik cennete kavuşturur. Yerdekilere merhamet edin ki, göktekiler de size merhamet etsin. İnsanlara acımayana Allâh merhamet etmez. Merhamet sahiblerine Rahmân olan Allâh, rahmetiyle muâmele buyurur. Gönlünde merhamet olmayanlar ancak şakîler yani şeytana uyanlardır” buyurmuşlardır.Resûlullâh (s.a.v.)'in merhameti bütün insanlara şâmil, ihsan ve iyiliği hem mü'min, hem de müşriklere vâsıl olmuştur. Büyük kalbine ve geniş merhametine en yakın olanlar, fakirler, zayıflar ve âcizlerdi. Fukaraya karşı beslediği sevgi,Allâh (c.c.)'den dünyâ ve âhirette onlarla beraber olmayı isteyecek dereceye varmıştı. Hayâtı fakirlerle beraberdi. Evinde ve elinde ne varsa onların olurdu. Fakirlere olan meyli son derece idi. Kendilerine Allâh (c.c.) tarafından bahşedilen âlî fıtrat ve engîn rahmetin gereğini, fakirlere itinâ ve ikram ederek, âcizlerin elinden tutarak ve ihsânını onlara bezlederek yerine getirmişlerdir. Âlî fıtrat ve engin rahmetleri o derecede idi ki, içinde yaşadığı cemiyet nizâmını kısa zamanda değiştirmiş, fakir ve zayıflardan, şark ve garbı dize getiren bir ümmet çıkarmışlardır. Resûlullâh (s.a.v.), ümmetine dâima iyilik ve merhametle muamele etmiş, köle ve cariyelere,çocuklara, düşkünlere ve canlılara merhametle muamele etmelerini emretmişlerdir.O (s.a.v.)'in merhameti düşmanlarına bile şâmil idi. Meselâ, Uhûd'da kendileri yaralı, amcası parçalanmış, yardımcıları ölmüş, yaralanmış ve dağılmış bir halde iken, düşmanlarına bedduâ etmesi istenince duâ ettiren bu rahmetti.(Ömer Muhammed Öztürk, Peygamber Efendimizin Yüce Ahlakı, s.78)
“Üstlerine bomba yağıyor, bunlar hâlâ doğurmanın peşinde!”, “Böyle bir ortamda çocuk doğurmak bencilliktir”, “Kendileri neyse de, çocuklara yazık gerçekten!”, “Bir insan böyle düşüncesiz olabilir mi?”… Yorumlar bu minvalde uzayıp gidiyor. Konumuz, İsrail'in soykırım boyutuna ulaşan saldırılarına rağmen, Gazze'de kadınların çocuk doğurmaya devam etmesi. Gazze'den gelen her doğum haberinden sonra, benzer tartışmalara şahit oluyorum. Üstelik sadece bizim buralarda değil, yabancı sosyal medya hesaplarında da konu hararetli polemikler halinde gündemde.
Merhaba sevgili dinleyiciler, uzun bir aradan sonra Paradigma Podcast'e devam ediyoruz! Bu bölümde konuklarımız, City, University of London'dan Dr. Mustafa Kutlay ve Kadir Has Üniversitesi'nden Dr. Emrah Karaoğuz. Kendileri geçtiğimiz yıl "Development and Foreign Policy in Turkey: Rethinking Interconnectedness in a Multipolar World" adlı kitabı yayımladılar ve bu çalışmada Türkiye'nin kalkınma politikaları ile dış politikası arasındaki dinamikleri ele alıyorlar. Biz de bu kitaptan yola çıkarak bir söyleşi gerçekleştirdik. Keyifli dinlemeler!
"Piyasadaki gerçek düşmanımız belki de kendimiz, daha doğrusu kendi biyolojik tepkilerimiz." Cambridge ve Imperial College London araştırmacılarının bulguları, finans piyasalarındaki dalgalanmaların zannettiğimizden çok daha fazla biyolojik temellere dayandığını gösteriyor. Bu bölümde, testosteron ve kortizol hormonlarının trader davranışları üzerindeki etkilerini inceliyor, trading masalarındaki cinsiyet dengesizliğinin piyasa riskleri üzerindeki şaşırtıcı etkilerini konuşuyoruz. Eğer yatırım kararlarınızı etkileyen görünmez faktörleri merak ediyor, daha bilinçli bir yatırımcı olmak istiyorsanız, bu bölüm tam size göre. Borsada başarılı olmanın sırrı, piyasaları anlamaktan önce kendimizi anlamaktan geçiyor olabilir.İyi dinlemeler!Midas uygulamasını indir: https://app.getmidas.com/gmih/mie6gpeuX (Twitter): https://twitter.com/getmidasInstagram: https://www.instagram.com/get_midas/YouTube: https://www.youtube.com/@midasplusTikTok: https://www.tiktok.com/@midasinkulaklariMidas'ın Kulakları: https://www.getmidas.com/midasin-kulaklariNot: Bu içerik, içeriğin yayınlandığı günkü veriler ve haberler baz alınarak hazırlanmıştır. Eğer varsa içerikte geçen hedef fiyat tahminleri, uzman ve analist yorumları bu içeriğin yayınlandığı tarihte geçerlidir. Bu tahmin ve yorumlar zaman içinde değişkenlik gösterebilmektedir. Bu podcast'te yer alan haberler ve haberlerin içerdiği şirketler hakkındaki bilgiler yatırım danışmanlığı kapsamında değildir. Bahsi geçen hisselerdeki; hisse adı, fiyatı ve grafikleri de dahil temsilidir, yatırım tavsiyesi değildir.
HER YERLERDE HER DEM KARŞI GELENLER *** Her yerlerde herdem, karşı gelenler Şimdi koşa koşa, sana gelirler. Senin sözün emir, şimdi bilirler Kıymayasın zahir, sonra ölürler. *** Bilmezlerdi senin emir olduğun Bilenler de etti acı bir oyun. Kendileri bir kurt, sanki sen koyun Hakk'ın kapısından, döndü bu oyun. *** Şu canın yansada, sen hep sabreyle Bunlar gelir geçer, Hakk yardımıyla Anlatırsın Mehmet Baba diliyle, Geçinip gidesin, kötü iyiyle. *** Sözüm sizedir ey, canım ihvanlar Sürüden kopmayın, sevgili cânlar. Bak kapıda bekler, kurtlar sırtlanlar Gelir kapar sizi, vahşi hayvanlar. *** Ah bu gönlüm gönlüm sen benim canım Ahmet'im Ahmet'im, sen benim canım Canımdan ötesin, canda cânânım. Sana düşman olan, benim düşmanım Eğer demediyse, çokça pişmanım. ***
Mürşid-i kâmilini bulan ve Zât-ı ‘Âlîlerinin onun ifâdesi ile “Eyyâm-ı şebâbını (gençlik günlerini) şerîat-ı mutahhare ve tarîkat-ı ‘âliyye hizmetinde” geçiren Hazreti Sâmî Efendimiz ma‘nevî mertebeleri hızla aşıyorlardı. Bu yolda kendi ifâdeleri ile ihlâs ve tam teslîmiyet şarttı. Ölünün yıkayıcısına teslîmiyeti gibi mürîd de mürşîdine teslîm olmalıydı ki bi-izni'llâh neticeye ulaşsın. Kendileri anlatıyorlar: “Allâme Taftadânî hazretlerinin talebelerinden biri bir şeyhe intisâb etmiş. Bu talebeden hocasının huzûrunda hikmetli kelâmlar sâdır olmuş. Hocası: “Evlâdım, bunları ben sana öğretmedim; sen bunları nereden öğrendin?” diye soruyor. Talebe: “Efendim ben bir şeyhe intisâb ettim; zikir çekiyorum, doğuş oluyor ve böylece hikmetli konuşuyorum.” diyor. Bunun üzerine ‘Allâme Taftadânî hazretleri: “Oğlum beni de şeyhine götür”; diyor. Kendileri de aynı şeyhe intisâb ediyorlar. Fakat ya teslîmiyet yok veyâ nasîbi yok aynı tecelliyâtlar kendilerinde zuhûr etmiyor, aynı istifâde olmuyor. Sâmî Efendimiz Hazretlerinin bu anlattığı kıssadan çıkan hükme göre nasîbi olan müsta‘îd kişiler mürşid-i kâmili bulup ona tam olarak teslîm olurlarsa bi-izni'llâh neticeye ulaşır, ma‘nevî mertebelerde hızla ilerleyerek kemâle ererler. Bunların hepsi kendilerinde bi-izni'llâh mevcûd olan Hazreti Sâmî (k.s.) kısa zamânda icâzet alırlar, irşâdla görevlendirilirler. Kelâmî Dergâhı'ndaki hizmet günlerine âid Adapazarlı Pehlivân Efendi şu hâtırayı anlatır: “Adapazarı'ndan on arkadaşımla berâber Es‘ad Efendi Hazretlerinin ziyâretlerine gittik. Sohbet esnâsında tekkeye dâhil olmuştuk. İçerisi kalabalık olduğundan dışarıda oturuyor, Es‘ad Efendi Hazretlerinin kendilerini göremiyor, sâdece seslerini işitiyorduk. İlk defa sohbetlerine gelmenin heyecânı içindeydik. Sohbet sırasında ihvân arasında genç bir zât dolaşıp hizmet ediyordu. “Bu genç orada dolaşmasa o zamân dikkatimiz dağılmaz, daha çok istifâde ederdik.” diye içimden geçirdim. Sohbet biter bitmez Es‘ad Efendi Hazretleri: “Adapazarlı Pehlivân Efendi ve on arkadaşı buraya gelsin!” dediler. Hâlbuki bizi hiç tanımıyorlar ve geldiğimizi de görmemişlerdi. “Sâmî evlâdımız hakkında sû-i zan ettiniz, helâllık alın.” buyurdular. Affımızı taleb edip böylece bu iki Zâtı ve aralarındaki derûnî muhabbet ve bağı öğrenmiş olduk. El-hamdü li'llâh. (Ömer Muhammed Özt ür k, www.ramazanoglumahmudsamiks.com
MAİDE SÛRESİ 65-80 MEALİ N112 M005 Rahman ve Rahim olan Allah'ın adı ile 65 Eğer ehli kitap, iman edip sakınsaydı, elbette biz onların günahlarını örter ve elbette nimetleri bol cennetlere koyardık. 66 Eğer onlar Tevrat'ı, İncil'i kendilerine Rablerinden geleni ayakta tutsalardı, elbette üstlerinden ve ayaklarının altından yerlerdi. Onların içinde orta yolu takip eden (Muhammed'e ve ona indirilene iman eden) bir ümmet vardır. Onlardan birçoğu ise ne kötü şeyler yapıyorlar. 67 Ey peygamber, Rabbinden sana indirileni apaçık tebliğ et! Eğer bunu yapmazsan, onun elçiliğini yapmamış olursun. Allah Seni insanlardan korur. Şüphesiz Allah kâfirleri doğru yola iletmez. 68 De ki: "Ey ehli kitap, Tevrat'ı, İncil'i ve Rabbinizden size indirileni ayakta tutmadıkça siz hiçbir şey üzerinde değilsiniz.” Elbette Sana Rabbinden indirilen, onlardan birçoğunun azgınlığını ve küfrünü artırır. Sen o kâfirler için üzülme. 69 Şüphesiz iman edenler, Yahudiler, Sabiiler ve Hıristiyanlardan kim Allah'a ve âhiret gününe iman eder ve ameli salih işlerse onlar için korku yoktur, onlar üzülmezler de. 70 Şüphesiz biz İsrail oğullarından söz aldık ve onlara peygamberler gönderdik. Ne zaman bir peygamber onlara nefislerinin hoşlanmadığı bir şeyi getirse bir kısmını yalanladılar, bir kısmını da öldürüyorlar. 71 Bir belânın gelmeyeceğini sandılar da görmezlikten ve işitmezlikten geldiler. Sonra Allah onların tevbesini kabul etti. Sonra onlardan bir çoğu yine görmezlikten ve işitmezlikten geldiler. Allah, yaptıklarını görendir. 72 And olsun ki "Meryem oğlu Mesih, Allah'ın ta kendisidir" diyenler kâfir oldular. Mesih: "Ey İsrail oğulları, Benim Rabbim ve sizin Rabbiniz olan Allah'a ibadet ediniz. Kim Allah'a ortak koşarsa, muhakkak Allah ona cenneti haram kılar ve onun yeri ateştir, zalimlerin yardımcıları yoktur" demiştir. 73 And olsun ki "Allah üçün üçüncüsüdür" diyenler kâfir oldular. Bir tek ilâhdan başka ilâh yoktur. Eğer söylediklerine bir son vermezlerse onlardan kâfir olanlara acıklı azap şüphesiz dokunur. 74 Halâ Allah'a tevbe edip ondan af talebinde bulunmayacaklar mı? Allah afvedicidir, merhamet edicidir. 75 Meryem oğlu Mesih, ancak peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir. O'nun annesi (Allah'ın ayetlerini) tasdik eden bir kadındır. İkisi de yemek yerlerdi. Bak, onlara ayetleri nasıl açıklıyoruz. Sonra yine bak nasıl da çevriliyorlar. 76 De ki: "Allah'tan başka size zarar ve fayda veremeyenlere mi kulluk yapıyorsunuz? Her şeyi işiten ve her şeyi bilen o Allah'tır. 77 De ki: "Ey ehli kitap, dininizde haksız yere haddi aşmayın. Daha önce sapıtan birçoğunu sapıttıran ve doğru yoldan sapan toplumun hevası (kanunları)na uymayın. 78 İsrail oğullarından kâfir olanlar, Davud ve Meryem oğlu İsa'nın diliyle la'net olundular. İşte bu, isyan etmeleri ve haddi aşmaları sebebiyledir. 79 Yaptıkları kötülükten vazgeçmiyorlardı, ne kötü şey yapıyorlardı. 80 Onlar (ehli kitap) dan pek çoğunun, kâfirleri dost yönetici edindiklerini görürsün. Kendileri için nefislerinin yapıp gönderdiği ne kötü şeydir. Allah onlara gazap etmiştir ve onlar azabın içinde ebedi kalıcıdırlar. https://soundcloud.com/kuranikerimtefsiri/maide-suresi-65-80-tefsiri
Bir çınar düşünün… Gökyüzüne uzanan dalları, heybetli gövdesi, görünmeyen ama bu muazzam çınarı besleyen ve derinlere salınmış kökleri ile bir ulu çınar… Muhammedî (s.a.v.) kaynaktan sulanmış, sıddîkiyet nesebinden bahçıvanlar eliyle büyütülmüş bir çınar… Gölgesinden herkesin istifade ettiği böyle bir çınarın altında oturarak, çınarın tamamını resmetmenin değil, idrak etmenin bile imkânsız olduğu âşikârdır. Ancak bazı mühim kimselerin ifadeleriyle tarihe not düşmek istedik: “Ömer Öztürk kılavuzdur, En emîn ihvânımdır, mânen görevlidir.” (Hz. Mahmud Sami Ramazanoğlu (k.s.)) “Hz. Sami Efendi hazretlerinin senin hakkında söylediklerini yazsaydım ciltler dolusu kitap ortaya çıkardı.” (Ömer Kirazoğlu (r.h.)) “Ömerciğim, mümkün olsa şu kalbimi çıkarıp sana verirdim.” (Necip Fazıl Kısakürek) “Türkiye'nin kaderinde söz sahibi olmasını beklediğimiz, MTTB'nin -Tevfik İleri'den sonra- saygı ile anılacak, ikinci genel başkanı Ömer Öztürk'tür.” (Mustafa Miyasoğlu) “Ömer Öztürk bir ekoldür.” (İbrahim Eken Hocaefendi) “Türkiye'de İslâmi gençlik hareketi Ömer Öztürk ile başlamıştır.” (Korkut Özal) “Sohbetlerinde bulunmak şerefine nail olduğum bu Allâh (c.c.) dostunun kırk küsür yıldır Kur'ân ve Sünnet'e aykırı bir davranışını görmedim.” (Prof. Dr. Erman Tuncer) “Ömer Öztürk, dinamik, kararlı, güven ve huzur veren kişiliği; gençliği, gündemin önünde taşıyan yönetim anlayışı; bilgi, görgü birikimi ile örnek alınacak bir şahsiyet olarak hayallerimize ve belleğimize işlendi. Kendileri, MTTB'yi gerçek kimliğine kavuşturan ve gençliğe yön veren unutulmaz genel başkan olmasından öte hepimiz için hâlen iyi bir “rol modeli” dir.” (Prof. Dr. Abdusselam Uluçam) (Misvak Neşriyat, Hak Yolda Kılavuz Ömer Öztürk
Ebedî mutluluğun sırrı; bizi karanlıkları ilim ve irfanlarıyla aydınlatan ve tehlikeli dönemeçlerde bizleri işâret taşları ile uyaran mâneviyat ehline uymaktadır. Nitekim Cenâb-ı Hâkk; “Ey mü'minler, Allâh'tan korkun, (kötülüklerden sakının) îmânında ve sözünde doğru olanlarla (sâlih ve sadıklarla) beraber olun.” (Tevbe s. 19) buyurmuştur. Sâdık ve sâlihlerle beraberlik; hakkın sevgisini, bâtıldan uzaklaşmayı ve takvâyı doğurur. Abdulkâdir-i Geylânî (k.s.) hazretleri: “Peygamberlik bayrağını her dönemde taşıyan kırk büyük velî bulunur” buyurmuştur. Yani Nebî (s.a.v.)'i hakkıyla seven, hayatının her ânında O (s.a.v.)'in sünnetini yaşatan ve kendi devirlerinde Peygamberimiz (s.a.v.)'e vekâlet eden ehlullâh silsilesi; insanları Allâh ve Resûlü (s.a.v.)'e kılavuzlamayı sürdürecektir. “Bu devirde böyle insanlar var mı?” sorusuna, Muhterem Ömer Öztürk'ü tanıyan bir mü'min tereddütsüz olarak cevâp verebilir. 13 Ağustos 1946 (15 Ramazân 1365)'te Adana'da dünyâya teşrîf eden zât-ı âlileri, doğumlarından itibaren Hz. Mahmud Sami (k.s.) hazretlerinin terbiyesi altında yetişmişler, Osmanlı bakiyyesi pek çok âlimin sohbetlerine iştirak ederek Hz. Sami (k.s.)'dan aldıkları ilim ve irfan nûrunu kemâle erdirmişlerdir. Kendileri, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in sünnetinin 21. yüzyılda da yaşanabilir olduğunu yaşantısıyla göstermektedirler. Ancak aldıkları terbiye gereği kendilerine hiçbir zaman vücut vermemişler, en yakınlarından bile kendisini ustaca gizlemişler, kendilerini yok sayarak insanları hep dâvâya yönlendirmişlerdir. Cenâb-ı Hâkk'ın “İçinizde iyiliği emredip kötülükten sakındıran bir cemaat bulunsun” emr-i celilesi mucibince, büyük küçük demeden her türlü irşad faaliyetlerine kendisini adamıştır. Kendileri hâlen Medine-i Münevvere'de “Bâb-ı Sıddık'ın Hadimi” olarak Ümmet-i Muhammed (s.a.v.)'e yol göstermeğe ve senede iki kez Türkiye'ye gelerek hizmetlerine devam etmektedirler. Allâh (c.c.) zât-ı âlilerini uzun ömürle muammer etsin. (Misvâk Neşriyat, Hak Yolda Kılavuz Ömer Öztürk, s.13)
I. Dünya Savaşı'nın bitişinden sonra İngiltere'nin, Fransa'nın ve diğer Avrupa ülkelerinin etkisi dışında kalan bir kara parçası neredeyse kalmamıştı. Dünya uçtan uca Batı sömürge imparatorluğu tarafından işgal edilmişti. İslam dünyası büyük oranda Osmanlı topraklarından oluştuğu için Osmanlı Devleti'nin dünya savaşında yenilmesi ve nihayetinde teslim olması, hâkimiyeti altındaki toprakların bütünüyle sömürge toprakları hâline gelmesine neden oldu. Batılı devletler, kendi çıkarlarını merkeze alan sömürgeci bir dünya düzeni kurdular. Kendileri için bu dünya düzeni gelişmiş, kalkınmış ve refah içinde yaşayan Batılı milletlerin göz kamaştırıcı bir atmosferiydi. Ancak Batılı devletlerin kurdukları bu büyülü atmosfer, kendileri dışındaki tüm ülkelerin sömürülmesine ve baskı altında tutulmasına bağlıydı. Batı sömürge imparatorluğu, bazı ülkeleri doğrudan sömürge hâline getirirken diğer ülkelerin kaynaklarını sömürmekle yetindi. Yine birçok devletin yönetici seçkinlerini kontrol altında tutarak işgal masrafı yapmadan ilgili devletleri kendi çıkarları için sömürmeye devam etti. II. Dünya Savaşı, İngiltere ile Fransa'nın zayıflamasına sebep olduğu için birçok kıtada bağımsızlık hareketleri baş gösterdi. Görünüşte bağımsızlığını kazanan ülke sayısı her geçen gün artıyordu. Fakat bağımsızlık savaşlarından sonra da kurulan yönetimler üzerinden Batının sömürgeci tahakkümü devam etti. Türkiye, bağımsızlığını I. Dünya Savaşı'ndan sonra kazanabilmiş birkaç ülkeden biriydi. İmparatorluk toprakları kaybedilmiş, Anadolu'da Misak-ı Millî dediğimiz sınırların bir kısmı da dışarıda bırakılarak bağımsız bir devlet kurulmuştu. Bugünden geriye doğru baktığımızda Batılı devletlerin hiç de beklemediği bir güce ve 13 milyonluk bir nüfustan 80 milyonluk bir nüfusa ulaşmış bir ülke ortaya çıktı.
Sedat Aral'a göre, Batı emperyalist sistemi konjonktüre, paraya ve çıkarlarına göre sürekli kuralları değiştirir. İngiltere'nin hiçbir hukuki temeli olmadan Ruanda'ya göçmenleri boca etmeye hazırlandığını anımsatan Aral, Türkiye gibi ülkelerin Avrupa'nın esas ikiyüzlülüğünü konuşması gerektiğini vurguladı.
Bu video 03/05/2019 tarihinde yayınlanan “RAHMET, ÜMİT VE BEREKET AYI RAMAZAN” isimli bamtelinden alınmıştır. Tamamı burada: https://www.herkul.org/bamteli/bamtel... (Bir hadis-i şerifte anlatılır: Peygamber Efendimiz bir keresinde minbere çıkarken birinci basamakta “Âmin!” dedi. İkinci basamakta yine “Âmin!” dedi. Üçüncü basamakta bir kere daha “Âmin!” dedi. Hutbeden sonra, Sahabe efendilerimiz “Bu sefer Senden daha önce duymadığımız bir şeyi duyduk yâ Rasûlallah! Eskiden böyle yapmıyordunuz, şimdi minbere çıkarken üç defa ‘Âmin' dediniz. Bunun hikmeti nedir?” diye sordular. Peygamber efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdular: Cebrâil aleyhisselam geldi ve ‘Anne-babasının ihtiyarlığında onların yanında olmuş ama anne-baba hakkını gözetmemiş, onlara iyi bakarak mağfireti yakalama gibi bir fırsatı değerlendirememiş kimseye yazıklar olsun, burnu yere sürtülsün onun!' dedi, ben de ‘Âmin!' dedim. Cebrâil, ‘Yâ Rasûlallah, bir yerde adın anıldığı halde, Sana salât ü selâm getirmeyen de rahmetten uzak olsun, burnu yere sürtülsün!' dedi, ben de ‘Âmin' dedim. Ve son basamakta Cebrâil, ‘Ramazan'a yetişmiş, Ramazan'ı idrak etmiş olduğu halde Allah'ın mağfiretini kazanamamış, afv ü mağfiret bulamamış kimseye de yazıklar olsun, rahmetten uzak olsun o!' dedi, ben de ‘Âmin' dedim.”) “Ramazan'ı idrak ettiği halde, afv u mağfiret liyakati kazanamamış kimseye yazıklar olsun, burnu sürtülsün onun!” deniyor. Üç hususu söylediği yerlerde, bir tanesi de budur Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem). “Burnun yere sürtülmesi” mevzuu, “Hakarete maruz kalsın!” yerinde bir idyum olarak kullanılıyor; “Allah, belasını versin! Allah, kahretsin!” değil. Bunlar ve “Yerin dibine batsın! Canı cehenneme!” gibi cümleler bizim kullandığımız ifadeler; bu şekilde anlamamak lazım onu. Secdede zaten burnumuz yere sürünüyor bizim. “Burnu böyle yere sürtülsün onun!” Yoksa İnsanlığın İftihar Tablosu'nun mübarek dudaklarından dökülen beyanlar, beyanların sultanıdır; çünkü onlar İnsanlığın Sultanı'nın dudaklarından dökülen ifadelerdir. Bir kere meseleye öyle bakmak lazımdır. ... Zaman dilimi olarak Ramazan-ı şerif, Cenâb-ı Hakk'ın mü'minlere rahmet ile teveccüh buyurduğu bir ay olması itibarıyla, Allah, ondaki “bir”lerinizi “yüz” yapabilir, “bin” yapabilir, “on bin” de yapabilir. Hâlis bir niyetle Ramazan-ı şerife girilirse, orucu tutulursa, Terâvîh'i kılınırsa, sahura kalkılırsa ve ağza-göze de sâhip olunarak bu ay iyi değerlendirilirse… Bunu da yine Kendileri (sallallâhu aleyhi ve sellem) ifade buyuruyorlar: رُبَّ صَائِمٍ لَيْسَ لَهُ مِنْ صِيَامِهِ إِلَّا الْجُوعُ وَالْعَطَشُ، وَرُبَّ قَائِمٍ لَيْسَ لَهُ مِنْ قِيَامِهِ إِلَّا السَّهَرُ وَالْعَطَبُ (Bazı rivayetlerde son kelime النَّصَبُ ve التَّعَبُ şeklinde geçmektedir.) “Nice oruç tutanlar vardır ki, açlık ve susuzluk, yanlarına kâr kalmıştır! Nice ayakta duran insanlar da vardır ki, gece teheccüd adına, yanlarına sadece uykusuzluk ve yorgunluk kâr kalmıştır!” Öyle değil; bir taraftan aç-susuz kalırken, bir diğer taraftan da elimizi-ayağımızı, gözümüzü-kulağımızı, dilimizi-dudağımızı kontrol altına almalıyız. Olumsuz bakmama, olumsuz şey söylememe, olumsuz şeylere kulak kabartmama, olumsuz şeylere el uzatmama, olumsuz şeylere doğru bir adım atmama… Bütün âzâ ve cevârihi eskilerin ifadesiyle “mâ hulika leh”inde, yani ne için yaratılmışsa o istikamette kullanma… Bu da orucu çok buutlandıran, ona derinlik üstüne derinlik kazandıran bir şey oluyor. Bütün âzâ ve cevârihine oruç tutturuyorsun; Ramazan böyle bir vesile/mevsim. Şimdi bir insan bunların ne kadarını yapabiliyorsa, o kadar sevap kazanır. Bütününü yapıyorsa burada, enbiyâ-ı ızâmın arkasında yerini alır o insan; Hazreti Ebu Bekirler, Ömerler, Osmanlar, Aliler (radıyallahu anhüm) kâfilesine katılır. Cenâb-ı Hak, öyle oruç tutmaya ve o dırahşan çehreli kâfileye veya Kamer-i Münîr'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) hâlesi olan o kâfileye katılmaya muvaffak eylesin bizleri!..
Saz çalana “saz sanatçısı” deriz. Metro çalana ne demeli? “Metro sanatçısı” uygun mudur? Ekrem Bey bazı metro hatlarıyla ilgili yanlış bilgi verdi. 2017'de başlayan metro inşaatlarını sahiplendi. 21 Ağustos 2017'de başlatılan Mahmutbey-Esenyurt hattı ile 28 Nisan 2017'de başlayan Göztepe-Ataşehir ve aynı gün başlayan Çekmeköy-Sancaktepe hatlarıyla ilgili söyledikleri hemen yalanlandı. Mani olması gerekir takrire hicabı ama nerde! Göreve gelmesinden iki sene önce… Nasıl üstün bir başarı, düşünelim ve takdir edelim! Bu hatları “sıfırdan” başlattığını iddia ediyor. Galata Köprüsünü satan Sülün Osman'ı hatırlamamız yersiz mi kaçar? * Metro inşaatlarının temel atılışıyla ilgili soru soran gençlere karşı hücuma geçti. “Sen metro inşaatının temeli nasıl atılır, biliyor musun?” Gençler nereden bilsin Sayın Başkan? Onu sen bileceksin. Kürekle mi olur, düğmeye basmakla mı olur, devasa makinelerin marşına basmakla mı, artık her nasılsa izah edeceksin. Böyle diyoruz ama Ekrem Bey de o konuda gençlerden farksız görünüyor. Kendileri “temel atmama töreni” yapmakla meşhur olduğu için, metro inşaatının temelinin nasıl atıldığıyla ilgili bilgiye sahip olmayabilir. O sırada ağaçların yaprakları da şakır şakır alkışlıyordu iddiasına göre. Bir tek kendi duymuştu. * Yukarıda adı geçen metro hatlarıyla ilgili İBB Meclisinde oylama yapılırken Ekrem Bey “Hayır” oyu vermiş üstelik. Muhalefettekilerin karşı çıkmasına rağmen projeler kabul edilmiş. “Hayır” dedikten sonra “Lı olsun” diye ekleseydi bari… Şimdi rakipleri ona yalancı dese olmaz. Gücenir. “Söyledikleri doğru değil” veya “Doğru konuşmuyor” daha münasip duruyor. TUTTUĞU ELİ KALDIRIYOR Özgür Bey bir kere daha yanlış kişinin elini kaldırmaya çalıştı. Kütahya meydanında adayını tanıtacaktı. Aday olan kişi öbür tarafta dururken, o başka birinin elini tutup kaldırmak için hamle yaptı. “İşte adayımız” diyerek yakınında kim varsa tutup gösterme çabası komikliğin ötesine geçti. Kimi başkan adayı yaptığını bilmiyor, daha gösterdiği adayı bile tanımıyor yorumları haksız mı? İkide bir yanlış adamın elini kaldırmak genel başkana yakışmıyor. Halkın karşısına çıkmadan miting öncesinde prova yapsa, adayın yüzünü aklında tutsa yeter. İl teşkilatları doğru kişi budur diye göstersin. Karışıklık önlensin. ERDOĞAN'A OY VAR MI?
Önümüz yaz. Bu iklim değişikliğine bağlı olarak kışın sıkışmış olan bir dizi siyâsal- askerî meselenin de ısınıp yumuşacağına dâir kuvvetli emâreler hissediliyor. Rusya- Ukrayna savaşıyla başlayabiliriz. Ukrayna tarafı yan çizen ve bocalayan NATO devletlerinden gelen desteklerdeki aksamalar ve silâh tedârik zincirindeki eksilmeler sebebiyle hayli zor durumda. Geçen yaz başlattıkları taaruz tam bir başarısızlıkla neticelendi. Kritik bâzı yerleşim birimlerini kaybettiler. Rus ordusu bahar ve yaz aylarında muhtemelen yeni ilerlemeler sağlayacak görünüyor. Bir husûsu hatırlamakta fayda var. Rusya, Ukrayna'ya tekmil kapasitesini kullanarak girmedi. Hakiki kapasitelerini muhtemel daha büyük çaplı savaşlara saklıyorlar. Sabırlı ve zamâna yayılan bir stratejiyi tâkip ediyorlar. Daha çok Almanya başta olmak üzere Avrupalı NATO mensubu devletlerin ne yapacağını hesaplıyorlar. Kendileri açısından can sıkıcı olan Karadeniz donanmasında yaşadıkları kayıplar. Bunun için Transdinyester'i devreye sokarak yarın Odesa'ya karşı daha derinlikli bir operasyonu başlatabileceklerinin işâretini veriyorlar. Diğer taraftan Avrupa'nın içine düştüğü bocalamaları tâkip ettikleri anlaşılıyor. Baltık devletlerinin keskin Rus karşıtı siyâsetlerinin arkası boşalacak olursa ,ki bunun işâretleri de ABD seçimlerinden, bilhassa Trump'ın açıklamalarından geliyor; ellerini yükseltebileceklerini ve Kaliningrad ile yetinmeyip , Baltık'daki sâhasını genişletecek yeni açılımları başlatabileceklerini düşünmek çok da hatâlı olmayacaktır. Hâsılı, Rusların nihâî hedefleri Karadeniz ve Baltık'da içine düşürüldükleri sıkışmışlığı gidermek ve kontrol sâhasını genişletmek. Buna mukâbil Avrupa'nın hâli çıkmazlarla dolu. Baltık devletleri ile Almanya arasındaki çelişki aşılabilmiş değil. Giderek de büyüyor. İsveç, Finlandiya, Estonya, Letonya, Litvanya ve Polonya hesapsız bir saldırganlık temâyülünü devâm ettiriyor. Almanya ise mütereddit. Rusya'nın dünyâ kamuoyuna fâş ettiği son dinleme kayıtları Almanya'yı çok zor bir duruma soktu. Fransa ise tahrikkâr bir söylem kullansa da kendisini hayli geride tutuyor. Şansını daha çok Kafkasya , bilhassa da Ermenistan üzerinden deniyor. Eğer Trump seçimi kazanır , ABD NATO'ya verdiği desteği çekerse Avrupa ordusunun kurulmasına dâir safahatta Almanya'yı hâriçte bırakarak merkeze yerleşmenin , Avrupa liderliğini onun elinden almanın hesaplarını yapıyor. Rusya ise bu çelişkileri doğru değerlendiriyor ve rahatlıyor.
Azınlıktalar ama kendilerini hâlâ Cumhuriyetin sahibi olarak görüyorlar. Kendileri gibi düşünmeyen ve yaşamayan kahir ekseriyeti de “cumhuriyet düşmanı” görüyorlar. Onları başları ezilmesi gereken “devrim karşıtları” olarak görüyorlar. Kendilerini “ilerici”, onları da “gerici” görüyorlar. Milletin kahir ekseriyetini “modernleştirilmesi” gereken “gericiler” olarak gören bu zihniyet hâlâ varlığını sürdürüyor. Kur'an kurslarını “Ortaçağ zihniyeti” olarak görenlerin zihniyetidir 28 Şubat zihniyeti. Erdoğan düşmanlığıyla ete-kemiğe bürünmüş zihniyetin kendisidir 28 Şubat zihniyeti. Erdoğan'a düşmanlar çünkü aziz milletimizin desteğiyle iktidara geldikten sonra 28 Şubat zihniyetinden kaynaklı uygulamaları tarihe uğurlayan adamdır da onun için. “Bin yıl sürecek” dedikleri dönemi kapatan adamdır da onun için. “Muhtar bile olamaz!” dedikleri Erdoğan o gerici diye suçlayıp baskıladıkları kahir ekseriyetin desteğiyle 22 yıldır ülkeyi yöneten adamdır da onun için. Bir daha o zihniyetin hortlatılmasına gayrı aziz milletimiz izin vermez. O zihniyet varlığını sürdürse bile iktidar olma şansını ebediyen kaybetti. Unutmadık o zulüm günlerini. Unutmayacağız. Unutturmayacağız. Unutursak zulüm tekrar hükümferma olur. Affetmesini biliriz. İlkel intikam güdülerine sahip değiliz. Yeter ki o zihniyet tarih olsun. Hâlâ parmak sallayan o azgın azınlık gürûh bilsin ki affetmesini bildiğimiz gibi gereğini yapmasını da biliriz. Biz acılarımızı ülkemizin bekası ve sosyal barış adına yüreğimize gömmeye hazır bir olgunluk örneği sergilerken hâlâ rövanşist duygular içinde parmak sallayanların kibrini kırmasını da biliriz, kendilerinden hesap sormasını da biliriz elbet. Yeni acılara gerek yok.
Bugün İsrail'in ABD'nin destek ve himayesinde, İslam dünyasının da ölçüsüz suskunluğu altında cereyan etmekte olan soykırımının 145. Günündeyiz. Soykırım ABD'nin sınırsız desteği ve Arap dünyasının sınırsız tepkisizliği dolayısıyla her geçen gün el yükselterek, yeni alçaklık seviyeleri deneyerek devam ediyor. Arap dünyasının sınırsız tepkisizliği veya bizim sınırlı, sonuç alamayan, ürkek ve hesaplı tepkilerimiz. İsrail'in hesaplayarak hemen satın aldığı ve böylece hiç umursamadan insanlığa karşı cürümlerine devam ettiği tepkiler. Gazze halkı şu ana kadar dünyanın bütün bu aymazlığına karşı inancından ve davasından hiç taviz vermeden onurlu ve asil direnişine devam etti. Bombalarla, çoluk çocuklarının, anne babalarının katliamıyla dize getirilemeyen bu asil halka karşı şimdi onur kırıcı bir açlığa- susuzluğa maruz bırakarak boyun eğdirme denemelerine şahit oluyoruz. 2 milyar İslam dünyası, bırakın Gazze halkına yapılan saldırıları durdurmak için harekete geçmeyi, açlıktan ölen çocuklara yardımları ulaştırmaktan yana acizliğini sergiliyor. Batı açısından bütün değerlerinin iflas ettiği bu noktada İslam ülkelerinden hiç kimse kahramanlık, bağımsızlık, milli gurur, onur, adamlık iddiasında bulunmasın bundan sonra. Gazze halkı tek başına hiç kimseye bu erdemlerden hiçbir hisse bırakmadı. Bugün aynı zamanda 28 Şubat darbesinin de 27. Yıldönümü. 27 yıl önce yine işgalci ve soykırımcı ABD ve İsrail'in Türkiye'deki işbirlikçileri tarafından girişilen başka türlü bir işgal ve soykırım projesi hayata geçirilmeye başlandı. İmam-Hatiplerin, başörtülülerin, bütün muhafazakarların soylarını kırmaya açıkça azmetmiş bir hamleydi o da. Kendileri açısından yersiz sayılmayacak bir öngörüye dayanıyordu: Tedbir alınmazsa bu imam-hatiplerden yetişmekte olan nesiller en geç 10 yıl içinde ülkenin yönetimini ele geçirecek bir sayısal çokluğa ulaşacaklardı. Böylece tıpkı ataları Firavun'un aldığı tedbire benzer bir tedbir almaya başladılar. Kaçınılmaz sondan böylece kurtulabileceğini sandılar. Ataları Firavun erkek çocuklarını öldürerek bu sondan kaçabileceğini düşünmüştü. Bunlar da İmam-Hatipleri kapatarak, başörtülülere okulları kapatarak kendilerini bekleyen sondan kaçabileceklerini düşündüler. Oysa aldıkları tedbirler tıpkı Firavun'un ayağına dolanan tedbirleri gibi dolandı. 10 sene içinde bekledikleri büyük felaket onları 5 yıl geçmeden buluverdi. O esnada bile kuyruklarını dik tutmayı ihmal etmediler. Tanrılık iddiasında bulunanlarda aşina olduğumuz istiğna ve istikbar ile sürecin 1000 yıl süreceğini iddia ettiler. Savaştıklarının Allah olduğunu ve Allah'ın kendilerine biçtiği ömürden öte bir güçleri olmadığı gerçeğine gafil ve cahil kaldılar. 28 Şubat'ın bütün kadroları koşa koşa işbirlikçilik yaptıkları Siyonist efendilerinin yanına gidip Türkiye demokrasisine “balans ayarı” yaptıklarını müjdelemişlerdi. Sürecin içinden geçerken İsrail'in her yerde izini görebiliyorduk, bugün daha net bir biçimde görüyoruz. Firavunlara özgü meydan okumalarıyla 1000 yıl süreceğini iddia ettikleri süreç 5 yıl bile sürmedi, ama yok etmeye çalıştıkları Musalar hızla büyüyüp onları alaşağı ettiler. Şimdi o kudretli ve müstağni
A'RAF SURESİ MEALİ 191-198 N039 M007 Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla. 191- Kendileri yaratılan, ve hiçbir şey yaratamayan şeyleri mi ortak koşuyorlar? 192- Onlara hiçbir yardımda bulunamazlar. Kendilerine de yardım edemezler. 193- Eğer siz, onları doğru yola çağırırsanız, size uymazlar. Onları çağırsanız da sussanız da aynıdır. 194- Allah'tan başkasına dua ettikleriniz sizin gibi kullardır. Eğer doğru söylüyorsanız, onları çağırın da size cevap versinler. 195- Onların kendisiyle yürüyebilecekleri ayakları, kendisiyle tutabilecekleri elleri, kendisiyle görebilecekleri gözleri yahut kendisiyle işitebilecekleri kulaklarımı var? De ki: "Ortaklarınızı (putlarınızı) çağırın sonra bana tuzak kurun ve bana fırsat da vermeyin." 196- Benim dostum, kitabı indiren Allah'tır. O, salihlerin dost ve yardımcısıdır. 197- Allah'tan başka taptıklarınızın size yardıma güçleri yetmez. Kendilerine de yardım edemezler. 198- Eğer siz, onları doğru yola çağırırsanız duymazlar. Onları sana bakarken görürsün; halbuki onlar görmezler. https://soundcloud.com/kuranikerimtefsiri/araf-suresi-191-198-tefsiri-ali-kucuk
Kan kırmızı, kar beyaz. Uca dağların başında bayraklarımız var. Vatan savunması için göğsünü siper ederek al kanını ak kar üstüne döken kahraman askerlerimizden on iki yiğit şehit oldu. Bayrağımızı çizdiler karlı dağlar üstüne. Bayrağa sarılarak yuvaya döndüler. Acımız büyük. Mekânları cennet olsun. Artık gizlinecek, üstü örtülecek, geçiştirilecek, tevil edilecek tarafı kalmadı. ABD ile savaştayız. Türkiye'nin teröre karşı yaptığı sınır ötesi operasyonlar, ABD'nin millî güvenliği için tehdit imiş. Titrek başkanlarından duyduk bunu. Yalnızca eli kolu değil, kafasının içi de titriyor. Bizim sınırımızı kendi ülkesinin sanmasından belli. Böyle durumlarda “Höst” derdik. Yas ilan edilmesini isteyenler haklı. Acımızı kalbimize gömer, yolumuza devam ederiz. On iki şehit değil, on iki bin şehit versek davamızdan vazgeçmeyiz. Acımız dağlar kadar olsa da ne Gazze'yi unutturabilir bize ne de Doğu Türkistan'daki zulmü. Birliğimize ve dirliğimize kastedenler, bizi yeterince tanımamış. Ne var ki herkes birlik olmaktan yana değil. Sıra TBMM'de teröre karşı ortak bildiri yayınlanmasına gelince ortalık karıştı. Bu konuyu memleket meselesi değil, parti meselesi olarak görenler çıktı. Millî mesele, milletin meselesi olduğunu nasıl anlatmalı? Savaş çıksa, Meclis ortak hareket edemeyecek demek. Zaten kırk yıldır apaçık bir savaş içindeyiz ve ortak bir bildiride buluşmak bile mümkün olmadı. Daha ne görmek gerek? Ülkede yas ilan edilse, bazıları meşhur zincir kahvecisinin dış mekânında üstten ısıtan elektrik sobası altında mı katılacak? Mesela Özgür Bey, ekibiyle birlikte nerede durur? Millî Savunma Bakanı gelip Özgür Bey ve arkadaşlarına bilgi versinmiş. Olur, başka bir arzunuz? Kendileri imza vermediği gibi, bildiriye ortak olan muhalefet partilerini de eleştiriyor. Bir gün sonra, içinde terör örgütünün adı geçmeyen ayrı bir bildiri yayınlayıp terörü lânetlemek, “biz birlik olmaktan yana değiliz” demenin bir yöntemi. O kadarını ABD Dışişleri de yapıyor.
İsrail terör devleti 7 Ekim'den itibaren tarihinde biriktirdiği bütün propaganda sermayesini son kuruşuna kadar tüketmek zorunda kaldı. Aksa Tufanı İsrail'in şimdiye kadar tepe tepe kullandığı Holokost sermayesini ona en aptal ve en savurgan şekilde harcatmış oldu. Soykırım kurbanlığı tekelini elinden aldı. Şimdi İsrail soykırımın kurbanı değil bizatihi en vahşi faili olma özelliğiyle bütün dünyaya tekrar görünmüş oldu. Üstelik bu görüntü öyle propaganda illüzyonlarıyla gerçekleşen bir görüntü değil. Suçüstü, bütün dünyanın şahitliği altında, herkese görünen, görünmeden kalamayan, kendiliğinden herkesin gözüne batan gerçekliğiyle bir görüntü. Oysa İsrail kendi mazlumluk propagandasını yapmak için, bu topraklarda tek hak sahibi, tek varis olduğunu kanıtlamak için yüzyıldır çalışıyordu. Bu toprakların kendisine Tanrı tarafından vaat edilmiş olduğu hikayesinin elbette kimseyi bağlayan, haklı görülebilecek bir tarafı yok. Belki Siyonint ve Evangelist dostları ve parayla, makamla ikna ettiği köleleri nezdinde bu asıl sebebin bir geçerliliği olabilirdi. Ama yaşadığımız dünyada iyi-kötü geçerli olan hukuk mantığıyla bunu anlatmanın bir yolu yok. Bu durumda devreye dünyada asırlardır maruz kaldığı zulüm ve takibat dolayısıyla bir yurda en insani vaziyette sığınma hakkıyla ilgili edebiyat devreye giriyor ve yese de yemese de yutsa da yutmasa da bu hikaye etrafında kendi meşruiyetini sağlamaya çalışıyordu. Her iki hikayenin aslında hiçbir temeli ve haklılığı olamazdı. Bir toprağa ihtiyacı varsa, Amerika'nın devasa boş arazileri vardı, Yahudileri çok sevenler o toprakları versinlerdi. Onları soykırıma tabi tutan Avrupalılar kendi topraklarından aynı ölçekte bir yer verselerdi, dünya için o kadar büyük bir musibet olmazdı. Kendileri için de bu kadar külfete sebep olmazdı. Haçlı ordularının son kumandasını elinde tutan İngiltere Kudüs'ü Selahaddin'den 720 sene sonra tekrar ele geçirmişken, bütün haçlı seferlerinin sebebi olan Kudüs'ü almışken onu en az Müslümanlardan nefret ettikleri kadar nefret ettikleri Yahudilere neden altın tepsiyle sunup geri çekildiler? Sadece bu soru üzerinden gidildiğinde muallaktaki birçok soru zihinlerimizde delirip canlanır. Şimdilik geçelim. İsrail bir hikayedir. Varlığı bir hikâye, güçlü yenilmez ordusu bir hikâye, mazlumluğu ve savunma hakkı bambaşka bir hikâye. Bütün bu hikâye yoğun propagandalarla sürdürülür insanların yüreklerine yeri geldiğinde korku, yeri geldiğinde acıma duygusu yeri geldiğinde ise ırkçılıktan ibaret bir dindarlık salınıyor. Tabi bütün bunlardan anlamayanlara Evangelist dostlarına güvenilerek yapılan tehditler işliyor. Bebek katili, soykırımcı Netanyahu'nun Müslümanlara yaptığı bütün bu katliamlara ses çıkarma ihtimali bulunan Arap ülkelerine “oturun oturduğunuz yerde, koltuklarınızı korumak istiyorsanız susun!” yollu ihtarı İsrail'in propaganda makinasını işleten farklı yakıtları da işaret ediyor. İkna edicilik asla bir mantığa, bir delile, bir rasyonaliteye ihtiyaç duymaz. Eninde sonunda herkes İsrail'in söylediğini kabul etmek zorunda olacaktır, ama severek, ama buğzederek. Son savaşta bütün dünyada kendisiyle ilgili algıları kontrol etmiş olduğunu düşünüyor olması zannedildiğinden çok daha fazla bir özgüvene dayanıyor. Dünyanın her tarafında meydanlara dökülmüş vicdan sahibi insanların sesleri belli ki çok da önemli görülmüyor. Onların ikna edebileceği asıl karar sahibi insanlar yok. Kendi kendilerine bağırıp çağırıyor gibi görünüyor İsrail'e belli ki. Nasılsa o halkların liderleri çantada keklik gibi. Arap halkları İsrail'i bir kaşık suda boğacak kadar nefret ediyorlar, ne önemi var, liderleri çantada pişmiş keklik. Baksanıza dökülen Müslüman ve Arap kanı, çiğnenen Müslüman ve Arap onuru ve onlar Netanhayu'nun bir sözüyle hepsi hizaya geliyor ve hiçbirinde Netanyahu'nun bu sözünün kendileri için kastettiği rezil gerçeği yalanlama arzusu, onun yakıştırdığı pozisyona itiraz arzusu bile oluşmuyor.
Sivil ve çocukların bulunduğu hastaneleri ve okulları b*mbalayacak kadar acımasız olan... Savunmasız dahi olsa karşılarına çıkan herkesi ö**ldürmekten çekinmeyen... Kendileri dışındakilerin insansı hayvandan öte bir şey olmadığını düşünen... Kendilerine defalarca peygamber gönderilmesine rağmen ıslah olmayan, hatta o peygamberlerden yüzlercesini zalimce şehit eden... Tarih boyunca yaşadıkları bölgelerde bozgunculuk çıkarıp toplumu kaosa sürüklemekten vazgeçmeyen... Ve her yaptıkları işe mutlaka fesad karıştıran, Allah'ın lanetlediği kavim: İSRAİLOĞULLARI… * Video Linki: https://youtu.be/TiRgqR4Y6ac * Bölümler: 00:00 Intro 01:14 Firavun Dönemi 07:27 Hz. Davud ve Süleyman Dönemi 08:36 Babil Dönemi 10:58 Roma ve Hz. İsa Dönemi 12:52 Hz. Ömer Döneminden Yakın Tarihe Kadarki Süreç 15:47 Son * Takip Etmeyi Unutma: Instagram: @maksat114bursa YouTube: @maksat114 Spotify: Maksat 114 X: @maksat114bursa
Mürşid-i kâmilini bulan ve Zât-ı ‘Âlîlerinin onun ifâdesi ile “Eyyâm-ı şebâbını (gençlik günlerini) şerîat-ı mutahhare ve tarî-kat-ı ‘âliyye hizmetinde” geçiren Hazreti Sâmî Efendimiz ma‘nevî mertebeleri hızla aşıyorlardı. Bu yolda kendi ifâdeleri ile ihlâs ve tam teslîmiyet şarttı. Ölünün yıkayıcısına teslîmiyeti gibi mürîd de mürşîdine teslîm olmalıydı ki bi-izni'llâh neticeye ulaşsın. Kendileri anlatıyorlar: “Allâme Taftadânî hazretlerinin talebelerinden biri bir şeyhe intisâb etmiş. Bu talebeden hocasının huzûrunda hikmetli kelâmlar sâdır olmuş. Hocası: “Evlâdım, bunları ben sana öğretmedim; sen bunları nereden öğrendin?” diye soruyor. Talebe: “Efendim ben bir şeyhe intisâb ettim; zikir çekiyorum, doğuş oluyor ve böylece hikmetli konuşuyorum.” diyor. Bunun üzerine ‘Allâme Taftadânî hazretleri: “Oğlum beni de şeyhine götür”; diyor. Kendileri de aynı şeyhe intisâb ediyorlar. Fakat ya teslîmiyet yok veyâ nasîbi yok aynı tecelliyâtlar kendilerinde zuhûr etmiyor, aynı istifâde olmuyor. Sâmî Efendimiz Hazretlerinin bu anlattığı kıssadan çıkan hükme göre nasîbi olan müsta‘îd kişiler mürşid-i kâmili bulup ona tam olarak teslîm olurlarsa bi-izni'llâh neticeye ulaşır, ma‘nevî mertebelerde hızla ilerleyerek kemâle ererler. Bunların hepsi kendilerinde bi-izni'llâh mevcûd olan Hazreti Sâmî (k.s.) kısa zamânda icâzet alırlar, irşâdla görevlendirilirler. Kelâmî Dergâhı'ndaki hizmet günlerine âid Adapazarlı Pehlivân Efendi şu hâtırayı anlatır: “Adapazarı'ndan on arkadaşımla berâber Es‘ad Efendi Hazretlerinin ziyâretlerine gittik. Sohbet esnâsında tekkeye dâhil olmuştuk. İçerisi kalabalık olduğundan dışarıda oturuyor, Es‘ad Efendi Hazretlerinin kendilerini göremiyor, sâdece seslerini işitiyorduk. İlk defa sohbetlerine gelmenin heyecânı içindeydik. Sohbet sırasında ihvân arasında genç bir zât dolaşıp hizmet ediyordu. “Bu genç orada dolaşmasa o zamân dikkatimiz dağılmaz, daha çok istifâde ederdik.” diye içimden geçirdim. Sohbet biter bitmez Es‘ad Efendi Hazretleri: “Adapazarlı Pehlivân Efendi ve on arkadaşı buraya gelsin!” dediler. Hâlbuki bizi hiç tanımıyorlar ve geldiğimizi de görmemişlerdi. “Sâmî evlâdımız hakkında sû-i zan ettiniz, helâllık alın.” buyurdular. Affımızı taleb edip böylece bu iki Zâtı ve aralarındaki derûnî muhabbet ve bağı öğrenmiş olduk. El-hamdü li'llâh.
Cinnet devâm ediyor. İsrâil, dünyânın gözü önünde Gazze'de hakîki manâda bir soykırım gerçekleştiriyor. Her biri korkunç yüzlerce görüntü akıyor. Barış için yapılan tekmil teşebbüsler akâmete uğruyor. Herkes bu işin nerelere gidebileceği sorusunu soruyor. Ben de bu husustaki kendi düşüncelerimi ortaya koymak istiyorum. Karşımızda iki senaryo mevcut. Bunlardan ilki, sürecin Gazze ile sınırlı kalmayacağını, büyüyeceğini düşünüyor. Doğrusu ben de böyle düşünenlerdenim. Bu işin, belki zincirleme olarak değil, ama zamâna yayılmış olarak, fâsılalı olarak büyüyeceği kanatindeyim.. Diğer senaryo ise bunun aksine yaşanan bu fâcianın daha büyük coğrafyalara sıçramayacağı ve Gazze ile sınırlı kalacağını öngörüyor. İsrâil'in Gazze'ye girmesini kırmızı çizgisi olarak ilân etmiş olmasına rağmen Hizbullah'ın bu vakte kadar tepkisiz kalmış olması, İran'dan gelen ve mırın kırın eden izahatlar ; nihâyet Hamas'ın Hizbullah'a serzenişte bulunan beyânatlar vermeye başlaması bu tezi destekler mâhiyette olduğunu söyleyebiliriz. Eğer gelişmeler bu minvâl üzere devâm edecek olursa insanlık târihine en karanlık ve kanlı sayfalardan birisi olarak ilâve edilecek olan bir soykırımla baş başa kalacağız demektir. Bunun nasıl seyredeceği şimdilik müphem görünüyor. Eğer İsrâil ordusu Gazze'de ağır kayıplar verir , bir batağa saplanacak olursa Hamas, İsrâil'i mağlup etmiş, istediğini elde etmiş olacaktır. Muhtemelen İsrâil de bu ihtimâlin farkındadır. Kendileri için herhâlde en kötü senaryo, Gazze'nin kendisi için bir Vietnam olmasıdır. Bu ihtimâli ortadan kaldırmak için en gelişmiş ve en ölümcül savaş teknolojisini kullanmaya azim ve kararlı olduklarını, İsrâilli sözcülerin yaptıkları beyânatlardan anlamak mümkündür. Hâl-i hazırda savaş hukûkununun yasakladığı kimyasal silâhları kullanmaktan çekinmeyen ve hiçbir yaptırıma uğramayan İsrâil daha fazlasını da yapmaya amâde olduğunu gösteriyor. (Koca Irak'ı kimyasal silâh üretmekle suçlayıp, 1 milyonu aşkın insanın ölümüne sebep olan şekilde altını üstüne getiren Batı âleminin bu durum karşısında Üç Maymun'u oynamasını nereye koyacağız?) Gazze'yi yakıp yıktıktan, Gazzelileri katledip, kalanının sürdükten sonra İsrâil kazanmış ve rahatlamış mı olacak? Tam aksine; vaktiyle soykırıma uğramış olmaklığıyla uçsuz bucaksız bir mâsumiyet ve mâsuniyet kazanmış olan Yahudiler, artık bu imtiyazlarını kesinlikle kaybedeceklerdir. İsrâil, bugüne kadar keyfini sürdüğü Mâsumiyet Müzesi'nden çıktı. Bir zamanlar Almanlar Yahudilere yaptıkları sebebiyle nasıl sokakta yürüyemez hâle gelmişse; şimdilik nasıl karşılayacaklarını bilmesem de, aynı şeyin İsrâillilerin başına geleceğini zannediyorum. Direnip bunu reddetseler de en azından inandırıcılıklarını kaybedecekleridir. Avni Özgürel haklı olarak, her sene en az bir kaç tâne çekilen dünyâya servis edilen Holocaust ile alâkalı filmlerin iş yapmakta zorlanacağını söyledi. İnandırıcılık ve itibâr kaybettireceği muhakkak görülen bir zafer ne kadar manâlıdır? İsrâil'de, eğer hâlâ sağduyusunu ve vicdânın kaybetmemiş olanlar varsa, kendilerine sormaları gereken soru budur...
Dört hak mezhebi reddeden, müçtehid olmadığı halde şer'i delilleri sözde kitap ve sünnetten veya meâllerden çıkarmak sevdasında olan kimselerin büyük bir gaflet ve delâlet içerisinde oldukları şüphesizdir. Bu tipler, hiçbir şey üzerinde istikrar edemezler ve hiçbir kimse ile bu düşüncelerini paylaşamazlar. Bu inançta olanlar zahirde bir ve beraber görünseler bile kalpleri ayrı ve fikirleri dağınıktır. Allâh (c.c.) korusun, şayet müslümanlar bu gibilere uyacak olursa, binlerce mezhep doğar, bunların mezhepleri de cehâlet ve ihtiras üzerine kurulmuş olur. Ehli Sünnet'in dört mezhebinde mevcut olan ilim, ihlâs, iffet ve hakkâniyet bunlarda asla bulunamaz. Bunlar, gerçek müçtehidlere uymayı reddettikleri halde, çağdaş efendilerine sımsıkı bağlı ve onları taklid etmekten dolayı da herhangi bir sıkıntı duymazlar. Kendileri mukâllid oldukları halde, başkalarına taklidi caiz görmezler. Bunlar İslâm düşmanlarının elinde birer oyuncak, fikirleri perişan, belirsiz isteklerinin karanlığı içerisinde boğulup gitmişlerdir. Çok iyi biliyorlar ki, Ehl-i Sünnet'in dört mezhebinden birisine uymakla behîmî his ve isteklerine kavuşamayacaklardır. Bu gerçeği bildikleri içindir ki, Ehl-i Sünnet'in mezheplerine savaş açarlar. Nitekim içtihâd iddiaları da bu savaşın bir parçasıdır. Arzu ve isteklerinin temini için bazı haramları helâl, bir kısım farz ve vacipleri terketmekle, bazı helâlleri de haram etmekle ve sünnetin kökünü silmek için içtihâd iddiasında bulunuyorlar ki, yaptıkları gayri meşru işleri meşru ve mubâh göstermektedirler. Bunlara ve bu inanca sahip olanlara en uygun isim, ibâhiyecilik ve haşviyeciliktir. (Mehmet Çağlayan, Ehl-i Sünnet ve Akaidi, s.143-144)
Evvelki gün öyle olduğu gibi dün de öyle oldu. Hazreti Pir de kendisinden evvelkiler gibi aynı güzergâhtan geçti, aynı zulümlere maruz kaldı. “Şeriat devleti kuracak” demediler mi?!. “Haşhaşi” demediler mi?!. Onu haşa Karmati şeklinde muameleye tabi tutmadılar mı?!. Çağınıza ışık tutan, nurefşan insan, Pir-i Mugan, Şem-i Tâbân… Bugün de onu istismar etmek istiyorlar; kenardan köşeden yalancılıkla sahip çıkıp ona taraftar olanları cephelerine çekmek için uğraşıyorlar. Evet, ona da her şeyi söylediler; otuz sene zindanlarda, sürgünlerde hayatı zehir zemberek haline getirdiler. Size demişler çok mu? “Paralel” demişler, “haşhaşi” demişler, “karmati” demişler… *Allah'la irtibat tamam ise, O'nun, riayeti, hıfzı, emniyet ve güveni altındaysanız, ne derlerse desinler, ne herze yerlerse yesinler; yürüdüğünüz yolda sarsıntı geçirmeden Allah'ın izni ve inayetiyle yürüyeceksiniz. Karıncaya basmayan insanlara “terörist” diyenlerin asıl kendileri o levsiyatın içindedirler!.. *Zaten o uydurukça dedikleri şeylere bütün dünya gülüyor. Karıncaya basmayan adamlara “terörist” diyorlar. Hayatlarında arpa kadar haram yememiş insanlara diyorlar. Yeryüzünde dikili bir taşı olmayanlara diyorlar. Kendileri sultanlar gibi yaşadıkları halde, paryalar gibi yaşayan fakat halinden şikâyet etmeyen insanlara söylüyorlar bunları. Evet, iffetinizi, ismetinizi koruyarak nazarî imanınızı amelî imana çevirmiş iseniz, bütün varlığı, insanlığı bir Mevlana edasıyla şefkatle kucaklayabiliyorsanız ki kucaklıyorsunuz insanlık size her zaman bağrını açacaktır. Ve bu türlü herzegû (lüzumsuz, manasız, saçma sapan konuşan) insanların söyledikleri herzelere de güleceklerdir ve gülüyorlar. Şimdi gizli gizli gülüyorlar, kapalı kapılar arkasında gülüyorlar: “Allah Allah, kime terörist diyorlar!” *Terörist olmayan, hayatını melekler gibi sürdüren insanlara terörist diyenler, asıl kendileri o levsiyât içinde bulunan insanlardır. Bunlar bir gün tarihin sayfalarına simsiyah yazılarla kaderlerinin gereği olarak yazılacaklar. Tarih ve gelecek nesiller onlara diyecek: Sohbeti yalan ve iftira olana, konuşması yalan ve iftira olana, yazısı çizisi yalan ve iftira olana, oturduğu yer itibariyle başkalarına sinyaller göndermek suretiyle başkalarını yalan ve iftiralarla idlal edenlere yuf olsun!.. *Bırakın o şefkat mahrumu, merhamet mahrumu insanlar kendi gayzlarıyla, nefretleriyle, kinleriyle yaşayadursunlar. Onların da o kadar yaşamak hakkı var. Siz şimdiye kadar kendi üslubunuza göre yaşadınız, bundan sonra da üslubunuzu koruyarak yaşamaya bakınız. Mahlûkatı şefkatle kucaklayınız. Bu video 13/09/2015 tarihinde yayınlanan “Fitneler Asrı ve Sulh Çizgisi” isimli bamtelinden alınmıştır. Tamamı burada: https://www.herkul.org/bamteli/bamtel...
Ebedî mutluluğun sırrı; bizi karanlıkları ilim ve irfanlarıyla aydınlatan ve tehlikeli dönemeçlerde bizleri işâret taşları ile uyaran mâneviyat ehline uymaktadır. Nitekim Cenâb-ı Hâkk; “Ey mü'minler, Allâh'tan korkun, (kötülüklerden sakının) îmânında ve sözünde doğru olanlarla (sâlih ve sadıklarla) beraber olun.” (Tevbe s. 19) buyurmuştur. Sâdık ve sâlihlerle beraberlik; hakkın sevgisini, bâtıldan uzaklaşmayı ve takvâyı doğurur. Abdulkâdir-i Geylânî (k.s.) hazretleri: “Peygamberlik bayrağını her dönemde taşıyan kırk büyük velî bulunur” buyurmuştur. Yani Nebî (s.a.v.)'i hakkıyla seven, hayatının her ânında O (s.a.v.)'in sünnetini yaşatan ve kendi devirlerinde Peygamberimiz (s.a.v.)'e vekâlet eden ehlullâh silsilesi; insanları Allâh ve Resûlü (s.a.v.)'e kılavuzlamayı sürdürecektir. “Bu devirde böyle insanlar var mı?” sorusuna, Muhterem Ömer Öztürk'ü tanıyan bir mü'min tereddütsüz olarak cevâp verebilir. 13 Ağustos 1946 (15 Ramazân 1365)'te Adana'da dünyâya teşrîf eden zât-ı âlileri, doğumlarından itibaren Hz. Mahmud Sami (k.s.) hazretlerinin terbiyesi altında yetişmişler, Osmanlı bakiyyesi pek çok âlimin sohbetlerine iştirak ederek Hz. Sami (k.s.)'dan aldıkları ilim ve irfan nûrunu kemâle erdirmişlerdir. Kendileri, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in sünnetinin 21. yüzyılda da yaşanabilir olduğunu yaşantısıyla göstermektedirler. Ancak aldıkları terbiye gereği kendilerine hiçbir zaman vücut vermemişler, en yakınlarından bile kendisini ustaca gizlemişler, kendilerini yok sayarak insanları hep dâvâya yönlendirmişlerdir. Cenâb-ı Hâkk'ın “İçinizde iyiliği emredip kötülükten sakındıran bir cemaat bulunsun” emr-i celilesi mucibince, büyük küçük demeden her türlü irşad faaliyetlerine kendisini adamıştır. Kendileri hâlen Medine-i Münevvere'de “Bâb-ı Sıddık'ın Hadimi” olarak Ümmet-i Muhammed (s.a.v.)'e yol göstermeğe ve senede iki kez Türkiye'ye gelerek hizmetlerine devam etmektedirler. Allâh (c.c.) zât-ı âlilerini uzun ömürle muammer etsin. (Misvâk Neşriyat, Hak Yolda Kılavuz Ömer Öztürk, s.13)
Daha önce seninle ilahi suçsuzları konuşmuştuk. Toplum yolundan gidenler kendi hatalarına ilahi suçlular bulurlar. Kendileri o kadar masum ve o kadar temizlerdir ki suçlu hep tanrı ya da şeytandır. Ama toplum yolundakiler sadece ilahi suçlular yaratmazlar bazen de dünyevi bazı suçlular gösterirler kendi tembelliklerine. Bu kişiler de anneler ve babalardır. Bu hafta kendi beceriksizlikleri için ailelerini suçlayanları konuştuk. Biz kendi yolunda olanlar biliyoruz ki ailemiz bizim için çok kıymetli. Kendi yolunda olan kendi evini de kendi barkını da kendi kurar ve orada suçladıklarını değil sevdiklerini ağırlar... --- Send in a voice message: https://podcasters.spotify.com/pod/show/kendi-yoluna-giden-adam/message
Numan ibn Beşir (r.a.)'den rivayet edilmiştir: Allâh Resûlü (s.a.v.)'den şunu dediğini dinledim: “Helâl olan şeyler belli ve açıktır; haram olan şeyler de belli ve açıktır; bu ikisinin arasında ise şüpheli şeyler (haram mı helâl mi olduğu kestirilemeyen veya hem harama, hem de helâla benzeyen) şeyler vardır. İnsanların çoğu (âlim olmayanlar) onların hükmünü bilmezler. Kim onlardan sakınsa, dinini ve kişiliğini korumuş olur; kim onları işlese (bilmeden veya bile bile) harama düşer. Bu kimsenin misâli, hima (devlete mahsus yasak bölge) etrafında koyun otlatan çobanın misâli gibidir. Onun çizgiyi aşıp himânın içine düşmesi (veya koyunların sınırı geçmesi) an meselesidir. Bilin ki, her melikin bir himası vardır. Allâhü Te'âlâ'nın da himası haram ettiği şeylerdir. Bilin ki, cesette bir et parçası vardır. O et parçası iyi olursa bütün ceset iyi olur, o kötü olursa bütün ceset kötü olur. O et parçası kalptir.” (Buhari) Imâmlar bu hadîsin büyük önemi üzerinde ittifâk etmişler ve onun İslâm'ın temel esaslarından olduğunu söylemişlerdir. Şüpheli şeylerden sakınmak sözüyle vera'ın ma'nâsına işaret edilmiştir. Vera' ise ancak dünyaya karşı zühd ve âhirete karşı rağbetle gerçekleşebilir. Kalbin iyi olması sözüyle de bunun ancak gereksiz alâkalarından ve sevgisinden uzak durmakla mümkün olduğuna işaret edilmiştir. Çünkü dünya sevgisi bütün kötülüklerin başı ve kaynağıdır. Gizli değildir ki, zühd (dünyayı sevmeme) gerçek sufîlerin hakikat yolundaki ilk adımlarıdır. Kendileri bunun ancak kalbin iyileşmesi, temizlenmesi ve sağlık bulmasıyla mümkün olduğunu bildikleri için, bunları gerçekleştirmek için azamî çaba sarf ederler. Bizden öncekiler de bu cihad ve çabayı sarf etmişler ve sonucunu alıp, hakikî muradın doruğuna yükselmişlerdir. (Eşref Ali et-Tehanevi, Hadislerle Hanefi Fıkhı, c.20, s.294-295)
Bu video 03/05/2019 tarihinde yayınlanan “RAHMET, ÜMİT VE BEREKET AYI RAMAZAN” isimli bamtelinden alınmıştır. Tamamı burada: https://www.herkul.org/bamteli/bamtel... Bir delikanlı, çiçeği burnunda, görkemli, gösterişli; Hazreti İbn Abbas gibi, Mus'ab İbn Umeyr gibi. Geçerken daha panjurlar açılıyor, o güzelliği görmek için herkes ona bakıyor: “Yahu şuna bakın! Sanki yerde gezen bir melek!” Mus'ab İbn Umeyr de öyle idi; hayatının baharında Uhud'da, Allah Rasûlü'nün önünde, önce sağ kolu, sonra sol kolu ve bir kalkan kılıca karşı “Bir boynum kalmıştı, son; onu vur!..” Rasûlullah'ın önünde kalkan olmak üzere… Jalûziler sıyrılıyor, ona bakıyorlar; böyle bir delikanlı… Mescid-i Nebeviye giderken, Hazreti Ömer döneminde, birinin kapısının önünden geçiyor. Bir fettan, gönlünü ona kaptırmış. Takılıyor ona, değişik argümanları değerlendiriyor, fakat bir türlü istediğine eremiyor. Ağ atıyor ama avını avlayamıyor. Bir sürü, değişik ağlar atıyor, değişik yöntemler kullanıyor Nihayet, herhalde nefs-i emmâre veya şeytanın ona tasallutu neticesinde O da bir sahabî olabilir; Allah, lisanımızı günahtan korusun! bir felaket varmış gibi kapının arkasında bir çığlık koparıyor. Delikanlı, “Acaba ne var ki, yangın mı var?!” filan diye kapıyı tıklatıyor. “İmdada koşayım!” diye içeriye girince, kapı “Tık!” diye kapanıyor. Bu defa Zeliha'nın Hazreti Yusuf'a teklif ettiği teklif ediliyor orada. Birden bire o gencin diline şu ayet-i kerime vird-i zebân ediliyor: إِنَّ الَّذِينَ اتَّقَوْا إِذَا مَسَّهُمْ طَائِفٌ مِنَ الشَّيْطَانِ تَذَكَّرُوا فَإِذَا هُمْ مُبْصِرُونَ “Onlar ki takva dairesi içinde yaşarlar; kendilerine şeytandan bir tayf, bir vesvese geldiği zaman hemen Allah'ı hatırlar ve gözlerini hakka açarlar.” (A'râf, 7/201) İttikâ… Kendileri takva dairesi içinde, Allah'ın himayesine girmiş… “Şeytandan bir şeytanî tayf, bir dalga, bir esinti geldiği zaman, Biz, onun gözünü açarız!” Kadının zorlamaları karşısında, genç kendini dinleyince bakıyor ki, dilinde hep o ayet; hep o ayeti tekrar edip duruyor, hep o ayeti tekrar edip duruyor. Ve kalbi dayanamıyor, düşüyor ve ölüyor orada. Tabiî kadın kapıyı açıyor; arkadaşları, camiye gidip gelen bu insanı tanıyanlar, “Aman, bir yabancının evinde öldü. Ayıp olur; Emîru'l-mü'minîn görmesin bunu!” diyorlar. İlk saflarda duran birisi idi. Hazreti Ömer de orada yoklama yapmasını çok iyi bilirdi. Arkasında bin insan namaz kılıyor ise, biri var mı, yok mu, onu bilecek kadar mahrutî bir bakışa sahip idi. Ömer'e kurban olayım, radıyallâhu anh!.. Evet, “Aman duymasın, ayıp olur; bir yabancının evinde vefat etti..” deyip gizlice götürüyor, namazını kılıyor ve gömüyorlar. Hazreti Ömer efendimiz, işte o mahrutî bakış ile yaptığı yoklamalarında, onu göremeyince durduğu yerde, “Falan nerede?” diyor. Kem-küm ediyorlar önce; sonra da “Ya Emire'l-mü'minîn! Başına böyle bir şey geldi, ölü bulduk. Hem biz hicap ettik, hem de sizi mahcup etmemek için gizlice götürdük. Gömdük onu…” diyorlar. “Beni, mezarına götürün!” diyor. Mezarının başına dikiliyor: وَلِمَنْ خَافَ مَقَامَ رَبِّهِ جَنَّتَانِ “Buna karşılık, Rabbisinin (Rab olarak) Makamı'ndan korkan ve (Âhiret'te de) O'nun huzuruna çıkacak olmanın endişesiyle yaşayan için iki cennet vardır.” (Rahmân, 55/46) ayetini okuyor. “Allah mehâfeti ile, mehâbeti ile, korkusu ile hareket edene, iki cennet vardır, bir cennet değil. Arzı, tûlü (genişliği, uzunluğu) gökler genişliğinde cennetler vardır.” Birdenbire mezardan ortalığı lerzeye getirecek bir ses duyuluyor: “Yâ Emire'l-mü'minîn! Ben, onun iki katını buldum!” Allah, seni Cennetü'l-Firdevs ile sevindirsin! Ve bizi de sizin kıtmîrleriniz olarak orada haşr ü neşr eylesin!..
Merhaba arkadaşlar. Bugün salı, yani Peki Nasıl günü ama bugün sizlerle uzun zamandır Twitter'da gerçekleştirdiğimiz ve artık Youtube'a da taşımaya karar verdiğimiz 2:20 içeriğimizle buluşturacağız. 2:20 'nin bu haftaki konuğu Muğla İl Tarım ve Orman Müdürü Barış Saylak Bey oldular. Kendileri ile Muğla'da geçtiğimiz yaz aylarında yaşadığımız orman yangınlarını, orman yangınları sonrası bölgede yürütülen çalışmaları, tarım projelerini, çiftçiye verdikleri destekleri, bölgenin itici gücü olan su ürünlerine dair yapılan çalışmaları ve teşvikleri konuştuk. Tarım, orman ve hayvancılık üzerine oldukça bilgilendirici ve öğretici verimli bir röportaj oldu. Umarım sizler de beğenirsiniz. Şimdiden hepinize iyi seyirler dilerim.
Bu video 14/02/2016 tarihinde yayınlanan “Sarılın Şefkate, Yapışın Himmete; Tükürün Korkunun Yüzüne!..” isimli bamtelinden alınmıştır. Tamamı burada: https://www.herkul.org/bamteli/bamtel... Kendini bu yola adamış insanlar bir taraftan hareket ederlerken bir taraftan da kendi enerjilerini üretmeleri lazım. Hiç yorulmamaları, Sahabe-i kiram efendilerimiz gibi hep koşmaları lazım. Fakat kendileri için değil!.. “Attan inmeyesüz!” diyen Hazreti Murad Hüdavendigar (aleyhirrahmetü velğufran) gibi, “Attan inmeyesüz!” felsefesiyle dünyanın dört bir yanına atlarını mahmuzlayıp koşmaları lazım. Onların enerjileri vicdanlarından geliyor, Allah'la irtibatlarından geliyor, Hazreti Ruh-u Seyyidi'l-enâm'a koşmalarından geliyor. O, onları besliyor. “Mahbub” mevzuunda tercih ve sıralama hatası yapmayın!.. *Mü'min, her şeyden evvel, mutlak Mahbub, mutlak Maksud, mutlak Mâbud olarak Allah'a dilbeste olur. O'nu diler ve her hâliyle O'nun kulu olduğunu haykırır. Sonra da başta İnsanlığın İftihar Tablosu olmak üzere anne-baba, refika-yı hayat ve evlat gibi insanları sever. Böylece diğer sevgiler de Allah'a karşı samimî alâka duymanın birer ifadesi olarak değerlendirilebilir ve Allah'tan ötürü bir sevgi sayılabilir. Sevgi meselesinde önemli olan, “mahbub” mevzuunda tercih ve sıralama hatası yapmamaktır. *Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır: قُلْ إِنْ كَانَ آبَاؤُكُمْ وَأَبْنَاؤُكُمْ وَإِخْوَانُكُمْ وَأَزْوَاجُكُمْ وَعَشِيرَتُكُمْ وَأَمْوَالٌ اقْتَرَفْتُمُوهَا وَتِجَارَةٌ تَخْشَوْنَ كَسَادَهَا وَمَسَاكِنُ تَرْضَوْنَهَا أَحَبَّ إِلَيْكُمْ مِنَ اللهِ وَرَسُولِهِ وَجِهَادٍ فِي سَبِيلِهِ فَتَرَبَّصُوا حَتَّى يَأْتِيَ اللهُ بِأَمْرِهِ وَاللَّهُ لاَ يَهْدِي الْقَوْمَ الْفَاسِقِينَ “(Ey Rasûlüm! Mü'minlere şunu) söyle: Eğer babalarınız, çocuklarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım, akraba, sülâle ve kabileniz, ter dökerek kazanıp biriktirdiğiniz mallar, kesada uğramasından endişe ettiğiniz ticaretiniz ve içlerinde rahat yaşamaktan zevk aldığınız meskenler sizin için Allah'tan, Rasûlü'nden ve O'nun yolunda cihad etmekten daha sevimli ve önemli ise, bu takdirde Allah hakkınızda hükmünü verip, başınıza geleceği gönderinceye kadar bekleyin. Allah, (geçici dünya geçimliğini Kendisine, Rasûlü'ne ve Kendi yolunda cihada tercih eden) fâsıklar güruhunu doğruya da, dünyada ve Âhiret'te gerçek saadete de ulaştırmaz.” (Tevbe, 9/24)
“Altılı Ganyan Turizm'in Sayın Yolcuları, CHP ile İYİ Parti'nin ortak mekânı Kulak Çekme Tesisleri'ne gelmiş bulunuyoruz! Yarım saatlik söz dalaşının bitiminde otobüsümüzdeki yerlerinizi almanızı rica ederiz.” ««« İP'in etkili ismi Yavuz Ağıralioğlu, Kemal Kılıçdaroğlu'nun ortak aday olması halinde seçilemeyeceğini söyleyince... CHP'li Engin Altay çıktı, dedi ki: “Bir evin çocuğunun kusuru için kulağı çekilecekse, evin reisi çeker. Biz de bunu bekliyoruz!” ««« Engin Altay'ın öğrencilik yıllarında... Kimi öğretmenlerin “Kulak Çekme” gibi kötü bir alışkanlığı vardı. ««« Meral Akşener ise eski bir öğretmendir. (1979-1982) ««« Şimdilerde... Engin Müdür tutmuş, Meral Hoca'dan “öğrencisinin!” kulağını çekmesini istiyor! ««« Tam yerine denk gelince... Yavuz Ağıralioğlu, “cuk oturan” sözüyle “manzara” koydu: “Kendileri gibi düşünmeyenlerin kulağının çekilmesini istemek, iktidar iddiası olan bir parti için pek hayırlı ve saygın bir heves değildir!” KISSADAN HİSSE Muhalefette “Kulak Çekme” yöntemini benimsemiş bir CHP, şayet iktidara gelirse: Tekme, tokat, yumruk vs. gibi ne denli “ileri demokrasi!” uygulamaları yapar, hele bir hesap edin! BÜYÜK LOKMA YE, BÜYÜK LAF ETME CHP'nin Grup Başkan Vekili Engin Altay, diyor ki: “Erdoğan karşısında herkesle seçim kazanılır... Kılıçdaroğlu ile döke saça kazanılır... Bu kadar basit!” ««« Yani? “Ceketimizi koysak kazanırız” hesabı! Ağıralioğlu ise tam da bu “ceketli kibrin kaybettireceğini” söylüyor... Farklı bir fikre sahip diye de... Ceza olarak, “kulağının çekilmesi” talep ediliyor! DAHA AĞIRINI SÖYLEMİŞTİ Kendisinden parti mensubunun kulağını çekmesi istenen Akşener, bir süre önce ne demişti: “Masaya davet ettiniz, geldik... Sağcı istemiyorsanız, etmeyin kardeşim... İpin ucu kaçtı!” ««« Nedir? Ağıralioğlu ile kıyaslanamayacak şekilde “ağır” konuşmuştu! ««« Ortak Aday bahsinde, başından beri... “Kazanacak, seçilebilecek aday!” diyen Meral Hanım'dan söz ediyoruz. “TİPİ TİP” ÖZGÜR Devlet Bahçeli'nin karikatürleştirip “Tipi Tip” diye andığı CHP'nin diğer Grup Başkan Vekili Özgür Hususi de Büyük Konuşanlar Ligi'nde top koşturuyor: “Kemal Bey aday olursa, ciddi bir farklı kazanır!” ««« Dikkat buyurunuz... Akşener'in partisinden herhangi bir isim çıkıp da Özgür arkadaşa “Kulağı çekilmeli!” falan demedi!
Bu video 25/05/2016 tarihinde yayınlanan “KİMİN PEŞİNDESİN?!.” isimli bamtelinden alınmıştır. Tamamı burada: https://www.herkul.org/bamteli/bamtel... İnsanlığa âb-ı hayat sunacak olan diriltici ruh, Peygamberlerin ve vârislerinin temsil ettikleri beklentisizlik ve adanmışlık ruhudur. * اِتَّبِعُوا مَنْ لاَ يَسْأَلُكُمْ أَجْراً وَهُمْ مُهْتَدُونَ Kendileri hidayet üzerinde.. sizi de doğru yola götürüyorlar.. hedefi belli, yanıltmayacak bir güzergâhta yürütüyorlar; patikaya saptırtmıyorlar. Deyip anlattıklarında insan tabiatına ters bir husus yok. Hiçbir arızası olmayan bir güzergâha sizi çağırırken, aynı zamanda onun karşılığında da bir ücret istemiyorlar. İşte siz, size hizmet ettikleri halde bir bedel istemeyen, sizden aldıkları şeylerle saltanatlar kurmayan; evlad u ıyalleri için yatlar, gemiler, filolar oluşturmayan, yalılar, saraylar yapmayan insanların arkasından gidin, onlara uyun. Mefhum-u muhalif dilde çok önemli bir faktördür. Öyleyse sizden bir karşılık alan, hayat şeklini gecekonduda olduğunun dışında farklılaştıran; gecekonduyu yalıya, villaya, donanmaya, filoya çeviren insanlara uymayın; onların arkalarından gitmeyin!.. *İstiğnâ ve beklentisizlik, Peygamberlik mesleğinin şiarıdır; insanları kurtarmak için kendi hayatını istihkâr ederek her gün ölüp ölüp dirilme, sürekli çalışma, hep koşturma, zahmet çekip meşakkatlere katlanma ama bütün bunlara bedel hiçbir ücret istememe irşad yolunun hususiyetidir. Nitekim Hazreti Nuh, Hazreti Hûd, Hazreti Salih, Hazreti Lût ve Hazreti Şuayb (Allah'ın salat ve selamı Efendimiz'in ve bütün peygamberlerin üzerine olsun) hep aynı cümleyi tekrar etmiş; وَمَا أَسْأَلُكُمْ عَلَيْهِ مِنْ أَجْرٍ إِنْ أَجْرِيَ إِلَّا عَلَى رَبِّ الْعَالَمِينَ “Bu hizmetten ötürü sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretimi verecek olan, ancak Rabbü'l-âlemîn'dir.” (Şuarâ, 26/109) diyerek, bütün peygamberlerin ortak duygu ve düşüncesini dile getirmişlerdir. İşte, insanlığa âb-ı hayat sunacak olan diriltici ruh, bu beklentisizlik ve adanmışlık ruhudur. https://www.herkul.org/bamteli/bamtel...
Bu video 25/05/2016 tarihinde yayınlanan “KİMİN PEŞİNDESİN?!.” isimli bamtelinden alınmıştır. Tamamı burada: https://www.herkul.org/bamteli/bamtel... İnsanlığa âb-ı hayat sunacak olan diriltici ruh, Peygamberlerin ve vârislerinin temsil ettikleri beklentisizlik ve adanmışlık ruhudur. * اِتَّبِعُوا مَنْ لاَ يَسْأَلُكُمْ أَجْراً وَهُمْ مُهْتَدُونَ Kendileri hidayet üzerinde.. sizi de doğru yola götürüyorlar.. hedefi belli, yanıltmayacak bir güzergâhta yürütüyorlar; patikaya saptırtmıyorlar. Deyip anlattıklarında insan tabiatına ters bir husus yok. Hiçbir arızası olmayan bir güzergâha sizi çağırırken, aynı zamanda onun karşılığında da bir ücret istemiyorlar. İşte siz, size hizmet ettikleri halde bir bedel istemeyen, sizden aldıkları şeylerle saltanatlar kurmayan; evlad u ıyalleri için yatlar, gemiler, filolar oluşturmayan, yalılar, saraylar yapmayan insanların arkasından gidin, onlara uyun. Mefhum-u muhalif dilde çok önemli bir faktördür. Öyleyse sizden bir karşılık alan, hayat şeklini gecekonduda olduğunun dışında farklılaştıran; gecekonduyu yalıya, villaya, donanmaya, filoya çeviren insanlara uymayın; onların arkalarından gitmeyin!.. *İstiğnâ ve beklentisizlik, Peygamberlik mesleğinin şiarıdır; insanları kurtarmak için kendi hayatını istihkâr ederek her gün ölüp ölüp dirilme, sürekli çalışma, hep koşturma, zahmet çekip meşakkatlere katlanma ama bütün bunlara bedel hiçbir ücret istememe irşad yolunun hususiyetidir. Nitekim Hazreti Nuh, Hazreti Hûd, Hazreti Salih, Hazreti Lût ve Hazreti Şuayb (Allah'ın salat ve selamı Efendimiz'in ve bütün peygamberlerin üzerine olsun) hep aynı cümleyi tekrar etmiş; وَمَا أَسْأَلُكُمْ عَلَيْهِ مِنْ أَجْرٍ إِنْ أَجْرِيَ إِلَّا عَلَى رَبِّ الْعَالَمِينَ “Bu hizmetten ötürü sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretimi verecek olan, ancak Rabbü'l-âlemîn'dir.” (Şuarâ, 26/109) diyerek, bütün peygamberlerin ortak duygu ve düşüncesini dile getirmişlerdir. İşte, insanlığa âb-ı hayat sunacak olan diriltici ruh, bu beklentisizlik ve adanmışlık ruhudur. https://www.herkul.org/bamteli/bamtel...
Son gülen iyi güler... Ama iyi gülmek son gülenin güldüğü gibi değil. Vaktinden sonra gelen hiçbir şeyin anlamı yok. Zaten onu sabırla beklemiş olan hevesini yitirmeye başlamışken bir de toplum denen yapının elemanları gelip o mutluluğu boğazınıza dizerler. Kendileri o günleri geçmiş yeni arzulara yelken açarken size yaşayacağınız sıkıntıları anlatır dururlar. Bu hafta bu patavatsızlar hakkında konuştuk. Doğru zamanı bekliyor bu hayatta bazılarımız. O yüzden bu beklemenin nasıl olması gerektiğini göstermek istedim sizlere... --- Send in a voice message: https://anchor.fm/kendi-yoluna-giden-adam/message
Ebedî mutluluğun sırrı; bizi karanlıkları ilim ve irfanlarıyla aydınlatan ve tehlikeli dönemeçlerde bizleri işâret taşları ile uyaran mâneviyat ehline uymaktadır. Nitekim Cenâb-ı Hâkk; “Ey mü'minler, Allâh'tan korkun, (kötülüklerden sakının) îmânında ve sözünde doğru olanlarla (sâlih ve sadıklarla) beraber olun.” (Tevbe s. 19) buyurmuştur. Sâdık ve sâlihlerle beraberlik; hakkın sevgisini, bâtıldan uzaklaşmayı ve takvâyı doğurur. Abdulkâdir-i Geylânî (k.s.) hazretleri: “Peygamberlik bayrağını her dönemde taşıyan kırk büyük velî bulunur” buyurmuştur. Yani Nebî (s.a.v.)'i hakkıyla seven, hayatının her ânında O (s.a.v.)'in sünnetini yaşatan ve kendi devirlerinde Peygamberimiz (s.a.v.)'e vekâlet eden ehlullâh silsilesi; insanları Allâh ve Resûlü (s.a.v.)'e kılavuzlamayı sürdürecektir. “Bu devirde böyle insanlar var mı?” sorusuna, Muhterem Ömer Öztürk'ü tanıyan bir mü'min tereddütsüz olarak cevâp verebilir. 13 Ağustos 1946 (15 Ramazân 1365)'te Adana'da dünyâya teşrîf eden zât-ı âlileri, doğumlarından itibaren Hz. Mahmud Sami (k.s.) hazretlerinin terbiyesi altında yetişmişler, Osmanlı bakiyyesi pek çok âlimin sohbetlerine iştirak ederek Hz. Sami (k.s.)'dan aldıkları ilim ve irfan nûrunu kemâle erdirmişlerdir. Kendileri, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in sünnetinin 21. yüzyılda da yaşanabilir olduğunu yaşantısıyla göstermektedirler. Ancak aldıkları terbiye gereği kendilerine hiçbir zaman vücut vermemişler, en yakınlarından bile kendisini ustaca gizlemişler, kendilerini yok sayarak insanları hep dâvâya yönlendirmişlerdir. Cenâb-ı Hâkk'ın “İçinizde iyiliği emredip kötülükten sakındıran bir cemaat bulunsun” emr-i celilesi mucibince, büyük küçük demeden her türlü irşad faaliyetlerine kendisini adamıştır. Kendileri hâlen Medine-i Münevvere'de “Bâb-ı Sıddık'ın Hadimi” olarak Ümmet-i Muhammed (s.a.v.)'e yol göstermeğe ve senede iki kez Türkiye'ye gelerek hizmetlerine devam etmektedirler. Allâh (c.c.) zât-ı âlilerini uzun ömürle muammer etsin. (Misvâk Neşriyat, Hak Yolda Kılavuz Ömer Öztürk, s.13)
Bu video 15/01/2017 tarihinde yayınlanan "KARANLIKLARIN SUİKAST PLANLARI VE HİZMET'E KUMPAS" isimli bamtelinden alınmıştır. Tamamı burada: https://www.herkul.org/bamteli/bamtel... Asıl kendileri “sızmış” olan karanlık ruhlar, kara bir kadroyla, kapkara bir kısım planları sahneye koydular!.. Bir kısım kapkara ruhlar.. millet böyle kara günlerini yaşadığı zamanda.. kapkara ruhlu bir kadro ile.. kapkara bir kısım senaryolar hazırladılar. Önce, dershanelerin kapatılması için, en masum hizmetlere “sızma” dediler. Bir vatan evladının kendi memleketinde, değişik hayatî birimlere girmesine “sızma” denmez. Osmanlıların içine sokulmuş insanların yaptığına “sızma” denir. Kendi vatanında, “yeniden millî mücadele” diyen insanlara “sızma” denmez. Vatan evladı, öyle bir organizasyon içine girebilir. Ama ülkenin mevcut anayasası var, kanunları var; o kanunlara göre hareket ederler bunlar. Devleti aşmaya çalışmazlar; devletin ortaya koyduğu kanun ve nizama göre hareket ederler ama öyle olur. “Milli Görüş Teşkilatı”; sızma mıdır bu?!. Saygısızlık olur!.. Merhum Hoca döneminde, “Akıncılar” diye bir grup oluşmuştu, ikisi arasında hafif bir vuruşma/sürtüşme de vardı. Bunlara “sızma” denmez. Hayatın her birimine girme, onların hakkıdır. Birileri sızmış… “Âlemi nasıl bilirsin?” “Kendin gibi!..” Birileri, belli menfur ve münker düşüncelerini realize etmek için sızmış olabilirler; Devlet-i Aliyye içine sızmış olabilirler. Bunlar, kendileri gibi düşünmeyenlere de hep “sızmış” nazarıyla bakabilirler. Dolayısıyla da o dershanelere, o okullara, o üniversitelere tâ baştan karşı çıkmalarının arkasında bu saik vardı. Hatta gittikleri yerlerde o müesseselere adım atmama, âdeta onları o ülkenin insanları/idarecileri nazarında ademe mahkum etme gibi tavır ve davranışlarda bulundular. Bir yıkma cehdi, o zaman sinsiceydi, içten içe idi. Fakat o yetmedi. Belli bir dönemde, bir kısım hırsızlıkları, bir kısım rüşvetleri ortaya saçıldı; hâlâ dünya medyasında, sosyal medyada, Twitter'da bunlar geziyor, canlılıklarını koruyor. Kendilerini derin, koyu Müslüman görüyorlardı. Bu türlü şeyler yüzlerine çarpılınca, bir yönüyle yalan söyledikleri ortaya çıktığı mülahazasıyla, “Bu bir darbedir!” falan dediler. İlk senaryo öyle oldu. Onunla, mübarek bir hareketi, dünya çapında bir hareketi, Devlet-i Aliyye döneminde bile reâlize edilemeyen bir hareketi karalamaya kalktılar. İçlerindeki o gaseyânı döktüler. Fakat “17-25 Aralık” olarak bilinen o hadise de yetmedi. “15 Temmuz”da farklı bir senaryo oluşturdular; birilerini iğfal ettiler. Belki bazı gafil Müslümanlar da o işin içine girdi. Gâfil Müslümanlar!.. Doğrudan doğruya, yapılan o işin mantığına kat'iyen uygun olmayan bir senaryo idi. Dünya gülüyor buna.. ve hiç kimse böyle bir şeyin olacağına ihtimal vermiyor. Bu defa onu değerlendirdiler, darbeyi şiddetlendirdiler. Binlerce insana ve dolayısıyla da milyonlarca ferde aynı zamanda acı çektirdiler. Zira bir insanın içeriye atılması, bir aile demektir; belki akraba ve taallukatı da nazar-ı itibara alınınca, “aileler” demektir. Binlerce insan… Elli bin insan, yüz bin insan için bu mezâlim, bu haince planlar uygulanıyorsa şayet, milyonlarca insana zulmediliyor demektir. Bunca insandan “Hakkınızı helal edin!” deyip helallik almayınca, câmiye de gitseler, oruç da tutsalar, Cehenneme gitmeleri mukadderdir onların. Cehennemlik, kâfir sıfatıyla muttasıf; “kâfir” demiyorum. Çünkü bu yapılan şeyler, kâfir sıfatı, mü'minde bulunmaz böyle bir şey.
"Kendileri gibi olmayanları terörize ediyorlar, ses çıkaramaz hâle getiriyorlar ki etki alanlarını genişletsinler, hep bir adım ileri atabilsinler" Mehmet Y. Yılmaz'ın 19 Mayıs 2022 tarihli yazısının seslendirmesidir. https://t24.com.tr/yazarlar/mehmet-y-yilmaz/azgin-azinligin-terorune-boyun-egmeyin,35323
Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz: “Şunu biliniz ki sizden evvelkiler yetmiş iki fırkaya ayrıldılar. Bu ümmet de yetmiş üç fırkaya ayrılacak. Hepsi ateşte, biri necattadır (kurtulur)” buyurmuştur. Necatta olanların kimler olduğu sorulunca: “Benim ve Ashâbımın yolu üzere olanlar” buyurmuşdur. Evliyadan ve erbâb-ı kulûbdan (kalb ehli) zannedilen ve sofiyyeden (tasavvuf ehli) kabul edilen nice kimseler vardır ki, Cenâb-ı Hakk'a teveccühlerinde asla sâdık değillerdir. Kalbleri ehl-i gaflete meyleder, içden içe onların, çirkin ef'aline (işlerine) can atarlar. Nefsânî hazlarını tatmin edecek da‘vetlere muhatab oldukları zaman koşa koşa giderler. Hakkın da‘vetine de kerhen ve bize kâfir demesinler diye icâbet ederler. Bunların hak yolunda ihlâs ve sadakatları yokdur. Bunlar, cahilliklerine bakmayıp elleriyle yazdıkça yazarlar, “bunlar da haktandır” derler. Kendileri hidâyetden çok uzak bir dalâlete düşmüşler, nicelerini de dalâlete sürüklemektedirler. Hâkk yolunun yolcusu, Hâkk (c.c.)'a vâsıl olmak için Hâkk neyi emretmişse ona sımsıkı sarılmalı, zahirî hallere aldanmamalı, nefsinin hilelerine ve bu gibi câhillerin sözlerine kanmamalı, her an uyanık ve dikkatli bulunmalıdır. Hâkk yolu inceden ince, dikden dikdir. İnsanların en câhili, nefsinin sıfatlarını gördüğü ve bildiği halde, vaktini boşa harcayıp onları ıslâh ederek Hâkk'a vâsıl olmağa çalışmayandır. Haris bin Esed el-Muhâsibî (r.a.) demiştir ki: “Asılsız medihden hoşlanan kimse, maskara edilmekten hoşlanan kimse gibidir. Akıl sahibi yanında halkın medh ve zemmi (övme ve yermesi) müsavîdir. Sâlikin bir tek gayesi vardır. Hakîkate vâsıl olmak. Bu da ma‘rifetullahı kazanıp Allâh (c.c.)'un rızâsını tahsile çalışmak içindir. Cemaat karşısında büyüklenen ve insanların hürmet ve ta'zîminden, elini öpmelerinden memnun olan, kendisini cemaatten üstün gören, medh-u zemm ile uğraşan vâizin vay hâline!” (Hz. Mahmud Sâmî Ramazânoğlu (k.s.), Bakara Sûresi Tefsiri, s.151)
Mülteci tartışmalarında Cumhurbaşkanı Erdoğan'dan yeni açıklama geldi: "Kendileri isterlerse gidebilirler ama biz onları asla kovmayacağız." İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu'nun tartışmalı Karadeniz gezisi yargıya taşındı... Türkiye'de işsiz sayısı yüzde 23 arttı. Benzine çarşamba günü zam gelecek. Ve dolar aylar sonra hareketlenmeye başladı, 15 lirayı aştı. Gündemin tüm gelişmeleri bültende...
Gazete'den Hilal Hanım aradı... “Millî Eğitim Bakanı'mız Sayın Mahmut Özer ziyaret edecekler. Genel Yayın Yönetmeni'miz Hüseyin Bey sizi de davet etmemizi istedi” dedi... Bu gibi toplantılar bazen sıkıcı olurlar, ancak ben çok sevindim. ... Çünkü Millî Eğitim Bakanı'mızı Bülent Ecevit Üniversitesi Rektörlüğü döneminden beri yakından tanır ve takip ederim. Kendileri beni bir konferans için üniversiteye davet etmişlerdi. O gün bugündür aramızdaki güven ve dostluk ilişkisi sürer... Bu nedenle toplantıya beklentilerim hayli yüksek ve uzun zamandır yüz yüze gelmediğimiz Sayın Bakan'ı yeniden görme şansını elde etmenin
Barut: Hangi Kanunu Getirirlerse Getirsinler O Kanunla Kendileri Kaybedecek | Ankara Gündemi 1 by Artı TV
Kendileri cezaevinde fikirleri iktidarda! 28 Şubat'ın bininci yılı… [Bülent Korucu]
Bülent Korucu | Kendileri cezaevinde fikirleri iktidarda! 28 Şubat'ın 1000. yılı…. | 26.02.2022 by Tr724
Mümkinler âlemini, ya'nî mahlûkları, üç kısma ayırmışlardır: (Âlem-i ervâh), (Âlem-i misâl) ve (Âlem-i ecsâd). Âlem-i misâle (Âlem-i berzah) da demişlerdir. Çünki bu âlem, (Âlem-i ervâh) ile (Âlem-i ecsâd) arasındadır. Bu âlem, ayna gibidir. Diğer iki âlemdeki hakîkî varlıklar ve ma'nâlar, bu âlemde latîf şekllerde görünürler. Çünki, iki âlemdeki her hakîkate ve her ma'nâya uygun birer şekl, heyet, bu âlemde bulunur. Bu âlemde, kendiliğinden hiçbir hakîkat, hiçbir madde ve ma'nâ yokdur. Buradaki şekller, heyetler, öteki âlemlerden aks eden görüntülerdir. Aynada hiçbir şekl ve sûret yokdur. Aynada bir şekl görünürse, başka yerden gelen bir görünüşdür. Âlem-i misâl de böyledir. Bu iyi anlaşılınca, deriz ki, rûh bu bedene te'alluk etmeden önce, kendi âleminde idi. Rûh âlemi, âlem-i misâlden dahâ üstündür. Rûh, bedene te'alluk edince, bedene âşık olarak, bu madde âlemine iner. Âlem-i misâl ile bir ilgisi yokdur. Rûh bu bedene te'alluk etmeden, ilgilenmeden önce, âlem-i misâl ile ilgisi olmadığı gibi, bedene olan ilgisi bitdikden sonra da, bu âlem ile ilgisi olmaz. Şu kadar var ki, Allahü teâlânın dilediği zemânlarda, rûhun ba'zı hâlleri, bu âlemin aynasında görünür. Rûhun hâllerinin iyiliği, kötülüğü buradan anlaşılır. Keşf ve rü'yâlar, böyle hâsıl olmakdadır. İnsanın hisleri, duyguları gayb olmadan da, âlem-i misâldeki şeklleri gördüğü çok olmuşdur. Rûh, bedenden ayrıldıkdan sonra, ulvî ise, yükselir. Süflî ise, alçalır. Âlem-i misâl ile bir ilişiği olmaz. Âlem-i misâl, görünen bir âlemdir. Bir varlık âlemi değildir. Varlık âlemleri ikidir. Âlem-i ervâh ve Âlem-i ecsâd. Ya'nî rûh âlemi ile madde âlemi, varlık âlemidir. Bunlarda bulunan şeyler, yalnız görünüş değildir. Kendileri de vardır. Âlem-i misâlde ise, hiçbir varlık yokdur. Yalnız, âlem-i ervâhda ve âlem-i ecsâdda bulunan varlıklar için bir ayna gibidir. Rü'yâda, âlem-i misâldeki elem, acı, sıkıntı görünür. Bu da, görenin hak etdiği azâbın, âlem-i misâldeki görüntüsünün görülmesidir. Onu gafletden uyandırmak için, kendini düzeltmesi için, kendisine gösterirler. Kabr azâbı, rü'yâda, âlem-i misâldeki görüntüleri görmek değildir. Kabr azâbı, rü'yâ gibi değildir. Kabr azâbı, azâbın görüntüsü değildir. Azâbın kendisidir. Bundan başka, rü'yâda görülen acı, azâb, azâbın kendisidir denilse bile, dünyâdaki acılar, azâblar gibidir. Kabr azâbı ise, âhıret azâblarındandır. Birbirlerine hiç benzemezler. Çünki, dünyâ azâbları, âhıret azâbları yanında hiç kalır. Allahü teâlâ, o azâblardan bizi korusun! Eğer, âhıret azâblarından bir kıvılcım dünyâya gelse, herşeyi yakar, yok eder. Kabr azâbını, rü'yâda görülen azâb gibi sanmak, kabr azâbını bilmemekden, anlamamış olmakdan ileri gelmekdedir. Azâbın kendisi ile, görünüşünü karışdırmakdan hâsıl olmakdadır. Böyle yanlış düşünmek, dünyâ azâbı ile âhıret azâbını aynı sanmakdan da olur. Böyle sanmak, pek yanlışdır. Yanlış ve bozuk olduğu meydândadır. Tam İlmihal Se`âdet-i Ebediyye | Sayfa : 88
Son zamanlarda ekonomi alanında yaşamakta olduklarımız ekonomi üzerine büyük laflar eden herkesin laflarını boğazına kaçıracak, öğrenmeye açık olanlara ise ibretlerle dolu tecrübeler. Ekonomiyi bir bilim olarak görenler için herşey aslında çok açık. Nitekim işler kötüye gittiğinde ezberlenmiş bilimsel tezleri büyük bir özgüven patlamasıyla naralar atarak, insanları cahil yerine koyarak, hatta azar tonlarıyla anlatmak için gün doğar. Böyle zamanlarda ekonominin bilimle ilişkisi veya ekonominin nedensel zorunluluğu en çok ifade edilen tartışılmaz bir gerçek gibi sunulur. Oysa her zaman geçerli olan, aslında en tartışılmaz gerçek ekonominin sadece ekonomiden ibaret olmadığı ve ekonomik davranışın nedensel bir zorunluluğa tabi olmadığı gerçeği böyle zamanlarda zorbaca bastırılmış olur. Bu arada ekonominin tartışılmaz, bilimsel kuralları olduğu fikrinin de aslında yine ekonomi üzerindeki asıl belirleyici olan psikolojiyi nasıl etkilediği bile görülmez. Evet, ekonomi sadece ekonomi değildir ve büyük ölçüde insanların davranışlarıyla ilgilidir. Davranışlarsa türlü türlü etkilere tabidir. İnsanlar ekonomik olarak tercihlerini türlü türlü yapabiliyorlar. Ekonomik olarak kazançlı olmayı arasalar da her zaman psikolojik etkilerinden dolayı bu yolu bulamazlar. Kendileri için kazançlı olan ile toplum için faydalı olan arasındaki çelişkide bocalarlar ve bu konuda nasıl davranacakları konusunda insan olma gerçekliğiyle tercih farklılaşması yaşarlar. Politik tutumları ekonomik tercihlerini de belirleyebilir ve kendileri için faydalı olan ile toplum için faydalı olan arasında bir çelişki olduğunda nasıl davranacakları konusunda bir farklılaşma oluşur. Üstelik bu farklılaşmada bile içiçe geçişler yaşanır. Burada toplumsal fayda ile bireysel fayda arasındaki çelişkide insanların nasıl bir davranış sergileyecekleri hususunda hiçbir bilimsel kural olamaz, olay tamamen politiktir. Burada en geniş anlamıyla politik alana dinsel veya ahlaki değer veya motivasyonlar da dahildir tabi.
Mürşid-i kâmilini bulan ve Zât-ı ‘Âlîlerinin onun ifâdesi ile “Eyyâm-ı şebâbını (gençlik günlerini) şerîat-ı mutahhare ve tarîkat-ı ‘âliyye hizme-tinde” geçiren Hazreti Sâmî Efendimiz ma‘nevî mertebeleri hızla aşıyorlardı. Bu yolda kendi ifâdeleri ile ihlâs ve tam teslîmiyet şarttı. Ölünün yıkayıcısına teslîmiyeti gibi mürîd de mürşîdine teslîm olmalıydı ki bi-izni'llâh neticeye ulaşsın. Kendileri anlatıyorlar: “Allâme Taftadânî hazretlerinin talebelerinden biri bir şeyhe intisâb etmiş. Bu talebeden hocasının huzûrunda hikmetli kelâmlar sâdır olmuş. Hocası: “-Evlâdım, bunları ben sana öğretmedim; sen bunları nereden öğrendin?” diye soruyor. Talebe: “-Efendim ben bir şeyhe intisâb ettim; zikir çekiyorum, doğuş oluyor ve böylece hikmetli konuşuyorum.” diyor. Bunun üzerine ‘Allâme Taftadânî hazretleri: “Oğlum beni de şeyhine götür”; diyor. Kendileri de aynı şeyhe intisâb ediyorlar. Fakat ya teslîmiyet yok veyâ nasîbi yok aynı tecelliyâtlar kendilerinde zuhûr etmiyor, aynı istifâde olmuyor. Sâmî Efendimiz Hazretlerinin bu anlattığı kıssadan çıkan hükme göre nasîbi olan müsta‘îd kişiler mürşid-i kâmili bulup ona tam olarak teslîm olurlarsa bi-izni'llâh neticeye ulaşır, ma‘nevî mertebelerde hızla ilerleyerek kemâle ererler. Bunların hepsi kendilerinde bi-izni'llâh mevcûd olan Hazreti Sâmî (k.s.) kısa zamânda icâzet alırlar, irşâdla görevlendirilirler. Kelâmî Dergâhı'ndaki hizmet günlerine âid Adapazarlı Pehlivân Efendi şu hâtırayı anlatır: “Adapazarı'ndan on arkadaşımla berâber Es‘ad Efendi Hazretlerinin ziyâretlerine gittik. Sohbet esnâsında tekkeye dâhil olmuştuk. İçerisi kalabalık olduğundan dışarıda oturuyor, Es‘ad Efendi Hazretlerinin kendilerini göremiyor, sâdece seslerini işitiyorduk. İlk defa sohbetlerine gelmenin heyecânı içindeydik. Sohbet sırasında ihvân arasında genç bir zât dolaşıp hizmet ediyordu. “Bu genç orada dolaşmasa o zamân dikkatimiz dağılmaz, daha çok istifâde ederdik.” diye içimden geçirdim. Sohbet biter bitmez Es‘ad Efendi Hazretleri: “- Adapazarlı Pehlivân Efendi ve on arkadaşı buraya gelsin!” dediler. Hâlbuki bizi hiç tanımıyorlar ve geldiğimizi de görmemişlerdi. “- Sâmî evlâdımız hakkında sû-i zan ettiniz, helâllık alın.” buyurdular. Affımızı taleb edip böylece bu iki Zâtı ve aralarındaki derûnî muhabbet ve bağı öğrenmiş olduk. El-hamdü li'llâh.
İşlerine geldiği zaman “Türkiye yalnızlaştırılıyor” diye çığlık atıyorlar. Kendileri millî bağımsızlık fikriyatından tamamen uzaklaşıp mandacı zihniyetleriyle teslimiyete teslim oldukları için Türkiye'nin kurduğu her uluslararası ilişkinin altında hemen bir çapanoğlu arıyorlar. Onlara göre, Türkiye'ye güvenen ve yatırım yapan ülkelere “ille de bir şeyler vermişizdir.” Kendileri Türkiye'yi bölmek, parçalamak isteyenlerle her an kucak kucağalar. Dünyayı, kerameti kendinden menkul bakış açısıyla izleyen gafiller 'ret ve kabul'ün aynı anda tecelli etmesi gereken Türkiye'nin uluslararası ilişkilerinde ille de bir teslimiyet unsuru aramayı ihmal etmiyorlar. Önce Birleşik Arap Emirlikleri şimdi de Katar... Yatırım furyasına bir de uzun zamandır gayet iyi ilişkilerde bulunduğumuz Çin eklenirse, bizim gafiller büyük infiale uğrayacaklar. Oysa lafla peynir gemisi yürümüyor... Fıstıklı'dan
Hükümetin net sıfır planı üzerindeki siyasi kavga devam ederken, kömür madencilerinden çiftçilere, etkilenebilecek Avustralyalılar, bunun kendileri için ne anlama geldiğini düşünüyor.
Ebedî mutluluğun sırrı; bizi karanlıkları ilim ve irfanlarıyla aydınlatan ve tehlikeli dönemeçlerde bizleri işâret taşları ile uyaran mâneviyat ehline uymaktadır. Nitekim Cenâb-ı Hâkk: “Ey mü'minler, Allâh'tan korkun, (kötülüklerden sakının) îmânında ve sözünde doğru olanlarla (sâlih ve sadıklarla)beraber olun” (Tevbe s. 19) buyurmuştur. Sâdık ve sâlihlerle beraberlik; hakkın sevgisini, bâtıldan uzaklaşmayı ve takvâyı doğurur. Abdulkâdir-i Geylânî hazretleri: “Peygamberlik bayrağını her dönemde taşıyan kırk büyük velî bulunur” buyurmuştur. Yani Nebî (s.a.v.)'i hakkıyla seven, hayatının her ânında O (s.a.v.)'in sünnetini yaşatan ve kendi devirlerinde Peygamberimiz (s.a.v.)'e vekâlet eden ehlullah silsilesi; insanları Allâh ve Resûlü (s.a.v.)'e kılavuzlamayı sürdürecektir. “Bu devirde böyle insanlar var mı?” sorusuna, Muhterem Ömer Öztürk'ü tanıyan bir mü'min tereddütsüz olarak cevap verebilir. 13 Ağustos 1946 (15 Ramazân 1365)'te Adana'da dünyâya teşrîf eden zât-ı âlileri, doğumlarından itibaren Hz. Mahmud Sami (k.s.) hazretlerinin terbiyesi altında yetişmiş, Osmanlı bakiyyesi pek çok âlimin sohbetlerine iştirak ederek Hz. Sami (k.s.)'den aldıkları ilim ve irfan nûrunu kemâle erdirmiştir. Kendileri, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in sünnetinin 21. yüzyılda da yaşanabilir olduğunu yaşantısıyla göstermektedir. Ancak aldıkları terbiye gereği kendilerine hiçbir zaman vücut vermemiş, en yakınlarından bile kendisini ustaca gizlemiş, kendilerini yok sayarak insanları hep dâvâya yönlendirmiştir. Cenâb-ı Hakk'ın ‘İçinizde iyiliği emredip kötülükten sakındıran bir cemaat bulunsun' emr-i celilesi mucibince büyük küçük demeden her türlü irşad faaliyetlerine kendisini adamıştır. Kendileri hâlen Medine-i Münevvere'de ‘Bâb-ı Sıddık'ın Hadimi' olarak Ümmet-i Muhammed (s.a.v.)'e yol göstermeğe ve senede iki kez de Türkiye'ye gelerek hizmetlerine devam etmektedir. Allâh (c.c.) zât-ı âlilerini uzun ömürle muammer etsin. (Misvâk Neşriyat, Hakk Yolda Kılavuz Ömer Öztürk, s.13)
Muhammed b. Lebid (r.a.)'dan rivâyet edilen bir Hadîs-i Şerif şöyledir: Resûlullâh (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Sizin müptelâ olmanızdan korktuğum şeylerin en korkuncu küçük şirktir.” Ashâb (r.a.e.) sordular: ”Ey Allâh'ın Resûlü (s.a.v.)! Küçük şirk nedir?” Şöyle buyurdu: “Riyadır. Allâhü Te‘âlâ amellerine göre kullara karşılık vereceği gün, riyakârlara şöyle buyuracak: “Dünyada kendilerine gösteriş yaptıklarınıza gidin. Hele bir bakın, onlarda hayır namına bir şey bulabilecek misiniz?” O riyakârlara böyle denilmesinin sebebi, dünyadaki amellerinin hile, aldatmaca oluşudur. Âhirette de öyle karşılık bulurlar. Nitekim bu hususu Cenâb-ı Hâkk şu Âyet-i Kerime ile belirtir: ”Şüphesiz münafıklar, akıllarınca Allâh'a oyun etmek isterler. Halbuki O, kendi oyunlarını başlarına geçirendir.” (Nisa s. 142) Yâni, onlara amellerine karşılık vereceği ecir aldatmacalıdır. Yaptıklarının sevâbını boşa çıkarır. Allâh (c.c.) onlara der ki: “Kendileri için gayret ettiğiniz kimselere gidiniz. Zira katımda size sevap yoktur...” Çünkü yapılan amel, Allâh (c.c.) için yapılmamıştır. Amelin sevâb getirmesi için, Allâh (c.c.) için hâlis (katışıksız) olması gerekir. Bir başkası için yapılan işin içine ortaklık girer: Şirk olur. Allâh (c.c.) şirkten münezzehtir. Anlatılan mânâda, Ebû Hüreyre (r.a.) tarafından rivâyet edilen bir Hadîs-i Kudsî şöyledir: “Ben şirkten müstağniyim. Ben, Ben'den başkası için yapılan işlerden uzağım. Kim ki işlediği bir amele Ben'den başkasını ortak ederse, Ben o amelin dışındayım.” Şu Âyet-i Kerîme buyurur ki: ”Bir kimse, dünya varlığı için acele ederse biz de acele ederiz.” (İsrâ s. 18) Bunun mânâsı şudur: “Bir kimse, yaptığı ameline karşılık, dünyalık ister de âhiret sevâbını beklemezse, dünyada iken; dünya metâından istediğimize dilediğimiz kadar veririz.” (İsrâ s. 18) (Ebû Leys Semerkandî, Tenbihü'l Gafilîn, s.25-26)
Erk Acarer: Televizyon anteniyle sağcılığın ve siyasal İslam'ın bir ilgisi var. Gemiye bakınca kokain, boğaza bakınca yatırım görenin, mahvettiği şehrin simgesini anten olarak düşlemesi şaşırtmıyor. El Nusra iktisat sorumlusu Abu Abdurrahman ya da Mehmet Cengiz simge olsun da diyebilirlerdi. Heykel diyince pisliğin orta yerine dikilmiş AKP ampulüdür ülke. Karanlık saçıyor. Ülkenin gerçek gündemiymiş. O karanlıkta kendileri boğulacaklar haberleri yok.
"Yaprak Dökümü Tekin ailesi değil yahu bunlar! Kendileri İngiliz Kraliyet Ailesi!" dedik başladık konuşmaya ... Saray röportaj sonrası yaptığı yazılı açıklamada "Bazı hatıralar, farklılık gösterse de.." derken hangi anıları kastetti? Meghan Markle sevdiği kadar seviliyor mu? Harry neyin peşinde matmazel? Saray neden bu kadar cool? Meghan devrimci mi? Devrimci olmak nedir ki? Norveç semalarından Brezilya'ya ulaşma ümidi taşıyan podcast serimizin yeni bölümü yayına girmiştir efendim:)
Bugünlerde Türkiye'nin de de dünyanın da gündeminde yüz yüze eğitime geçişin nasıl olacağı, hangi önlemlerin alınmasının gerektiği tartışılıyor. Eğitim yapıları konusunda uzun süredir çalışan PAB Mimarlık ekibi, Ali Eray, Burçin Yıldırım ve Pınar Gökbayrak konuğumuz. Kendileri, pandemi sürecinde okulların açılmasıyla nasıl modeller uygulanabileceği, eğitim yapılarının nasıl yeni koşullara uyarlanabileceği üzerine araştırmalarını ve önerilerini pabedu girişimi bünyesinde paylaşıyor. Ekiple bu araştırmalarını, pandemi öncesinde dünyada tartışılan eğitim modellerini, sonrasında bu modellerin Covid-19 önlemleri ile birlikte nasıl düşünülebileceğini, olası fiziksel düzenlemeleri konuşuyoruz.
Bugünlerde Türkiye'nin de de dünyanın da gündeminde yüz yüze eğitime geçişin nasıl olacağı, hangi önlemlerin alınmasının gerektiği tartışılıyor. Eğitim yapıları konusunda uzun süredir çalışan PAB Mimarlık ekibi, Ali Eray, Burçin Yıldırım ve Pınar Gökbayrak konuğumuz. Kendileri, pandemi sürecinde okulların açılmasıyla nasıl modeller uygulanabileceği, eğitim yapılarının nasıl yeni koşullara uyarlanabileceği üzerine araştırmalarını ve önerilerini pabedu girişimi bünyesinde paylaşıyor. Ekiple bu araştırmalarını, pandemi öncesinde dünyada tartışılan eğitim modellerini, sonrasında bu modellerin Covid-19 önlemleri ile birlikte nasıl düşünülebileceğini, olası fiziksel düzenlemeleri konuşuyoruz.
GÖSTERİŞ İÇİN YAPILAN İBÂDET Muhammed b. Lebid (r.a.)'dan rivâyet edilen bir Hadîs-i Şerif şöyledir: Resûlullâh (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Sizin müptelâ olmanızdan korktuğum şeylerin en korkuncu küçük şirktir.” Ashâb (r.a.e.) sordular: ”Ey Allâh'ın Resûlü (s.a.v.)! Küçük şirk nedir?” Şöyle buyurdu: “Riyadır. Allâhü Te‘âlâ amellerine göre kullara karşılık vereceği gün, riyakârlara şöyle buyuracak: “Dünyada kendilerine gösteriş yaptıklarınıza gidin. Hele bir bakın, onlarda hayır namına bir şey bulabilecek misiniz?” O riyakârlara böyle denilmesinin sebebi, dünyadaki amellerinin hile, aldatmaca oluşudur. Âhirette de öyle karşılık bulurlar. Nitekim bu hususu Cenâb-ı Hâkk şu Âyet-i Kerime ile belirtir: ”Şüphesiz münafıklar, akıllarınca Allâh'a oyun etmek isterler. Halbuki O, kendi oyunlarını başlarına geçirendir.” (Nisa s. 142) Yâni, onlara amellerine karşılık vereceği ecir aldatmacalıdır. Yaptıklarının sevâbını boşa çıkarır. Allâh (c.c.) onlara der ki: “Kendileri için gayret ettiğiniz kimselere gidiniz. Zira katımda size sevap yoktur...” Çünkü yapılan amel, Allâh (c.c.) için yapılmamıştır. Amelin sevâb getirmesi için, Allâh (c.c.) için hâlis (katışıksız) olması gerekir. Bir başkası için yapılan işin içine ortaklık girer: Şirk olur. Allâh (c.c.) şirkten münezzehtir. Anlatılan mânâda, Ebû Hüreyre (r.a.) tarafından rivâyet edilen bir Hadîs-i Kudsî şöyledir: “Ben şirkten müstağniyim. Ben, Ben'den başkası için yapılan işlerden uzağım. Kim ki işlediği bir amele Ben'den başkasını ortak ederse, Ben o amelin dışındayım.” Şu Âyet-i Kerîme buyurur ki: ”Bir kimse, dünya varlığı için acele ederse biz de acele ederiz.” (İsrâ s. 18) Bunun mânâsı şudur: “Bir kimse, yaptığı ameline karşılık, dünyalık ister de âhiret sevâbını beklemezse, dünyada iken; dünya metâından istediğimize dilediğimiz kadar veririz.” (İsrâ s. 18) (Ebû Leys Semerkandî, Tenbihü'l Gafilîn, s.25-26)
Allâhü Te'âlâ buyuruyor ki; “Allâh'ın verdiği bu ganimet malları yurtlarından ve mallarından uzaklaştırılmış olan, Allâh'tan bir lütuf ve rıza dileyen, Allâh'ın dinine ve Peygamberi'ne yardım eden fakir muhacirlerindir. İşte doğru olanlar bunlardır. Daha önceden Medine'yi yurt edinmiş ve gönüllerine imânı yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine göç edip gelenleri severler ve onlara verilenlerden dolayı içlerinde bir rahatsızlık hissetmezler. Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Haşr s. 8-9) Abdurrahman Bin Sa'dî (r.âleyh) bu ayetleri tefsir ederken şöyle der; “imânlarının gereği ile amel eden o sadıklar, imân iddiasında bulunup da onu cihâd, hicret ve başka ibâdetlerle tasdik etmeyenlerin aksine, imânlarını salih amellerle ve meşakkâtli ibâdetlerle tasdik etmişlerdir. Allâh (c.c.)'a ve Resûlü (s.a.v.)'e, isteyerek, muhabbetle ve tercihleriyle imân eden Evs ve Hazrec'den yardımcılarının, Resûlullâh (s.a.v.)'e yardım ederek kızıldan ve siyahtan onu korudukları, bütün beldelerin harp, şirk ve şer beldesi olduğu sırada hicret ve imân diyarını hazırlayıp oraya dönen müminlerin mercii, hicret edenlerin sığınağı ve Müslümanların koruyucu meskeni haline getirdikleri açıklanmaktadır. Dinin yardımcıları, İslâm yayılıp kuvvetlenene, kalpler ilim, imân ve Kur'ân ile, beldeler kılıç ve dişler ile fethedilene kadar yardımlarına devam ettiler.” “Ashâb-ı Kirâm (r.a.e.)'den ve seçkin imâmlardan olan bu iki fazîletli ve temiz sınıf, kendilerinden sonrakilerin ulaşamayacağı ve kendilerinden öncekilerin yetişemeyeceği fazîlet ve menkıbeleri haiz oldular. Böylece müminlerin seçkinleri, Müslümanların efendileri ve takvâ sahiplerinin önderleri hâline geldiler.” Allâh (c.c.) hepsinden razı olsun. (İbn Hacer el-Askalânî, el-İsabe (Seçkin Sahabeler), s.8-9)
Mürşid-i kâmilini bulan ve Zât-ı ‘Âlîlerinin onun ifâdesi ile “Eyyâm-ı şebâbını (gençlik günlerini) şerîat-ı mutahhare ve tarîkat-ı ‘âliyye hizme-tinde” geçiren Hazreti Sâmî Efendimiz ma‘nevî mertebeleri hızla aşıyorlardı. Bu yolda kendi ifâdeleri ile ihlâs ve tam teslîmiyet şarttı. Ölünün yıkayıcısına teslîmiyeti gibi mürîd de mürşîdine teslîm olmalıydı ki bi-izni'llâh neticeye ulaşsın. Kendileri anlatıyorlar: “Allâme Taftadânî Hazretleri'nin talebelerinden biri bir şeyhe intisâb etmiş. Bu talebeden hocasının huzûrunda hikmetli kelâmlar sâdır olmuş. Hocası: “-Evlâdım, bunları ben sana öğretmedim; sen bunları nereden öğrendin?” diye soruyor. Talebe: “-Efendim ben bir şeyhe intisâb ettim; zikir çekiyorum, doğuş oluyor ve böylece hikmetli konuşuyorum.” diyor. Bunun üzerine ‘Allâme Taftadânî Hazretleri: “Oğlum beni de şeyhine götür”; diyor. Kendileri de aynı şeyhe intisâb ediyorlar. Fakat ya teslîmiyet yok veyâ nasîbi yok aynı tecelliyâtlar kendilerinde zuhûr etmiyor, aynı istifâde olmuyor. Sâmî Efendimiz Hazretleri'nin bu anlattığı kıssadan çıkan hükme göre nasîbi olan müsta‘îd kişiler mürşid-i kâmili bulup ona tam olarak teslîm olurlarsa bi-izni'llâh neticeye ulaşır, ma‘nevî mertebelerde hızla ilerleyerek kemâle ererler. Bunların hepsi kendilerinde bi-izni'llâh mevcûd olan Hazreti Sâmî (k.s.) kısa zamânda icâzet alırlar, irşâdla görevlendirilirler. Kelâmî Dergâhı'ndaki hizmet günlerine âid Adapazarlı Pehlivân Efendi şu hâtırayı anlatır: “Adapazarı'ndan on arkadaşımla berâber Es‘ad Efendi Hazretleri'nin ziyâretlerine gittik. Sohbet esnâsında tekkeye dâhil olmuştuk. İçerisi kalabalık olduğundan dışarıda oturuyor, Es‘ad Efendi Hazretlerinin kendilerini göremiyor, sâdece seslerini işitiyorduk. İlk defa sohbetlerine gelmenin heyecânı içindeydik. Sohbet sırasında ihvân arasında genç bir zât dolaşıp hizmet ediyordu. “Bu genç orada dolaşmasa o zamân dikkatimiz dağılmaz, daha çok istifâde ederdik.” diye içimden geçirdim. Sohbet biter bitmez Es‘ad Efendi Hazretleri: “- Adapazarlı Pehlivân Efendi ve on arkadaşı buraya gelsin!” dediler. Hâlbuki bizi hiç tanımıyorlar ve geldiğimizi de görmemişlerdi. “- Sâmî evlâdımız hakkında sû-i zan ettiniz, helâllık alın.” buyurdular. Affımızı taleb edip böylece bu iki zâtı ve aralarındaki derûnî muhabbet ve bağı öğrenmiş olduk. El-hamdü li'llâh
Can Dündar, #Bilanço'da geçtiğimiz haftanın gelişmelerini Altan Sancar'a değerlendiriyor! Can Dündar: Başbuğ'un temel hatası AKP'yi Gülen'den bağımsız bir yapı gibi ele almak ve bu hataya birçok siyasetçi düşüyor. FETÖ'nün siyasi ayağı değişik partilerde ve değişik isimler gibi anlatılıyor. Olabilir ama Erdoğan'dan başlayan tüm parti mekanizması Gülen'le beraber hareket etti. Kendileri dışında herkesi FETÖ'cülükle suçlayıp tüm işbirliğini neredeyse örtbas etme noktasına geldiler. 'Suriye'de ne işimiz var?' sorusu oldukça meşru ve mantıklı. Orası bağımsız bir toprak. Gözlem noktalarında onlara müdahale hakkı doğuruyor. Rusya ile zıtlaşmak büyük hasarlara yol açıyor. Dolayısıyla Erdoğan'ın geri adım atıp uzlaşmaktan başka çaresi yok. Ben bunlara rant felaketi diyorum, doğal afet değil. Cehaletle bulamaç haline getirilmiş rant hırsının ortaya çıkardığı felaketler. Çığın altından insanları çıkarırken Erdoğan'ın o sırada yaptığı konuşma ilerde bu dönemle ilgili yapılacak belgeselde mutlaka yer alacak. Hükümet AİHM'nin Kavala kararından sonra serbest bırakmamak için yapacağı tek şey vardı o da tutuklu değil hükümlü hale getirmekti. Türkiye büyük felaketler ve zorba iktidarı ile anılan bir konumda. Ben de bunu anlatmaktan sıkıldım ve Türkiye bunu haketmeyen bir ülke.”