POPULARITY
İnce ipleri ne kadar birleştirirseniz kopması o kadar zorlaşır. Diyelim ki, mazlum ve mağdur devletler, topluluklar; bilim, teknoloji, savunma ve ekonomi bakımlarından tek tek ele alındığında “zalim, hırsız, soyguncu, gâsıp, vicdansız” … yani sömürgesi iri devletlerden zayıftır.
Diyarbakır, yine sallandı. Bütün ülke, bir haftadır, masum bir çocuğun esrarengiz bir şekilde katledilmesine kilitlendi. Bendeniz bu hâdisenin tesadüfî olmaya-bileceği ihtimali üzerinde durulması gerektiğini düşünü-yorum. Diyelim ki, olağan, kendiliğinden gelişen bir cinayet hâdisesi bu. Cinayetin işleniş biçiminden 8 yaşındaki masum Narin'in naaşının bulunmasına kadar yaşananların pek de tesafüfî olmadığını söylemek için kâhin olmak gerekmiyor…
Adamın Reis'le sorunu var asıl. Hesabı Reis'le. Ama Reis en muktedir olduğu için cesaret edemiyor. Yüreği yetmediği için ne mi yapıyor? Reis dönemindeki aktörlerle hesaplaşıyor. Yani Reis'in atadığı isimlere verip veriştiriyor. Verip veriştirmesine anlam verebilirim. Hatta bunda yarar da görebilirim. Çünkü eleştirinin gerekli olduğuna inananlardanım ben. Ama bunu yaparken hileli davranmaya gerek yok. O ismi veya isimleri eleştirirken Reisçilik yapma kurnazlığına hiç gerek yok. Zira o yerle yeksan edip itibarsızlaştırdığın kişi Reis'in atadığı kişi. Onun döneminde yapılıp edilen her şeyin birinci dereceden sorumlusu Reis'in kendisidir. Tüm icraatların onaycısı da sorumlusu da Reis'in bizatihi kendisidir. Hadi somutlaştırarak konuşayım da meramım anlaşılsın ve sözüm yanlış yerlere çekilmesin. Süleyman Soylu dönemi diye bir dönemden bahsediliyor. O dönem bir bütün olarak suçlanıyor birilerince. Diyelim ki dedikleri gibi olsun. Peki, burada asıl suçlu kim? Süleyman Soylu'yu yıllar yılı o suçlandığı icraatlerine rağmen o makamda tutan kim? Pek tabii Reis. Süleyman Soylu Reis'e rağmen mi yaptı? Eğer öyleyse bu Reis'e bühtan olur. Soylu şayet Reis'e rağmen, dahası Reis'in onay vermediği işleri yapabilecek kudrette biri ise o vakit Reis o birilerinin sandığı kadar muktedir değil. Daha kötüsü Soylu gibi bir bakanın kolaylıkla yönlendirebileceği biri.
Komşumuz İran'da Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ilk turu yapıldı. Neticenin hayli düşündürücü olduğunu baştan ifâde etmeliyiz. Adaylardan hiçbiri %50 çıtasını aşamadı. Hâl böyle olunca en çok oyu alan iki aday ikinci tura kaldı. Dikkat çekici olan ,yarışta en fazla oyu alan adayın Mesud Pezeşkiyan olmasıydı. Mesud Pezeşkiyan İran'daki rejimin uygulamalarına eleştirel bir mesâfeden bakan , reformcu olarak nitelendirilen bir şahıs olarak biliniyor. Adaylar arasında bu kanadı tek başına o temsil ediyor. Eski Sağlık Bakanı olarak tanınıyor. Dahası, Pezeşkiyan Âzerî Türkü ve kökeniyle iftihar ettiğini, evinde Farsça değil Türkçe konuştuğunu her fırsatta dile getirmekten imtina etmiyor. Pezeşkiyan, muhafazakârları temsil eden diğer aday , Sâid Celilî'den takriben 1 Milyon daha fazla oy aldı. İlk turda üçüncü olan ve Celili gibi muhafazakârlığıyla bilinen Muhammed Bakır Kalibaf ,taraftarlarına ikinci turda Celilî'yi desteklemelerini telkin ederek devre dışı kaldı. Düz bir hesapla, ikinci turda Kalibaf'a verilen 3.5 Milyon oyun kâhir ekseriyeti Celili'ye gidecek ve Celilî seçimi kazanmış olacak. Ama her şey bu kadar basit değil. Başka ihtimâller de mevcut. Bu da katılım oranlarıyla alâkalı görünüyor. İran'da seçime katılım oranı , resmî açıklamalara bakılacak olursa %40'larda kaldı. İran halkının %60'ı, belki de fazlası seçimi boykot etti. İran çok büyük bir coğrafya. Diyelim ki bu %60 arasında %10'u sâdece derin kırsalda yaşayan tecrit edilmiş bir kitledir. Kalan %50'nin bilinçli bir tepki neticesinde sandığa gitmediği ve rejime karşı duygu ve düşüncelere sâhip olduğu âşikâr. Lâkin bunlar reformcu olarak nitelendirilen Pezeşkiyan'ı da benimsemiş değiller. Ama onun ilk turda sağlamış olduğu başarıyı bir fırsat olarak değerlendirip, tamâmen pragmatik bir sâikle , ikinci turda oy kullanıp Pezeşkiyan'ı desteklerlerse reformcu Pezeşkiyan'ın seçilmesi işten bile olmayacak. Eğer Pezeşkiyan seçilirse İran'da büyük bir değişim yaşanabileceğini öngörebilir miyiz? Evvelâ şu soruyu sormak gerekiyor: Ahmedînejat gibi rejime sâdık birini veto eden İran mollaları, nasıl oldu da reformcu Pezeşkiyan'a yeşil ışık yaktı? Dünyâ kamuoyuna , İran'daki seçimin çoğulcu demokratik değerlerle ne kadar uyumlu olduğunu göstermek istemiş olabilirler. Başka bir sâik ise, seçime katılımı arttırmak niyeti olabilir. Eğer adaylar tekmil muhafazakâr olsaydı seçimin meşrûluğu zayıflar diye düşünmüş olabilirler. Belki de bu sebeple göstermelik bir reformcu adayı da yarışa katmak istediler. Eğer bu doğruysa, Pezeşkiyan'ın reformculuğuna gölge düşer. Buradan Pezeşkiyan'ın reformculuğunun güdümlü ve taktik bir değeri olduğunu düşünmek yabana atılabilecek bir ihtimâl olmaktan çıkar. Pezeşkiyan'ın reformculuğun samîmî olsa bile, İran'ın idâre tarzı içinde ne kadar rol oynayabileceği ayrı bir tartışma konusudur. Ayetullahların, hele ki Ali Hamaney'in irâdesi karşısında , onlara mugâyir siyâset üretmek mümkün olmadığını biliyoruz. Belki de sandığa gitmemiş olan %60'ın düşüncesi de buydu.
Toplumsal fay hatlarını kaşımak, bu faylar üzerinden huzursuzluk çıkarmak isteyenler için sosyal medya platformları en mümbit mecra. Bütün dünya bunun farkında, her ülke çare arıyor ve çeşitli düzenlemeler hayata geçiriyor. Türkiye'de de önemli bir yasa hayata geçirildi. Ancak uygulama konusunda daha alınacak çok yol var. Bu platformlar küresel oldukları için bir ülkenin tek başına alacağı önlemler yeterli olmayabilir. Zira birçok hesap başka ülkelerde ve sahte isimlerle açıldığı için küresel bir iş birliği olmaksızın mücadele etmek mümkün değil. Her türlü kirli işi bu platformlar üzerinden yapmak mümkün. Sosyal medya platformlarının genel kötülüklerini yazmak değil niyetim. Ancak son zamanlarda “sana özel” sunumuyla çeşitli algoritmalarla öne çıkarılan ve toplumun fay hatlarıyla onanan konular var. Terör, İsrail, din düşmanlığı ve ırkçılık üzerinden yapılan paylaşımlar bir el tarafından çok görünür hale getiriliyor. Fetullahçı Terör Örgütü elebaşı Gülen'in hastalığının ardından yaşanan gelişmeler üzerine, FETÖ'cü hesapların biti kanlandı. Fetullahçı hesaplardan yapılan paylaşımlar adeta herkes görsün diye özel gayret var. Aynı şekilde PKK yandaşı hesaplarda da benzer öncelik var. Diyelim ki bu iki terör örgütü koordineli çalışıyor. Trolleri aktif. Yine de bu kadar öne çıkarılması rastlantı olamaz. TERÖR, İSRAİL, DİN DÜŞMANLIĞI VE IRKÇILIK ÜZERİNDEN YAPILAN PAYLAŞIMLAR Bir diğer rahatsız edici hareketlilik ise Siyonist İsrail yanlısı hesaplarda var. Yeni açılmış, daha 300-500 takipçili terör devleti İsrail yanlısı hesapların, toplumu rahatsız edici paylaşımları adeta milletin gözüne sokuluyor. İslâm'a ve Müslümanlara yönelik hakaret ve çirkin saldırılar sosyal medya platformlarında çok yaygın hale geldi. Peygamber Efendimiz'e (sav) yönelik iftiralar, Kur'ân-ı Kerim'e yönelik hakaretler, Müslümanların değerlerine yönelik çirkin saldırılar, bu mecralarda aynı şekilde öne çıkarılıyor. Herkesin görmesi ve tahrik edilmesi için özel yöntemler kullanılıyor. Uzun zamandır zaten var olan ırkçılık, ırkçı saldırılar, bu süreçte daha da ileri boyuta taşındı. Yine ırkçılık üzerinden üretilen yalan ve gerçek dışı paylaşımlarla toplumun fay hatlarına yönelik operasyonlar çekiliyor. Üçüncü dünya savaşının konuşulduğu bir dönemde sosyal medya platformları üzerinden yayılan bu dezenformasyon milli güvenlik sorunu olmanın çok ötesine geçti. İlgili yasanın çok etkin devreye alınmasının yanı sıra, dinamik bir mücadele sürecine geçilmeli.
Mehmet Şimşek'in kamuda tasarruf paketi halka güven vermiyor. Kamuya memur alımları fiilen durdurulurken, emeklinin beklediği zam bir türlü yapılmazken, TRT'ye yerleştirilmiş Hilal Kaplanlara 2,5 milyon lira huzur hakkı verildiği duyulunca ya da kamuda yeni bina kiralanmaması kararı açıklandıktan sonra Çevre Bakanlığının Limak'ın Ankara'ya diktiği bir binaya 15 milyon lira kirayla yerleştiği ortaya çıkınca, Diyanet İşleri Başkanı Audi A8 marka lüks arabasını ancak tepkiler sonrasında iade edince ama Diyanet'in 91 milyar liralık 6 bakanlığı sollayıp geçen dev bütçesi durduğu yerde dururken, Beştepe'nin günlük harcamasının 33,6 milyon lira olduğu biliniyorken, halen yollarda bürokratlar lüks araç konvoyları ve koruma ordularıyla gezmeye devam ettikçe bu halk bu devlete nasıl güven duyabilir ki? Nereden baksanız elinizde kalıyor. Nereden baksanız tutarsızlıklarla dolu. Tasarruf paketinin amacı tasarruf etmek değil ülkeyi ve halkı psikolojik olarak tasarruf moduna sokmak. Eğer yukarıda saydığımız türden tutarsızlıklardan dem vurup, böyle tasarruf olmaz esas şunları kısın, bunları satın demeye başlarsanız tuzağa düştünüz demektir. Vatandaştan önce devlet kemer sıksın dediğiniz anda tuzağın içindesiniz demektir. Sabah akşam bu tür bir muhalefet yapan Halk TV'ler Sözcüler vs. ve AKP'nin sözde yerel seçim yenilgisinden ders çıkarmış medya elemanları el birliği ile halkı bu tuzağa çekmektedir. Neden mi? İzah edelim. Örneğin kamu yönetimindeki yandaşlara verilen huzur haklarını yarın kaldırsalar yapacakları tasarruf 2,65 trilyonluk bütçe açığı içinde sinek vızıltısıdır. Erdoğan yarın Beştepe'yi kapatıp Çankaya'ya taşınsa bile birkaç milyar liralık tasarruftan bahsedebileceğiz sadece. Hadi onu yapmayacağını biliyoruz da. Diyelim ki külliye ilk inşa edilirken planlandığı gibi bakanlıklar kiradan çıkıp buraya yerleşse yine hatırı sayılır bir tasarruf yapılır ama 2,65 trilyon içinde yine devede kulak kalır. Dolayısıyla Erdoğan ve Maliye nazırı olarak atadığı İngiliz Mehmet'in bütçedeki kara deliği kapatmak için bu tasarruf paketine bel bağlamadığı ortada. Onlar Türkiye'yi tasarruf moduna sokarak ve tasarruf adı altında meseleyi düzen muhalefetinin de katkısıyla israf ve lüks tartışmasına sıkıştırarak esas büyük gerçeği gizliyorlar. O gerçek 2024 bütçesindeki 1,25 trilyonluk faiz harcamasıdır. Kara delik faiz harcamalarıdır. İngiliz Mehmet'in Orta Vadeli Programı'nda kamu harcamaları içinde gayri safi yurt içi hasılaya oranının önümüzdeki 3 yıl içinde artması öngörülen tek kalemi faiz harcamalarıdır. Onun dışındaki tüm harcama kalemlerinde kamu emekçilerinin maaşlarının yer aldığı cari harcamalar, sosyal güvenlik kurumuna yapılan harcamaların ve sosyal yardımların içinde bulunduğu transfer harcamaları ve nihayet yatırım harcamalarının hepsinin göreli olarak azalması öngörülmektedir. Faiz harcamaları ise bu yıl 1,25 trilyon 2025'te 1,8 trilyon 2026'da 2,3 trilyona çıkacak, bu süreçte faiz harcamalarının milli gelire oranı da yüzde 2'lerden gelip yüzde 4'lere dayanmış olacak. Emperyalist ve yerli tefeciler devletin şah damarına vampir gibi dişlerini geçirmiştir ve milletin kanını emmektedir. Huzur hakkını, sarayın elektriklerini falan geçin memleket elden gidiyor, bir milletin geleceği ipotek altına alınıyor uyanın! Palavradan tasarruf paketleri değil dış borcun reddi ve emperyalizmin finansal boyunduruğuna karşı bir emekçi halk seferberliği gerek! Modern tefeci bankalar doymaz! Doyurulamaz! Bankalar işçi denetiminde kamulaştırılmalı! Tek bir devlet bankası eliyle merkezi planlama! Türkiye Varlık Fonu'nun derhal lağvedilmesi özelleştirmelerin durdurulması ve Tüpraş'tan, Petkim'den Telekom'dan başlayarak bir kamulaştırma hamlesi başlatılması gerek! Türkiye'nin tasarruf modundan çıkartılması kamulaştırma moduna, anti-emperyalist mücadele moduna, işçi sınıfının öncülüğünde devrimci bir moda sokulması gerek!
Cuma namazı için camiye gidildiğinde şu manzara görülüyor: Cami içinde ya caminin imam hatibinin ya şehrin vaizinin veya müftüsünün konuşması var. Cami cemaatinin azami üçte biri içeride, diğerleri elden geldiğince geç katılmak üzere yolda belde, gelenlerin önemli bir kısmı da cami dışında ellerinde, çok kimsenin akla ziyan kullandıkları telefonlarla vakit öldürüyorlar veya faydalı faydasız konuşuyorlar. Ezan okunurken bu durum devam ediyor, ezan bitince bi zahmet camiye giriyorlar, sünnet kılınıyor, bazıları yarıda kalan -ki, hep yarıda kalır, hiç bitmez- telefon meşguliyetine devam ediyorlar. Hatip konuşuyor (okuyor) -iyi ki okuyor, konuşsa kalkıp camiden çıkasım geldiği de oluyor- uyumayanlar dinliyorlar, cumanın farzı kılınınca âdeta birbirlerini çiğnercesine dışarı fırlayıp dünya işine dalıyorlar… Bu, olan. Peki, olması gereken nedir? İşi gücü olmayan, dışarıda vakit öldüren (ömrünü boşa harcayan) birçok insan var; bunlar cuma günü camiye en önce gelip ön sırada yerini alarak Sevgili Peygamberimizin (s.a.) müjdesine nail olmayı tercih etmeliler. İşi gücü olanlar da bir an önce camiye gelmeye, içeri girip aşağıda sıralayacağım ibadetleri yapmaya çalışmalıdırlar. Camide konuşma varken, melekler beklerken dışarıda durup boş şeylerle vakit geçirmek ne kadar yakışıksız bir davranış! Camiye girenler dilerlerse iki rek'at camiyi selamlama namazı (tahiyyetü'l- mescid) kılmalı sonra önden arkaya doğru boş yerlere oturmalıdırlar. Konuşmacının anlattığı şeylere ihtiyacı olanlar onu dikkatle dinlemeli, asla telefon vb. ile meşgul olmamalıdırlar, hele telefonu sessize almayıp namaza durulunca cıngılım havası dinletenler var ya onlara diyecek söz bulamıyorum... Diyelim konuşma yok veya kişinin ilgisini çekmiyor, ihtiyacına cevap vermiyor, o zaman sıra tefekkür, zikir ve duaya gelir. Zikrin başında Kur'an okuma, tevbe ve istiğfar, lâ ilâhe illallah, elhamdülillah, sübhânellah, eş-şükrü lillah vardır.
Naber serisinin bu en yeni bölümünde, yetişkinlik travmanız olan olaylara başka bir gözle bakmanızı, yeniden düşündüğünüzde yeniden değerlendirdiğinizi fark etmenizi istedim. Büyümek harika ve bazı insanlara teşekkürler. Keyifli dinlemeler
Belediyelerde bir başkan olmasa dahi oturmuş bürokrasi sayesinde rutin işler tıkır tıkır yürür. Personeli yönetecek, örneğin bir genel müdür atandığında, çöpler yine toplanır, sokaklar temizlenir, sular akar, imar işleri devam eder. Seçilmiş belediye başkanının atanmış genel müdürden farkı şudur: Gücünü ve yetkisini doğrudan milletten alır, 5 yıllık görevi sonrasında da hesabını millete verir. Dolayısıyla başkandan beklenen, risk alması, fırsatları değerlendirmesi, projeler yapması, rutinin ötesine geçerek şehrin sorunlarını çözerken şehre yenilikler eklemesidir. Ayrıca seçilmiş başkan 5 yıl sonra milletin huzurunda hesap vereceği için bir rekabetin de içindedir ve rakiplerinden daha iyi bir performans sergilemesi, ortaya bir vizyon koyması gerekir. Mansur Yavaş'ın Ankara'da 5 yılı doluyor. Geride kalan 5 yıla baktığımızda, Ankara Büyükşehir Belediyesi'nin başında bir başkanın varlığından söz etmek zor. Yani Mansur Yavaş olmasa da Ankara zaten böyle yönetilirdi. 5 yılda ortaya bir fark konulmadı, rutinin dışına çıkılmadı, Ankara bir yenilikle, yeni bir projeyle, ek bir belediye hizmetiyle tanışmadı. Mansur Başkan seçim sahasına “Az Laf Çok İş” sloganıyla çıktı. Önce “Laf” kısmına bakalım: Mansur Başkan'ın az konuştuğu doğru. Ancak kendisi belediye genel müdürü değil, seçilmiş belediye başkanı. Yani siyasi bir figür ve siyaset büyük oranda “söz” üzerinden yapılır. Seçmen, sadece şehrin sorunları ve çözüm önerileri ya da projelerle ilgili değil, güncel siyasi meseleler hakkında da Başkan'ın sözünü duymak, fikirlerini öğrenmek ister. “Belediye başkanının görev alanı belediye sınırlarıdır” demeyelim boşuna. Mansur Yavaş'ın adı belediye sınırlarını aşarak Cumhurbaşkanlığı adaylığı için geçmişti. 14-28 Mayıs seçimleri öncesinde Mansur Yavaş Kılıçdaroğlu'nun yanında görüntü vermiş, seçmene de cumhurbaşkanı yardımcısı olacağı sözü verilmişti. Öyleyse Yavaş'ın konuşması gerekiyor. 6'lı Masa sürecinde neler yaşandı mesela? Ya da 14 ve 28 Mayıs seçimlerinde CHP'nin PKK'nın siyasi uzantısı partiyle yaptığı ittifakı nasıl değerlendiriyor? Diyelim ki bunlar geçmişte kaldı; bugün CHP ile DEM arasındaki “kent uzlaşısı” adı altındaki ittifak hakkında ne düşünüyor? Mensubu olduğu CHP'nin DEM ile, hem de Kandil'in talimatıyla kol kola yürümesini nasıl izah ediyor? Seçime giderken, Ankaralıların, başkan adayının bu konudaki fikirlerini öğrenme hakkı var. Afyonkarahisar'daki CHP'li başkan adayı çıktı, DEM hakkındaki fikirlerini açık açık söyledi, sözlerinin de arkasında duruyor. Peki, Türkiye'nin başkenti ve ikinci büyük şehri Ankara'nın başkan adayı bu konuda ne söylüyor? Bilmek hakkımız değil mi?
Özgür Özel: “Seçimden sonra bu milleti sokağa dökeceğiz.” Meclis nedir, ne işe yarar? Siyasetin işlevi nedir? Millet sizi Ankara'ya sokakta yürüyün, milleti sokağa dökün diye mi seçip gönderdi? Bütün ülkelerdeki ana muhalefet partileri böyle davransa ne olur? Hak aramanın tek yolu sokak mıdır? * Allah'tan seçimden sonra dedi. Ya önce deseydi? Gaf desek gaf değil, lâf desek lâf değil. * Seçimde yine yenilgi mi görünüyor? Yoksa seçimden galip çıksa bile karar değişmeyecek mi? O zaman da sokak çağrısı geçerli olacak mı? * Şükür ki “cam çerçeve kırmadan” dedi. Aksini söyleyecek hâli yok elbette. Ama sokağa çıkan kitle o sözü dinler mi? Cam da kırılır, çerçeve de indirilir. Arabalar da devrilir, kamyonlar da yakılır. Gezi kalkışmasında gördük. Ne bankamatik kaldı, ne cankurtaranlar, ne polis arabaları. Belediye otobüsleri bile devrildi. Çimenler ezildi, çiçeklerin üstünde tepinildi, ağaçlar yıkıldı. Güya, iki ağaç için başlamıştı gösteriler. SOFRA DA SOFRAYMIŞ HA! Halil İbrahim sofrası demişlerdi. Öyle değilmiş meğer. Gördük ki o sofra kurtlar sofrasıymış. Kurt kanunu ne demekti? Düşeni yemek! Ek yapalım. Düşmeyeni de düşürmek. KİM KİMİN ÜSTÜNDE? Ekrem Bey İstanbul durak ve caddelerindeki reklâm panolarında Özgür Bey'i istemedi. Böyle bir iddia var. Yalanlayana rastlamadık. Diyelim biri yok öyle bir şey dedi. Koşup panolara bakmaya engel teşkil etmez. (Yürüyerek gidilse de olur.) Biri Genel Başkan, biri İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı. Onları tanımayan bir yabancıya bu durumu sorsalar, panoya izin vermeyen kişinin parti genel başkanı olduğunu düşünür. Genel başkan, adı üstünde partinin en tepesindeki isim… Acaba öyle mi? İki pilot Avrupa'da uçarken biri “Ben Sen'in üstündeyim demiş. Öbürü “Ben de Sen'in üstündeyim” demiş. İkisi de doğru söylemiş. Sen nehri üzerindeymişler. Fakat bizimkiler pilot değil. Kullandıkları da uçağa benzemiyor. ÇIKIN OYNAYIN “Atatürk sizden CHP'yi iktidar yapmanızı istiyor” diye haykırdı Özgür Bey. Belki de Atatürk değil, İsmet İnönü'dür o seslenen. Sestir, benzer. Takımın maçı kazanması için gaza getirmeye çalışan teknik direktör tarzında konuşuyor. İkide bir yapıyor bunu. “Çıkın kazanın!”, “Gidin alın!”, “İktidar yapın!” Ak tolgalı beylerbeyi sanki. DEM'E VERİLECEK OY VAR DEME Harika sahnelerden biridir. Züğürt Ağa'da sandıktan kendisine tek oy çıkınca Ağa (Şener Şen) nasıl sinirleniyordu. 31 Mart'ta buna benzer bir durum yaşanacak. Aynı değil, benzer. Tersinden üstelik. DEM'e basılmış mühürleri görünce, partinin yöneticileri ve bilhassa adaylar çok öfkelenecek. “Kim verdi ulan bana bu oyları?” “Kent dedik, uzlaşı dedik, özellikle ittifak demedik. İçinde itlik geçsin istemedik. Kim önderliğimizin kararına aykırı hareket ediyor da oyları bölüyor?” “Kent uzlaşısına aykırı hareket edenler haindir.” “Uzlaşa uzlaşa hedefe varılır. Bizim uzlaşımıza uymayan uyuz olsun.”
Her geçen gün modern ilişkilere yeni bir kavram geliyor. Ghostinge yeni alışmışken, şimdi yeni bir kavram olan "benching" ile karşı karşıyayız. Peki yedekte tutulma anlamına gelen "benching" nedir? Benching tam olarak nedir? Bir insan neden yedekleme yapar? İlişkide de yedekleme yapmak bir nevi aldatmamıdır? Yedekleme yapmanın temelinde bir “bağlanamama” ya da “kaygılı” ya da “kaçıngan” bağlanma mı var? Diyelim ilişkideyiz, birini yedekliyoruz kendimize ne sormamız gerekli? Diyelim biri bizi yedekledi, ne yapmalıyız? Yedeklemek de zor, yedeklenmek de.. Peki bu tarz insanların sıkça yaşadığı durum ve duygular nedir?
Türkiye İstatistik Kurumu, nam-ı diğer TÜİK. Ocak ayı enflasyon rakamı aylık % 6,70 yıllık %64,86 olarak açıklandı. Aylık bazda en yüksek artış sağlık harcama grubunda en az artış ise giyim ve ayakkabı da gerçekleşmiş. 2021 yılından itibaren özellikle belirli çevrelerce tabiri caizse sokak dayağına maruz bırakılan vatandaşın önüne atılan kurum bu çevrelerin benimsediği para politikasına dönülünce birdenbire son yedi ayın prensi olmaya doğru gidiyor. İzlenen ekonomi politikaları ve seçim argümanı üzerinden uzunca süre hedefe oturtulan kurum bir nebze de olsa rahatlamak üzere. Bugün Türkiye'de enflasyon ölçümü yapan TÜİK ve İTO (İstanbul özelinde) öne çıkan ise ENAG bulunuyor. Bu ay TÜİK'e göre sağlık grubunda % 17,68, İTO'ya göre aynı grupta İstanbul'da % 25, ENAG'a göre ise hiç artış yaşanmamış. Bu durumda ücretsiz check-up ve daha fazlası için ENAG'ın hayali dünyası biraz daha cazip duruyor. Her ne kadar son iki yılda ortaya çıkan fiyat artışlarından etkilenen vatandaşın duygularına oynamış olsa da, enflasyon ölçümüne dair şeffaf bir iletişim sunmamış olsa da enflasyon ölçümünün değil ama bu ay sağlıklı yaşamın adresi olarak bu araştırma grubu dikkat çekiyor. MADDE SEPETİ VE FİYATI Biz vatandaş olarak elbette bu enflasyonist ortamda tık elimizi yüzümüzü yıkayalım doğsun güneşimiz istiyoruz. Doğan güneşin de doğru istatistiki veri ve iletişim anlayışı ile gerçekleşeceğine dair inancımızı koruyoruz. Mesela TÜİK'in madde sepeti yok diyorlar, tık girelim TÜİK web sitesine “ana gruplar itibariyle madde sepet listesi”, Aaa varmış hem de 12 harcama grubunda 406 güncel hayatın içinden madde. Ama fiyatları yok bunun eleştirisi hemen peşinden geliyor ya da yayınlamayı durdurdular. Bu durum istismar edilmeye, itibar suikastı yapılmaya açık bir mesele. Şeffaflık açısından belki açıklanması beklenebilir ama bu şeffaflığın istismar edilip tüketicinin manipüle edilmesine de izin verilmemesi bir o kadar önem taşıyor. Fiyat hareketliliklerinin yoğun olarak yaşandığı son dönemde TÜİK enflasyon oranını aylık ve yıllık açıklasa da vatandaş rakamın açıklandığı günkü fiyatı ile daha çok ilgileniyor. Örneğin TÜİK, ocak hesaplamasında mazotu ortalama 39,79 olarak baz almış ama mazot bugün 41,77 TL. Diyelim ki pirinç fiyatını 34.50 lira olarak açıkladı, markete girdik hoop pirinç 57,50. İlk aklımıza gelen replikler “Ağam bizimle eğleniy”, “TÜİK'in yaşadığı kafa bende de olacak ki” ya da “aslında 80 yaşındayım ama TÜİK'e göre 25”.
Para her ne kadar bir metal yığını ya da kâğıt parçası olarak hayatımıza girmiş olsa da duygusal yükü ağır olan bir varlık. Derin bir sosyal ve kültürel bağlamın bir tezahürü aslında. Parayı ilk kim buldu sorusunun yanıtı milattan önceden kim kaybetmiş ki biz bulalım yanıtına kadar geniş bir tarihsel ve mizahi serüven içeriyor. Tarihsel süreç içerisinde takas ekonomisinden başlayıp dijital para ve kripto paralara, elektronik para transferleri sistemine evrilmiş bir etkileşim bütününden bahsediyoruz. İnternet kullanımının yaygınlaşması, kuşaklar arasındaki dijitalleşme eğiliminin giderek benzeşmesi, bankacılık sisteminin hayatımızın vazgeçilmez bir parçası olmasıyla bugün daha çok duygusal anılar biriktiriyoruz. Hep mi kazanıyoruz hayır, ama kısa yoldan köşeyi dönme, hipotenüsü kullanma arzusu hiç bırakmıyor peşimizi. BANKALAR MI YASTIK ALTI MI? Diyelim ki parayı bulduk, bunu nasıl değerlendiriyoruz. Ya da ilk aklımıza gelen finansal yatırım aracı ne diye sorsak? Biraz terminolojik oldu ama toplum olarak en çok ilgi gösterdiğimiz getiri ya da tasarruf aracı altın. Kuşak ayırmaksızın toplum olarak altına bir başka sevdalıyız. Tam ölçülememekle birlikte yastık altında, çeyiz sandıklarında, evin en güzel köşesini süsleyen vitrinlerde beş tona yakın fiziki altın, yani 300 milyar doların üzerinden altın rezervi var. Merkez Bankasının bugün altın rezervi 48 milyar dolar. Varın gerisini siz düşünün. Bankacılık sektörü her ne kadar dijitalleşme yönünde adım atmış olsa da, altın hesapları üzerinden vatandaşın dikkatini çekmiş olsa da vatandaş yastık altından vazgeçmiyor. Genetik kodların yanı sıra sistem ile arasındaki güven ve sadakat ilişkisinin henüz tesis edilemediğine inanıyor. NEDEN ALTIN Enflasyon karşısında ve kriz dönemlerinde altın vatandaş için güvenli bir liman olma özelliğini sürdürüyor. Enflasyonist süreçte bazen kredi çekerek, bazen nakit avans kullanarak bazen masumane fiyatları düştüğü için fırsat alımı yaptık. Ama rasyonel ama irrasyonel biz bu altına sevdalandık. Getiri düzeylerine baktığımızda da 2023 yılında nominal getirisi enflasyonun üzerinde gerçekleşen bir varlıktan söz ediyoruz. Külçe altın geçtiğimiz yıl 79.97 getiri sağlamış. Döviz, BİST 100, mevduat faizi, devlet iç borçlanma senetleri ile mukayese edildiğinde yıllık getiri olarak açık ara önde. Tek rakibinin kripto para piyasası araçları olduğu dikkat çekiyor.
Merkez Bankası Başkanı Hafize Gaye Erkan'la ilgili ilk tartışma bir gazete röportajıyla başlamıştı. Son tartışma ise işten çıkarılan bir çalışanın, “Beni babası işten çıkardı, babası genel müdür yardımcılarına bile talimat veriyor” iddiası ile başladı. Arkasından birçok iddia gündeme getirildi. Bunlar aynı minval iddialardı. Babasına oda tahsis edildiği, banka sosyal tesislerinin ailesine tahsis edildiği, çalışanların annesi ve babasına hizmet verdiği gibi… Fakat bu gibi iddiaların ötesinde iki önemli iddia daha ortaya atıldı. Gazeteci Erdal Sağlam dile getirdi ilk: Erkan, yatırımcı sunumu için gittiği ABD'den 18 gündür dönmedi Erdoğan, Erkan'dan rahatsız, seçimler sonrası görevden alınabilir. Birincisi çok manidar. Çok da görülmüş şey değil. Bir açıklama da getirilmedi. 18 gündür ne yapılıyor? İkincisi ise iddia, söylenti. Ama aslı olabilecek bir söylenti olduğu için tartışması oldu. Erdoğan, özellikle de program sonuçlarından memnun kalmazsa, yerel seçimleri atlattıktan sonra böyle bir görevden alma ile yine hem başarısızlıkların kendisine (“Ekonominin sorumlusu benim ben…” dediği halde ve gerçekten de öyle olduğu halde) yapışmasını önler hem de “daha iyisi geliyor, geldi” havasıyla süreci de umudu da yenilemiş olur. Ancak ne olursa olsun… Burada konu kapansın ve başka da bir gelişme olmasın… MB Başkanı Erkan yıprandı. Hakkında, bir hazımsızlık, bir olmamışlık hissi yarattı. “Yaptı, etti” denilenlerin herhangi bir AKP'li bürokratın yapıp ettiklerinden farklı olduğunu düşünmüyorum ama sorun şu ki, kendisinden beklenmiyordu. MB Başkanlığı gibi bir göreve, “kurtarıcı ekibin kilit iki isminden biri” olarak gelmiş, atama az çok liyakatli kabul edilmişti. Hayal kırıklığının nedeni bu ve uyguladıkları programın itibarı bakımından da sonuç doğuracak nitelikte. Fakat bizi asıl ilgilendiren tarafı şu: Eğer bir istifa, bir görevden alma gerçekleşirse, bu benim pek de sevmediğim tabirle, “piyasada” bir dalgalanmaya yol açabilir. Diyelim kuru, enflasyonu biraz hareketlendirebilir. Çünkü olayın bir de anlaşıldığı kadarıyla içeriye, banka içine uzanan bir boyutu bulunuyor. Kulis haberlerine göre başkan yardımcıları arasında da hoşnutsuzluklar var çünkü. Bunu önümüzdeki döneme ilişkin bir risk olarak akılda tutmak gerekir.
Gazze'deki çocuklarımızı kimler niçin öldürüyorsa kahraman askerlerimizi de onlar, aynı sebeple öldürüyor! Gazze'deki mücahitler nereyi nasıl savunuyorsa kahraman askerlerimiz de orayı öylece savunuyor!” Bugünkü cümlelerim bunlar olsun ve hemen söyleyeyim: Bu cümlelerde anlaşılmayacak hiçbir şey yok. Anlaşılmayacak hiçbir şey yok ama yine de “memur emeklisi Kamaliste anlatır gibi” anlatayım. Diyelim ki “Büyük İsrail Haritası” isimli akıl dışı haritadan ve İsrail isimli hayvanlık organizasyonunun bütün operasyonlarını, bütün katliamlarını bu haritayı hayata geçirmek için yaptığından habersizsin. Bu olabilir çünkü senin dillere destan cehaletini bilmeyen yok. Diyelim ki şehit edilen 12 aslanımızın intikamını almak için TSK'nın yerle bir ettiği petrol sahalarının PKK'ya Amerikalılar tarafından verildiği bilgisinden de habersizsin. Bak bu da olabilir çünkü jeoloğu tarihçi zannediyorsun en nihayet, nereden bileceksin petrol sahalarını kimin kime verdiğini. Diyelim ki İsrail'in her düzeyde politikacısının, her düzeyde medyacısının ve her düzeyde etki ajanının aslanlarımızı şehit eden alçak PKK'ya müteşekkir kaldığını, dahası son derece askeri ve stratejik hedefleri yerle bir eden, sivil öldürmeyen Türkiye Cumhuriyeti'ni “Kürtleri öldürmekle hatta onlara soykırım uygulamakla” suçladığını da duymadın. Geçen seçimi Kılıçdaroğlu'nun yüzde 60 ile kazanacağına inanmış insansın, bunu da çok görmem sana. Fakat hiç olmazsa “Meclis'te grubu bulunan dört partinin teröre karşı imzaladığı ortak bildiriyi CHP'nin niçin imzalamadığını” biraz olsun düşünerek bulabilirsin değil mi Gazze'de çocuklarımızı öldürenlerin askerlerimizi şehit edenlerle aynı insanlar olduklarını. Çok karmaşık bir bağlantıdan, çok karışık bir işten söz etmiyorum. Hamas'a terörist diyen Özgür Özel, PKK'ya terörist denilen bir iradeyle ortaklaşmak yerine DEM'in bulanık sularına dümen kırdıysa anlayalım ki orada bir “İsrail korkusu” vardır. Bilmediğiniz şey ise şu: Korkunun ecele faydası yok bey abi.
I- Tam orta yerinden bir kez daha yırtıldı, “küresel köy”ün fotoğrafı. Bir tarafta katledilen çocukların acısı ile kavrulmuş milyonlarca insan... Diğer tarafta muktedirler. O muktedirler ki, katliama karşı sağır ve suskun ve fakat “Gazze'de soy kırım yaşanıyor” diyenlere karşı her an tetikteler. Üniversite hocalarını İsrail politikalarını eleştirdiği için sorguya çekmeyi göze alacak kadar hazır ve nazır “özgürlüğün beşiği” Amerikan senatosu. Altımızda yer sallanırken, üstümüzde gök bize her an Gazze'ye atılan bombaları hatırlatırken; bazıları, zevkinde sefasında yılbaşı kutlamaya hazırlanıyor. “Ne yesem, nereye gitsem” peşinde olanlar kendilerinden başka kimseyi görmüyor. Dünyanın ayağa kalktığı o reklam kampanyasını görünmez kılmak için seferber olacak kadar başka bir evrenden bakıyorlar olan bitene. İspanya merkezli, İsrail destekçisi küresel giyim markasının işlediği siyasi ve ahlaki suçun görseli ile karşılaşmamış olanlar için, dünyayı ayağa kaldıran o “reklam kampanyası”ndan bir kareyi tasvir edeyim. Tasvir edeyim ki kayıtlara geçsin. Matbu olarak basılı olmayan her şeyin elimizden alınma ihtimali var, “Dijital kıyamet senaryoları”na hazırlıklı olun diyen İngiltere hükümetinin vatandaşlarına mum ve pille çalışan radyo stoklama çağrısı, “ölüm” temalı reklam kampanyası ile eş zamanlı dolaştı sosyal medyada. “Başkalarına ölüm, yandaşlarına hayat sunan” kampanya fotoğraflarından bir kare: Harabe bir mekân. Yer yerinden oynamış. Harabenin içinde hesapta reklamı yapılan ceket ile pırıl pırıl sarışın model. Model, hayat-memat denklemi üzerinden ölüyü ve ölümü elinde tutan, korkusuz soğuk özne olarak aktarıyor muktedirin gücünü. Atılan bombalar “hedefi” vurmuş, duvarlar göçmüş, ne hikmetse duvardaki göçük İsrail'in işgal ettiği toprakların haritası olarak şekillenmiş, AMA “the Jacket”i sırtında olan sarışın manken pırıl pırıl, onca enkazdan üzerine tek bir toz zerresi konmadan tek koluyla, kefeni içinde bir beden taşıyor. Gazze'de katledilmiş evlatlarının minik bedenleri üzerine, kendi bedenlerini siper edercesine eğilen annelerin ters simetrisinde, “ceketin askısı” olan sarışın model, tek eliyle taşıyor kefenin içindeki bedeni. Böylece kefenin içindekini nesneleştirmiş olduğunu, bu ölüme ve bu ölene asla üzülünmemesi gerektiğini ilan ediyor. Gelen protestolar karşısında bu çekimlerin eylül ayında yapıldığını söyleyerek “imaj yönetimi, hasar denetimi” yapanlara şu basit soruyu soralım: Diyelim ki çekimler eylül ayında yapıldı. Peki, bu kampanya, Hristiyan kültüründe yeri olmayan kefen ile neyi ve kimi anlatıyor? Amerikalı kadın model, çekimin teması olan “ölüm”ü neden kefenli bedenler üzerinden aktarıyor? Gönderme sadece kefen üzerinden yapılmıyor. Jacket kelimesinin aynı zamanda bir şeyin tozunu atmak ve pataklamak anlamları üzerinden (dust someone's jacket: birine dayak atmak, pataklamak, k.d. tozunu almak, bkz. Zargan Sözlük) okunmasına davetiye çıkartacak şekilde sunuluyor.
Bunu sindirelim önce... Dünya jeopolitiği boşlukta sallanıyor... ‘Güvende hissetmeme' duygusu verebilir bazılarına. Ama onlar başından beri bu topraklarda kendilerini oynatacak ipleri, ‘Puppet Master' olarak da hep büyük güçleri aradılar... Türkiye'de bu ipler kesiliyor. Boşluğa düşüyorlar. Onların ‘kaos' dedikleri ipsizlik. Kaos yayıldıkça düşüşleri hızlanacak... Cumhurbaşkanı'nın, ‘daha adil bir dünya mümkün ama ABD ile değil' atağı, bu tahayyülün ‘Ankara stratejisi' olarak uygulandığını gösteren sayısız işaretlerden biri mi? Ve bu açıklamadan iki gün sonra, ‘Başkan Biden Erdoğan'ı arayacak' mealindeki haberlerin muştuladığı ne? JEOPOLİTİĞİN İHTİYAÇLAR PİRAMİDİ!.. ‘Amerikasızlık ihtiyacı' Türkiye'de hep konuşuldu ama gerçekleşme ihtimali bir o kadar korkutucu bulundu. Hâlâ da korkuyorlar. Bu yüzden, son umut tutunabildikleri her Batı vaadine, muhtemel ziyaretine deli gibi sarılıyorlar... Mesela bir tanesini savaş uçaklarının alımında izliyoruz; Amerika'nın F-16'ları vermek zorunda olduğunu, çünkü Ukrayna'da Rusya'nın kazanacağının anlaşıldığını, bunun da Avrupa'da, askerî yükseliş/yığınak/tahkimat ve dahi stratejik müttefik ihtiyacı doğuracağını kestiriyorlar... Kiev'in kaybetmek üzere olduğunu kabullenmek elbette aşama ve sonrasını da tuttursalar bile aslında yaptıkları, ‘iplerini yukarı bakarak çekiştirmek'! KORKUYOR MUSUNUZ, KORKUTUYORLAR MI? Madem böyle bir projeksiyon var, geliştirelim; Diyelim, Rusya gerçekten kazandı; doğal sonucu olarak Kiev iktidarı düştü, komşular pay için üşüştüler (!), hepsinden önemlisi ABD/NATO siyaseten yenilmiş oldu... Avrupa'nın kapılacağı paniği hayal edebiliyor musunuz? Daha yeni, Almanya Genelkurmay Başkanı, “kendimizi savunacak bir gücümüz yok” açıklaması yaptı. Berlin de bu konu ciddi mesele. Tabii bu açıklamanın, Almanya Savunma Bakanı Pistorius'un “Ukrayna'nın müttefiki değiliz” sözlerini takiben geldiğini hatırlatalım. Korku Avrupa'ya yayılıyor; hafta sonu da Belçika yöneticileri, “bir saldırı olsa üç saat sonra kendimizi taş atarak savunmak zorunda kalırız” diye askeri durum raporu vermişti! (Korkuyu, Newsweek'in 10/12 tarihli ‘NATO ally fears Russian Invasion and possible defensive war' makalesinde ellerinizle tutabilirsiniz.)
Hocam selamünaleyküm, size bir kaç sorum olacak: Soru Kurban kesmek isteyen bir kişi kardeşinin hayvanına kardeşiyle birlikte ortak olmak istiyor, ama kardeşi para almıyor, ben besledim birlikte keselik diyor. Bunun bedelini vermezsek caiz olur mu? Cevap Kardeşiniz kurbanı kesmeden önce hayvanın yarısını size hibe ederse (bağışlarsa) hayvanın yarısı onun olur ve ikiniz için kurban olarak kesebilirsiniz; bu durumda para ödemeniz şart değildir. Soru Kurbana 6 pay olarak girenlerden biri rahmetli olursa mirasçıları o kurbanı kesmeli mi yoksa başka paya girebilirler mi? Diyelim ailesi hisseden çıktı 6'ya niyetlenilen kurban 5 kişiyle kesilebilir mi yoksa bir hisse bulunması gerekir mi? Cevap Kurban niyeti ile alınmış altı hisseli bir hayvan var, hisse sahiplerinden biri kurban kesilmeden ölüyor, onun bir tek mirasçısı var ise ve bu hisse ona intikal etmiş ise, kendisi için vacip kurban olarak da, babası için nafile kurban olarak da dâhil olabilir. Eğer vâris, bu hisseyi kurban olarak kestirmek istemiyorsa diğer beş kişi eşit olarak hisse bedelini vârise öderler ve kurban beş kişi için kesilir. Vâris birden fazla ise altıncı hisse iki kişiye kurban olmaz. Soru Kız yeğenim eşiyle anlaşamadı, 20 yıldan sonra boşanma davası açtılar, boşanacak... İslam şeriatına göre evlilik süresince edinilen mallara kadın ortak olmuyor mu?.. Boşanırken mehir dışında alacağı hiçbir şey yok mu? Erkek çalışıp kazandıysa kadın da yardım etti, o mallarda hakkı olması lazım değil mi? Cevap Kocasına yardım etmek başka, sözleşme yaparak ücret karşılığında çalışmak başkadır. Kocasının işinde ona yardım eden kadın bu yardımı (adı üstünde yardım) ona bağışlamıştır. Kadın, evlenme akdi gereği olarak kocasına işinde yardım etmek mecburiyetinde değildir; bu sebeple işi ücretle yapar bunu da bir yana kaydederlerse boşansın boşanmasın, kocası ölsün yaşasın ücretini alabilir. Soru Muhterem Hocam. Sağlığınıza duacıyım. Allah ömrünüzü uzun etsin. Sizin ve yetiştirdiğiniz nice talebeleriniz için hüsnü şehadet ediyorum. Allah yar ve yardımcımız olsun. Namaz kılarken kıble istikametinde resim ve resimli eşyalara doğru namaz kılmanın uygun olmadığı eğitimini alarak büyüdük. Bu yaşımıza geldik. Eskiden resimler, fotoğraflar ve gazetelerle neredeyse sınırlıyken bugün atık temizlik malzemeleri, parfümler, tencere-tabak, hatta camide önümüzde namaz kılanın sırtında ve göğsünde olabiliyor. Kendi evimizde, misafirliğe gittiğimiz evlerde bunların arkasını çevirmek veya yerini değiştirmek, etrafımızdakilerin bize tebessümle bakmasına yol açıyor. Bir de çocuklu evlerde sağda solda neredeyse her yerde irili ufaklı oyuncaklar olabiliyor. Bunları toparlayıp namaza başladığımız zaman karşımızda görmediğimiz başka bir oyuncak veya resim çıkıyor. İbadetimizi böyle tamamlıyoruz. Allah, bilmiyorsanız bilenlere sorun buyuruyor. Biz de size soruyoruz Muhterem Hocam. Bu eşyaları toplamaya devam edelim mi yoksa farklı bir tavsiyeniz olur mu? Resim ve oyuncak olan mekânlarda ibadette kerahet var mı? Selam ve dua ile.
Sen nerede yaşamak isterdin ? Diyelim ki vizeler kalktı ve cebinde sana yetecek kadar döviz var veya çok sağlam bir mesleğin var nerede yaşardın ? En yakın arkadaşını hangi ülkede yaşarken düşünüyorsun ? Haydi sınırları kaldıralım…
Diyelim yer Milli Eğitim'e bağlı bir okul. 12 Mayıs Cuma günü okulun devletten 25 yıldır maaş alan öğretmenlerinden biri, bir başka öğretmene “pazartesi iş bak kendine, defolup gideceksiniz. Erdoğan seçimi kazanınca hiçbirinizi buralarda yaşatmayac-ağız” demiş midir sizce? Diyelim yer Türk Hava Yolları Genel Müdürlüğü. 12 Mayıs Cuma günü, THY'de 12 yıldır çalışan bir memur, bir başka memura “masanı şimdiden toplasaydın iyi olurdu. Nasılsa pazartesi gün Erdoğan seçimi kazanmış olacak. İlk iş seni ve senin gibileri bu kurumlardan temizlemek” demiş midir sizce? Örnekleri uzatmak mümkün, ama gereksiz... Cumhurbaşkanlığı seçimi bitti biteli hangi arkadaşımla, hangi dostumla konuşsam bana çeşitli, türlü mobbing hikayeleri anlatıyor.
Çok sevdiğiniz psikologlu bölümlerimizde bu hafta soru cevap haftası. Evlilikten depresyona, boşanmadan kaygı bozukluğuna, travmasızlıktan değersizliğe bir sürü konu ve bir sürü cevap sizinle. Keyifli Dinlemeler
Öncelikle ve önemlilikle belirtmek isterim ki Kürtlük hassasiyeti, Kürtçülük/ırkçılık anlamına gelmez. Kürtlük hassasiyeti dediğim şey şudur: Diyelim ki Kürt'sünüz. Vatandaşı olduğunuz ülkede etnik kimliğiniz inkâr ediliyor, ana diliniz yasaklanıyor, korkunç bir asimilasyon politikasına tabi tutuluyorsunuz, dahası türlü dışlamalara ve baskılara maruz kalıyorsunuz. Bu durumda etnik aidiyetiniz ekseninde hassasiyet göstermenizden daha doğal insani bir şey olamaz. Bu hassasiyete birilerinin Kürtçülük/ırkçılık yaftası yapıştırması, ayrıca bir haksızlık ve zulüm. Ne yazık ki bu ülkede kabaca özetlediğim inkâr, asimilasyon ve baskı politikaları yaygın bir biçimde Kürtlük hassasiyetinin ortaya çıkmasını sağladı. Bu hassasiyet kimi Kürtleri ırkçılığa sürüklemedi mi? Sürükledi elbette. Lakin Kürtçü/ırkçı/bölücü Kürtlerin sayısı hep azınlıkta kaldı. Kürtlerin çoğunluğunun Kürtlük hassasiyeti hiçbir zaman ne ırkçılıkla-bölücülükle buluştu ne de şiddet ve terörle. Kürtlerin makul çoğunluğunun haklı Kürtlük hassasiyetini kendi ideolojik iktidar mücadelesinde bir mobilizasyon aracı olarak kullanan malum örgütün ve partisinin “Kürtlük hassasiyeti” ise hep sözde kaldı. Zira onlar için Kürt'ten ve Kürtlükten önce ideolojik öncelikleri önemliydi.
B ilindiği gibi mülkiye müfettişleri bir süredir Beşiktaş Belediyesi ve eski yönetimine ilişkin araştırma yapıyorlardı. Müfettişlerin 2016 yılına ait soruşturma raporunu adliyeye göndermesiyle İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, İstanbul Mali Suçlarla Mücadele Şube Müdürlüğünü görevlendirmiş. Mali Suçlarla Mücadele Şube Müdürlüğü ekipleri de Beşiktaş Belediyesi'ne ‘çıkar amaçlı örgüt kurma', ‘rüşvet alma', ‘irtikap' gibi suçlardan operasyon düzenlediler. Bu kapsamda hakkında gözaltı kararı verilen eski Beşiktaş Belediye Başkanı Murat Hazinedar Kastamonu'da yakalandı. Dosyaya göre; Hazinedar'ın yanı sıra 2 yardımcısının da aralarında bulunduğu 17 kişi ‘şüpheli' durumunda... Malumunuz, Beşiktaş Belediyesi uzun yıllardır CHP'nin yönetiminde... Diyelim ki benzer bir olay, uzun yıllardır AK Parti'nin yönetimindeki bir belediyede yaşandı... Tamamına gerek yok; bu suçlamaların 10'da
Bilindiği gibi mülkiye müfettişleri bir süredir Beşiktaş Belediyesi ve eski yönetimine ilişkin araştırma yapıyorlardı. Müfettişlerin 2016 yılına ait soruşturma raporunu adliyeye göndermesiyle İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, İstanbul Mali Suçlarla Mücadele Şube Müdürlüğünü görevlendirmiş. Mali Suçlarla Mücadele Şube Müdürlüğü ekipleri de Beşiktaş Belediyesi'ne ‘çıkar amaçlı örgüt kurma', ‘rüşvet alma', ‘irtikap' gibi suçlardan operasyon düzenlediler. Bu kapsamda hakkında gözaltı kararı verilen eski Beşiktaş Belediye Başkanı Murat Hazinedar Kastamonu'da yakalandı. Dosyaya göre; Hazinedar'ın yanı sıra 2 yardımcısının da aralarında bulunduğu 17 kişi ‘şüpheli' durumunda... Malumunuz, Beşiktaş Belediyesi uzun yıllardır CHP'nin yönetiminde... Diyelim ki benzer bir olay, uzun yıllardır AK Parti'nin yönetimindeki bir belediyede yaşandı...
Günlere göre astrolojik değerlendirme
Gelin Allah Diyelim, Kalpten pası silelim Alemler seyredelim Allah Allah dedikçe Nerde tehvid çekilir Melekler saf saf gelir Hepsi tekbir getirir Allah Allah dedikçe Zikr-i Hak'ka başlandı İsm-i Celal hızlandı Arş-ı ala sallandı Allah Allah dedikçe Gönüller şadan olur Kaygudan azad olur Can mülke abad olur Allah Allah dedikçe Bağlı kapı açılır Hak batıldan seçilir Gizli sırlar açılır Allah Allah dedikçe. Gafil olma Naciyâ Hak'kı zikret daima, Seni zikreder Hüda, Allah Allah dedikçe. --- Send in a voice message: https://anchor.fm/baglum-dergah/message
Öncelikle ve önemlilikle vurgulamak isterim ki cumhuriyetin bizatihi kendisi kutsal değildir. Daha doğrusu hiçbir yönetim biçimi kutsal değildir. Yönetim biçimlerini kutsallaştı-ranlar kendi ideolojilerini o yönetim biçimlerine giydirenlerdir. Sözgelimi “İslam cumhuriyeti” dediğinizde karşınıza çıkan kutsallık, bir din olarak İslamiyet'in bizatihi kendisinde saklı bir gerçekliktir. Değilse, cumhuriyetin önündeki İslam ibaresi, o cumhuriyeti kutsal kılmaz. Burada iki gerçekliğe dikkat çekmekte yarar vardır. Birincisi, İslam cumhuriyetini yönetenlerin İslamiyet yorumları ve anlayışları bizatihi İslamiyet'in kendisi değildir. Dolayısıyla o yorum ve anlayışlar da son tahlilde beşeridir. İlahi ve kutsal olan metnin bizatihi kendisidir. İkincisi, İslam cumhuriyetinin yöneticilerinin icraatlarının referansı dinin kendisi bile olsa, o icraatlara kutsallık atfetmek yanlıştır. Demem o ki, ne o çıkarımların kendisi ne de o çıkarımlarla gerçekleştirilen icraatlar kutsallık kisvesine büründürülemez, yani İslamiyet'in bizatihi kendisiymiş gibi savunulamaz. Laik cumhuriyetler için de aynı şey geçerlidir. Demek ki cumhuriyetin bir yönetim tarzı olarak bizatihi kendisi, öyle iddia edildiği gibi, fazilet ve kutsallıkla alakası yoktur. Cumhuriyetin bizatihi kendisi kutsal olmuş olsaydı, laikçiler, İslami cumhuriyete karşı çıkmazlardı. Veya İslamcılar “laik cumhuriyet”i de kutsarlardı. O yüzden bizim memleketimizde o birilerinin kendi ideolojilerini ve o ideolojilerinden mülhem icraatlarını cumhuriyetin “fazilet” ve “kutsalları” diye bize yutturmaya çalışmaları, cumhuriyet ve cumhuriyetçilik adına tam bir aldatmaca örneğidir. Cumhuriyet, ne İslamiyet ne de laiklik üzerinden kutsanabilecek bir yönetim biçimi değildir. Bu ülkede Milli Mücadele'den sonra bir İslam cumhuriyeti kurulmuş olsaydı, sorarım size, laikçiler cumhuriyete sahip çıkarlar mıydı? İslam cumhuriyeti adı altında yönetici elitlerin dediklerini ve yaptıklarını takdis ederler miydi? Sözgelimi, cumhuriyetçilik adına İslamiyet bir yaşam tarzı olarak dayatılmış olsaydı, başını örtmeyen veya çarşaf giymeyen kadınların eğitim-öğretim de dâhil kamusal diğer haklardan yararlanmayacağı, dahası sokaklarda bile dolaşamayacakları hükme bağlanmış olsaydı, merak ediyorum, o cumhuriyetin kendisinden yana olurlar mıydı? Diyelim ki cumhurun kahir ekseriyeti de bunu istiyor olsaydı, bu durumda laikçiler, “ O ki cumhuriyet cumhurun yönetimidir, o vakit cumhurun iradesi en faziletli iradedir, cumhuriyet de en faziletli rejimdir” derler miydi?
Türkiye, Libya'daki “meşrû” hükümet ile Doğu Akdeniz'de karbon varlıklarının çıkarılması konusunda kapsamlı bir anlaşma imzâladı. Son yazımda bunun, Türkiye'nin târihsel geçmişinin de hakkettirdiği istikamette bir Akdeniz gücü olarak kendisini ortaya koyması olarak değerlendirmiştim. Buna tepkiler gecikmedi. Yunanistan Dışişleri Bakanı Dendias apar topar Mısır'a gitti. Dendias ve meslektaşı Semih Şükrü, Türkiye'yi kınayan ve bu anlaşmanın geçersiz olduğunu bildiren açıklamalarda bulundular. Seçimleri başaramayan Trablus hükûmetinin meşrûiyetini kaybettiğini, böyle bir anlaşmayı yapamayacağını ileri sürdüler. Bu değerlendirme, yakın zamanda ABD-Fransa-Almanya ve İtalya'nın biraraya gelerek yaptıkları açıklamayla da uyumluydu. Onlar da, Libya'da taraf olan Dibeybe ve Hafter güçlerinin miadını doldurduğunu, Libya'nın istikbâlinde yer alamayacaklarını ifâde ediyorlardı. Buna binâen yeni bir hükümet kurulmasının en doğrusu olduğunu ileri sürüyorlardı. Anlaşılıyor ki, Doğu Akdeniz'de Türk varlığını ve bilhassa da Türkiye-Libya ilişkilerinin derinleşmesini reddeden bloke bir bakış ile karşı karşıyayız. Mısır ve Yunanistan bu bloke bakışı aşırı bir yorumun mevzuu hâline getiriyor. Diyelim ki bu tez doğru; bir geçiş yaşanacak. Öyle de olsa, bu gerçekleşinceye kadar BM'nin de tasdiki ile meşrû olan hükümet Dibeybe hükûmeti değil midir? Siyâset yer yer kesinti yaşayabilir; ama boşluk kabûl etmez. Bu muhayyel, ne idüğü belirsiz geçiş olsa bile, gerçekleşinceye kadar Dieybe hükûmeti meşrûiyetini kaybetmez. Aldığı kararlar geçerlidir. Kaldı ki, geçiş meselesi, Libyâ'daki güç dengeleri itibârıyla henüz kabûl görmüş, tarafların üzerinde ittifâk etmiş olduğu bir durum olmaktan çok uzaktadır. Ortada karmaşık bir denklemin olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Dibeybe hükûmetinin seçimler yapılamadı diye meşrûiyetini kaybettiğini söyleyen Batı bloku, bu denkleme Hafter'i de dâhil ediyor. Gûya tarafsızlık adına tepeden inmeci, penisilinci bir yaklaşım bu. İyi de, cârî durum Libya'nın siyâsal kültürü açısından rastgele bir durum değildir. Her iki güç yığılmasının arkasında çok hassas kabile destekleri mevcût. Onları yok sayarak, Libya'yı temize çekmek gibi câhilce bir bakış ve değerlendirme bu. Kim gelecek? Bu soru da karşılıksız. Mevcut güç ayrışmalarını bertaraf edebilecek ve hepsini ortak bir irâdeye bağlayabilecek sihirli kuvvet acaba kimin elinde? Tobruk fırsatçılık peşinde. Hafter kanadı, seçimler yapılamadı diye Dibeybe hükûmetinin kadük olduğunu, meşrûiyetin kendilerine geçtiğini iddia eden ucuz bir yaklaşım sergiliyor. Batı bloku ise, durumdan vazife çıkararak, ona “sen de kaybol” diyor. Mısır ve Yunanistan ise bu kaostan kendilerine göre bir netice çıkararak, Türkiye'nin Libya'dan dışlanmasını sağlayacak bir aşırı yorumun peşinde gidiyor.
Daha önce de yazmıştık... Israrlarını, sahiplenişlerini anlamak mümkün değil... En önde Genel Başkanları, CHP yönetimi tepiniyor da tepiniyor... “Polisevine saldıran terörist, Dilşah Ercan değildi...” “DNA'sı tutmuyor...” “Taksi şoförünün ifadesine dayanıyorlar...” “Yalan söylüyorlar”... Diyelim ki haklılar... Peki, bunu ne yapacağız?
Medyascope Podcast'ten herkese merhaba. Hafta Sonu Yazıları köşemizde yayınlanan yazılarımızın seslendirmesiyle karşınızdayız. Ruşen Çakır'ın "Diyelim ki Kılıçdaroğlu aday oldu ve kazandı – Beş hızlı soru" başlıklı yazısını Gökçe Çiçek Kösedağı sizler için seslendirdi. Beğenerek dinlemenizi umuyoruz.
Sayın Hocam; Lütfen okuyup cevaplayın. Yolum yanlışsa yanlıştan dönmeme vesile olun. Benim bir youtube kanalım var ve buradan atölyemde yaptığım mekanik işleri paylaşıyorum. Kanal adı: (...). İzleyenlerim %90 yurt dışından. Bu kanaldan para kazanmaya başladım ama kazancın helalliği noktasında tereddütlerim var. Tabii kazancı da bir kenara atıp bu işi bırakamıyorum zira işe ve paraya ihtiyaç var ve bu yapabildiğim en iyi iş. Beni ve merak eden tüm youtuberları da aydınlatırsanız çok sevinirim. Youtube üzerinden para kazanma yöntemlerinin birkaç yol var ama benim merak ettiğim görüntülü reklamlardan gelen ‘gelir'. Youtube, yayınladığımız video üzerinde reklam verenlerin reklamını göstererek her gösterilen reklam başına kazandığı paranın bir miktarını içerik üretene ödüyor. Bu kısımdaki reklam geliri elde etmede ödeme kanalı olan Adsense üzerinden bazı engellemeler yapabiliyoruz. Bunlar; Hassas İçerikler Astroloji ve Ezoterik-Cinsel Sağlık ve Üreme Sistemi Sağlığı-Cinselliğe Atıflar-Din-Flört-İlaçlar ve Besin Takviyeleri-İndirilebilir Yardımcı Programlar-Kilo Verme-Kolay Yoldan Zengin Olma-Kozmetik Prosedürler ve Vücut Modifikasyonu-Sansasyon amaçlı reklam-Siyaset-Sosyal Kumar Oyunları- Video Oyunları (Basit ve Online)-Önemli Ölçüde Çıplak Ten-Kısıtlanmış kategoriler-Alkol-Kumar ve Bahis (18+) Ben bu başlıkların tamamını engelledim. Bir de genel kategoriler adında engelleme kontrolleri yapabiliyoruz. Burada da yaklaşık 350 detaylı kategoride 200 adet engelleme hakkı veriyor ve ben 200 hakkın tamamını kullandım. Hatta daha fazla hak verse herhâlde daha fazla engelleme yaparım ama 200 ile sınırlandırmışlar. Maalesef videolarım üzerinde yayınlanan reklamların bir listesini göremiyorum. Öyle bir özellik yok. Bu yüzden yayınlanan reklamları tamamen süzmek mümkün görünmüyor. Soru Benim tüm bu engellemelerime rağmen dinimizce sakıncası olan reklamların gösterilme ihtimali bulunmakta. Örneğin alkolün yasak olmadığı bir ülkede benim videomu izleyen biri için alkol reklamı gösterilebilmekte ve o reklamdan elde edilen gelirin bir miktarı bana ödenebilmekte. Youtube'un reklam kazanç paylaşımında elde edilen gelirin bir kısmı içerik üreticiye (video sahibine) yapılır diye açıklanmış. Yani para Youtube'dan geliyor ama reklam ödemesinin bir kısmı olarak geliyor. Benim sorum ise bu engelleyemediğim reklamdan gelen gelir bize helal olur mu? Yoksa reklamın gösterilmesine sebep olduğumuz için haram mı olur? Tabii bu reklam genelde izleyicinin internet geçmişine ve ilgi alanlarına göre de yayınlanabiliyor. Bu konudaki mesuliyetimiz nedir? Cevap “Youtube, yayınladığımız video üzerinde reklam verenlerin reklamını göstererek her gösterilen reklam başına kazandığı paranın bir miktarını içerik üretene ödemektedir” diyorsunuz. Bu soruda iki konu var: 1. Sizin yayınladığınız videolar, 2. Youtube'un reklamları. Yayınladığınız videoların dinî ve ahlâkî bakımdan sakıncalı olmaması gerekiyor. Meşru bir üretimi satan kimse, onun haramda kullanılmasından sorumlu olur mu? Bu sorunun cevabında müçtehitlerin iki farklı görüşleri var: Azına göre sorumlu değil. Çoğuna göre, harama alet ve yardımcı olduğu için sorumlu. Youtube'un reklamlarında dinî ve ahlâkî bir hassasiyetin olmadığı malum. Siz meşru olmayanların bir kısmını engellemişsiniz ama engelleyemedikleriniz de var. Diyelim ki tamamını engellediniz; peki -haram içerik bulunmasa bile- reklam denilen şey meşru mu? Bu konuda bir soru üzerine ben şunu yazmıştım (Güncelleyerek sunuyorum):
Bu video 08/01/2017 tarihinde yayınlanan " TÜRKİYE PERSPEKTİFİNDEN İÇTİMÂÎ RUH" isimli bamtelinden alınmıştır. Tamamı burada: https://www.herkul.org/bamteli/bamtel... Kötü ahlak, insanda darlık hâsıl eder; cehalet, kibir, gurur, bencillik, kıskançlık gibi fenalıklar sebebiyle vicdan daralır, büzüşür ve bir hodgâmlık dehlizine dönüşür. İctimâî ruhun önünü kesen gulyabanîler, İmam Gazzalî hazretlerinin ifadesiyle, bütün mühlikât ve mûbikâttır; insanı helakete sürükleyen ne kadar meâsî ve mesavî varsa, onlar o ictimâî ruhu öldüren, felç eden şeylerdir. Onları, Hazret, İhyâ-ı Ulûmiddîn'de sıralar, derste konu oraya geldiği zaman göreceksiniz. Diyelim ki, enâniyetten başlar; egoizm, egosantrizm, narsisizm… Hafizanallah, insan bunların pençesine düşmüşse şayet, zannediyorum o değerli şeylere karşı bütün bütün kapanmış olur. Öfke, mesela, o mühlikâttan bir tanesidir. Mesela, hazımsızlık, o mühlikâttan bir tanesidir. Gazap, mühlikâttan bir tanesidir. Biri Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)'in karşısında (bir nasihat isteğiyle) beklentiye girince, Efendimiz ona üç defa لاَ تَغْضَبْ، لاَ تَغْضَبْ، لاَ تَغْضَبْ buyuruyor: “Öfkelenme!.. Öfkelenme!.. Öfkelenme!..” O mühlikâttan, mûbikâttan bir tanesi de budur. Bunların karşısında da münciyât vardır, sağlam bir iman gibi; ekmel iman, ekmel İslam, en mükemmel İslam. الْيَوْمَ أَكْمَلْتُ لَكُمْ دِينَكُمْ وَأَتْمَمْتُ عَلَيْكُمْ نِعْمَتِي وَرَضِيتُ لَكُمُ الْإِسْلاَمَ دِينًا “İşte bugün sizin için (bütün kaideleri, hükümleri ve evrenselliğiyle) dininizi kemale erdirdim; üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm'ı seçtim.” (Mâide, 5/3) dediğine göre Allah (celle celâluhu), eksiği yok, gediği yok: Nazarî planda Ben meseleyi size tastamam olarak verdim; ondan sonra tastamam olarak yaşamak, size kalıyor. وَأَتْمَمْتُ عَلَيْكُمْ نِعْمَتِي “Bununla size nimetimi de tamamladım.” وَرَضِيتُ لَكُمُ الْإِسْلاَمَ دِينًا “Din olarak da İslam'dan hoşnut oldum!..” Onu yaşarsanız.. “iman”, O'nun dediği gibi olursa.. “İslam”, O'nun dediği gibi olursa.. bunların Allah tarafından görülüyor veya Allah'ı görüyor gibi yerine getirilmesi demek olan “ihsan” O'nun dediği gibi olursa.. bunlar yapılırken emre itaatteki inceliği kavramışlık içinde “ihlas” denirse.. ihlas denirken, “ihlas gez-göz-arpacığı” ile “rızâ-i ilahi” hedeflenirse.. “rızâ-i ilahi” mülahazasıyla sürekli Cenâb-ı Hakk'a mülaki olma aşk u iştiyakı hedeflenirse.. “Sana ne zaman kavuşacağım!” mülahazası yaşanırsa, işte o zaman insan arı-duru yaşar. Ve arı-duru yaşayınca zannediyorum herkes de onunla münasebete geçebilir. Aksine, o kirli şeylere karşı, kirli akıntılara karşı, durağanlaşmış sulara karşı, temiz olduğu şüpheli olan şeylere karşı insanlar da biraz kuşku ile bakarlar. Bu açıdan da o vicdan genişliği ve onun inkişaf etmesi, Hazreti Gazzalî ifadesiyle, “münciyât”a (kurtarıcı şeylere) bağlıdır. Ve batırıcı şeyler, yıkıcı şeyler de gulyabanîler gibi onun önündeki engellerdir. Onlara da bir yerde “mühlikât” deniyor; zaten ahlak kitaplarının hepsinde, belki rekâikte de “mûbikât” da deniyor ki, aynı zamanda insanı helak eden, batıran, dize getiren, felç eden, fonksiyonlarını edâ edemez hale getiren şeyler demek oluyor.
Peki tüm bu hikayeler, aslında nasıl başladı? Sosyal Ağ Adreslerimiz: İnternet sitesi► www.mitolojikhikayelerim.com Youtube► https://www.youtube.com/channel/UCr39jJafGfcPusu6Z0dH4iw/featured Mail (contact)► Mitolojik_Hikayeler@outlook.com Instagram► https://www.instagram.com/ataisinayy/ --- Send in a voice message: https://podcasters.spotify.com/pod/show/mitolojik-hikayeler00/message
Büyük buluş mu büyük soygun mu? Döviz korumalı mevduat kimi koruyor kimi soyuyor? Erdoğan'ın doları düşüren mucizevi icadı gibi sunulan “döviz korumalı mevduat” uygulamasının mucizevi hiçbir tarafı yok. Tüm iktisatçılar bunun fiili bir faiz artırımı anlamına geldiğinde mutabakat ediyor. Sebebi açık. Diyelim ki banka sizin mevduatınıza yıllık yüzde 14 faiz veriyor. Yeni uygulamaya geçenler için eğer döviz kuru yüzde 14'ten fazla artarsa aradaki fark başta anlaşılan faiz oranına eklenecek. Diyelim ki döviz kuru bir yılda yüzde 20 arttı. O takdirde mevduatın getirisi yani başka deyişle ödenen faiz yüzde 20 olacak. Döviz yüzde 40 artarsa yüzde 40; 50 artarsa 50; 100 artarsa 100! (Eylül-Aralık arasında 4 ayda TL dolar karşısında yüzde 30 değer kaybetti!) Yani bu basit bir faiz artışı değil koşullara bağlı olarak devasa boyutlara ulaşabilecek bir faiz artışı! Faize fetva kılıfı Bu sistemi “kâr payı” adı altında kopyalayan katılım bankaları da farklı bir şey yapmıyor. Danışma Komitesi/Kurulu adı altında patron danışmanı ilahiyatçılardan alınan fetvalar da bu gerçeği değiştirmiyor. Erdoğan mucizevi bir buluş falan yapmadı. Burjuva muhalefetinin ve sermayenin ondan istediği faiz artırımını farklı bir ad altında gerçekleştirdi. 20 Aralık gecesi ne oldu? Kim kazandı kim kaybetti? Ancak sorun burada bitmiyor. Bu kararın açıklandığı 20 Aralık tarihine kadar TL dolar karşısında hızla değer yitirmiş, döviz kuru 18 liraya kadar çıkmıştı. Markette çarşıda pazarda fiyatlar kanat takıp uçuyor, işçi emekçi elindeki küçük birikimini korumak için hatta paranın günler içinde dahi alım değerini kaybettiğini görerek maaşını alır almaz döviz almaya koşanlar oluyordu. İşte 20 Aralık gecesinin esas kaybedeni bu kesim oldu. Bunu sadece biz değil Hazine ve Maliye Bakanı Nurettin Nebati de açıkça şu sözlerle itiraf etti: “Çok net ifadelerle söyleyeyim; küçük yatırımcılar çarpıldı, kılavuzları doğru değildi.” Peki yeni döviz korumalı mevduatla küçük yatırımcı ya da daha doğru ve genel bir ifadeyle emekçi halk korunacak mı? Ne yazık ki hayır! Tam tersine tüm yük emekçi halkın sırtına yıkılacak. Bankaların ilk faizin üzerine ekleyeceği kur farkını hazine üstlenecek. Dolar kuru da yüzde 30 arttı. 11 bin 400 lira yerine 13 bin lira alacak aradaki 1.600 lirayı hazine ödeyecektir. Bir parababası 100 milyonu aynı hesaba yatırdığında 114 milyon lira yerine 130 milyon lira alacak ve 16 milyon lira hazine tarafından ödenecektir. Hesap ortada. Bu uygulama yatırımcıyı kur riskine karşı koruyor dediğinizde insana koruma var koruma var derler! Erdoğan ülkenin boynuna borç zinciri vuruyor Hazine bu yükü para basarak (hali hazırda Merkez Bankası bir yıl içinde 70 milyar para basıp en az 40 milyar lirasıyla hazineyi fonlamıştır) ya da borçlanarak (iktidar Birleşik Arap Emirlikleri, Katar ve Londra'nın kapısındadır ve fahiş faizlerle borçlanmaktadır) kapattığında bunun faturası enflasyonun artması, vergilerin artması, hayatın pahalanması olacak ve faturayı yine emekçi halk ödeyecektir.
Gelin Allah Diyelim, Kalpten pası silelim Alemler seyredelim Allah Allah dedikçe Nerde tehvid çekilir Melekler saf saf gelir Hepsi tekbir getirir Allah Allah dedikçe Zikr-i Hakk'a başlandı İsm-i Celal hızlandı Arş-ı ala sallandı Allah Allah dedikçe Gönüller şadan olur Kaygudan azad olur Can mülke abad olur Allah Allah dedikçe Bağlı kapı açılır Hak batıldan seçilir Gizli sırlar açılır Allah Allah dedikçe. Naciya gafil olma Hakk'ı zikret daima, Ey gönlüm gafil olma Hakk'ı zikret daima, Seni zikreder Hüda, Allah Allah dedikçe.
Diyelim ki bir doktorsunuz ve hastanıza belli bir kan grubundan kan gerekiyor; ancak kan bankanızda bu grubun kanından hiç yok. Ne yapacaksınız? Bu büyük sorun, bilim insanlarının uzun bir süredir kafasını meşgul ediyordu. Ancak bir türlü çözüm bulunamıyordu. Ta ki şimdiye kadar… Seslendiren: Akın Karahasan
Ömer Tuğrul İnançer Dinle Neyden'in bu bölümünde "Mevlevilik nedir ve ne değildir?" sorularını cevaplıyor. Ömer Tuğrul İnançer bu bölümde başlıca şunları söyledi; Allah'ın selamı, rahmeti, bereketi, mağfireti ve Nusreti cümlemizin, cümle Ümmet-i Muhammed'in üzerine olsun... Nusret deyince, safer... Emeğin karşılığında elde edilen her şey Nusrete girer yani emeğim kıymetini bilmek için sonradan insanların icad ettiği bir takım istler ve izmlere lüzum yok, müslüman olmak yeter... Amelenin teri kurumadan hakkını ödeyin diyen bir Peygamberin (s.a.v) ümmeti olmak emeğin değerini bilmek için yeter, artar bile. Keşke anlayabilseydik... İşte Nusret, bir takım çalışmaların sonucunda genellikle harp için kullanılır ama genelde gayretin sonucunda elde edilen başarıdır... Hz. Mevlana her müslüman gibi, her müslümanın olması lazım geldiği gibi çok gayretli ve çalışkan bir zattır. Sadece yazdığı kitaplara bakarsak pek çoğumuz onun yazdığı kitap kadar kitap okumamışızdır. Bu gayretlerin neticesinde bir oluşum olmuş, bu oluşuma da mevlevilik denmiş. Hz. Mevlana, malum önce tasavvuftaki şu kaideyi bilmemiz lazım; herkesin kabı, kapasitesi farklı. DNA gibi, parmak izi gibi vesaire... Kapasitesini doldurup taşanlar etraflarını sulayabilirler, taştıklarıyla etraflarını faydalandırabilirler. Diyelim ki beş kiloluk bir kap yarı yarıya dolu yani iki buçuk kilo var, burada da bir kiloluk bir kap ve dokuz yüz grama kadar gelmiş ve bir kiloyu da tamamlamış, taşmaya başlamış... Biz dışarıdan bakanlar o bir kilo ile iki buçuk kiloyu mukayese ediyoruz ve bu daha büyük zannediyoruz, hayır. O zat, beş kiloluk kaba sahip olan zat henüz yarıya kadar dolmuş, bu bir kiloluk, hatta on gramlık kabı var ama on gramı doldurmuş ve taşıyor. O etrafa fayda sağlar... Devamı videoda... Gelin, Beraber Yürüyelim...
Gelin Allah Diyelim, Kalpten pası silelim Alemler seyredelim Allah Allah dedikçe Nerde tehvid çekilir Melekler saf saf gelir Hepsi tekbir getirir Allah Allah dedikçe Zikr-i Hakk'a başlandı İsm-i Celal hızlandı Arş-ı ala sallandı Allah Allah dedikçe Gönüller şadan olur Kaygudan azad olur Can mülke abad olur Allah Allah dedikçe Bağlı kapı açılır Hak batıldan seçilir Gizli sırlar açılır Allah Allah dedikçe. Gafil olma Naciya Hakk'ı zikret daima, Ey gönlüm gafil olma Hakk'ı zikret daima, Seni zikreder Hüda, Allah Allah dedikçe. * * *
İbrahim Peygamber Yahudi miydi, Hristiyan mıydı? / Kerem Önder يَٰٓأَهْلَ ٱلْكِتَٰبِ لِمَ تُحَآجُّونَ فِىٓ إِبْرَٰهِيمَ وَمَآ أُنزِلَتِ ٱلتَّوْرَىٰةُ وَٱلْإِنجِيلُ إِلَّا مِنۢ بَعْدِهِۦٓ ۚ أَفَلَا تَعْقِلُونَ “Ey kitap ehli! İbrahim hakkında niçin tartışıyorsunuz? Oysa Tevrat da, İncil de ondan sonra indirilmiştir. Siz hiç düşünmüyor musunuz?” (Âl-i İmran 65) هَاأَنتُمْ هَؤُلاء حَاجَجْتُمْ فِيمَا لَكُم بِهِ عِلمٌ فَلِمَ تُحَآجُّونَ فِيمَا لَيْسَ لَكُم بِهِ عِلْمٌ وَاللّهُ يَعْلَمُ وَأَنتُمْ لاَ تَعْلَمُونَ ﴿٦٦﴾ “İşte siz böyle kimselersiniz! Diyelim ki biraz bilginiz olan şey hakkında tartıştınız. Ya hiç bilginiz olmayan şey hakkında niçin tartışıyorsunuz? Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (Âl-i İmran 66) مَا كَانَ إِبْرَٰهِيمُ يَهُودِيًّا وَلَا نَصْرَانِيًّا وَلَٰكِن كَانَ حَنِيفًا مُّسْلِمًا وَمَا كَانَ مِنَ ٱلْمُشْرِكِينَ “İbrahim, ne Yahudi idi, ne de Hıristiyan. Fakat o, hanif (Allah'ı bir tanıyan, hakka yönelen) bir müslümandı. Allah'a ortak koşanlardan da değildi.” (Âl-i İmran 67) إِنَّ أَوْلَى ٱلنَّاسِ بِإِبْرَٰهِيمَ لَلَّذِينَ ٱتَّبَعُوهُ وَهَٰذَا ٱلنَّبِىُّ وَٱلَّذِينَ ءَامَنُوا۟ وَٱللَّهُ وَلِىُّ ٱلْمُؤْمِنِينَ “Şüphesiz, insanların İbrahim'e en yakın olanı, elbette ona uyanlar, bir de bu peygamber (Muhammed) ve mü'minlerdir. Allah da mü'minlerin dostudur.” (Âl-i İmran 68) “Âyetteki, "Bilginiz olan hususta çekiştiniz" buyruğundan murad şudur: Onlar Tevrat ve İncil'in şeriatlarının, Kur'ân'ın şeriatına muhalif olduğunu sanıp, bunu iddia etmişlerdir. Binâenaleyh onlara, "Hakkında bilginiz olmayan hususlarda nasıl çekişiyorsunuz? Hakkında bilginiz olmayan bu husus da Hazret-i İbrahim'in şeriatının, Hazret-i Muhammed'in şeriatına muhalif olduğunu iddia etmenizdir" denilmiştir. Sonra Cenâb-ı Allah'ın, "İşte sizler onlarsınız ki hakkında bilginiz olan hususta çekiştiniz..." buyruğunun şu mânaya olması da muhtemeldir: Allahü teâlâ onları gerçek manada "ilim" ile tavsif etmemiştir. Ancak şu mânayı murad etmiştir: "Sizler, bildiğinizi iddia ettiğiniz hususlarda onunla çekişmeyi mümkün görüp uygun kabul ettiniz. O halde, hakkında kesinlikle bilginiz olmayan hususlarda onunla çekişebiliyorsunuz. "Sonra Hak teâlâ bu hususu "Halbuki Allah, bu şeriatların birbirlerine uyup uymadıklarını bilir siz, bu durumların nasıl olduğunu bilemezsiniz" diyerek ortaya koymuştur. Sonra Cenâb-ı Allah, bu hususu daha açık izah ederek "İbrahim ne bir yahudi, ne de bir hristiyandı" buyurmuş ve onları Hazret-i İbrahim'in kendi dinlerinden olduğu iddialarında yalanlamıştır. Daha sonra "Fakat O, Allah'ı bir tanıyan dosdoğru bir müslümandı" buyurmuştur ki, âyetteki "Hanîf" kelimesinin ne demek olduğu Bakara sûresi'nde geçmişti (Bakara, 135). Daha sonra da "O, müşriklerden de değildi" buyurmuştur. Bu, Hazret-i İsa'nın ilâh olduğunu söyledikleri için hristiyanların teşbih inancına kail oldukları için yahudilerin müşrik olduklarına bir tarizdir.” Razi
GÜÇLÜ MECLİS İÇİN GÜÇLÜ MİLLETVEKİLLİĞİ SİSTEMİ Meclis'i güçlü kılmanın tek yolu, milletin kendi vekillerini doğrudan seçmesiyle mümkün olabilir. Millet nasıl ki kendi Cumhurbaşkanı'nı doğrudan seçebiliyorsa kendi milletvekillerini de doğrudan seçmelidir. Bu seçimin birçok yolu vardır. Partilerin kendi içinde yaptıkları ön seçim sistemi. Sadece partili delegelerden oluşan bu sistem, gerçekte bir kandırmacadan ibarettir. Şu sebepten: Kendi ilinde il ve ilçe başkanlarını belirlemiş siyasi aktörler delegeleri de kendisi belirleyerek ön seçimi sonucu önceden belli bir seçime dönüştürebilmektedirler. Benim önerdiğim sistem, partilerin kendi listelerine seçilecek milletvekili sayısının en az beş katı kadarını listelere koyması ve milletin sandıkta kimi istiyorsa onu seçmesine imkân tanıdığı bir sistemdir. Diyelim ki bir ilde 5 vekil seçiliyor. Her parti kendi listesine 5 katı kadar aday koyarak milletin dilediği adayı kendi vekili olarak seçmesine imkân sağlamalıdır. Aday adaylık süreçlerinde çok daha fazla ismi 25 kişiye indirmek için parti içi mülakat sistemi ile birlikte anket yoluyla milletin kimleri listede görmek istediği de öğrenilir. Bu yolla partinin ve milletin genel tasvibinden geçmemiş isimler elenir, beğenilen adaylar da listeye konur. Millet de kimi istiyorsa gider onu tercih eder. Dolayısıyla sıralama yüzünden hiç kimse bir diğerine gönül koymaz, listeye giremedikleri için partisine küsüp darılanların sayısı da en aza düşer. Böylece her partinin seçim sürecinde karşılaştığı o siyasi krizler de büyük ölçüde aşılmış olur. Seçilen vekiller doğrudan millet tarafından seçildiği için hem kendilerine güvenirler, hem de millete hizmet etmemeleri halinde yeniden seçilmeyeceklerini bilirler. Millet ile vekili arasındaki bağ bu sayede güçlü olur. Milletvekilleri de Meclis'e kendilerini çok daha güçlü görerek giderler. Mevcut sistemde partiler seçilecek kadar adayı listelerinde göstermek suretiyle milletin doğrudan seçimi önünde engel oluşturmaktadır. Seçmenler de sevmedikleri ve beğenmedikleri adayları partilerine oy verdikleri için seçmek zorunda kalıyorlar. Seçilen vekiller de tekrar seçilebilmek için partilerin birer emireri gibi hareket etme gereği duyuyorlar. Meclis'teki diğer bütün görevler de bu şekilde belirlendiği için vekillerin gücü kağıt üstünde kalıyor. Partiler demokrasisi bu açıdan demokratik temsil açısından sorunlu. Onun için güçlü bir Meclis için evvela vekillerin doğrudan tercih sistemiyle seçilmeleri gereklidir. Meclis'teki görevler de -grup başkanvekillikleri, Meclis başkanvekillikleri, Meclis idare amirlikleri vs.- milletvekillerinin kendi aralarındaki özgür seçimlerle belirlenmelidir. (Ayrıntılar için bkz. Mehmet Metiner, Siyasi Erdemler Risalesi, Sahi Kitap) -Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi'nde yönetimde istikrar sorunu olmayacağına göre temsilde adalet ilkesi, her partinin gücü oranında Meclis'e girmesini sağlayacak şekilde düzenlenmelidir. CHS, barajı anlamsız ve gereksiz kılan bir sistemdir. Milletin meclisi çoğulcu ve katılımcı olmalıdır. Baraj minimal düzeyde olmalıdır. Baraj sıfır seviyesinde de olabilir, yüzde 3-5 oranında da tutulabilir.
Günaydın mı diyelim, selam mı verelim? | Yüksel Çayıroğlu | 20.09.2021 by Tr724
"Oysa kavradığım her şeyin adını bilmek biraz bunaltıyor beni."
Diyelim ki seyahate çıkacaksınız. Gideceğiniz yer belli ama gittiğinizde nerede kalacağınız, neler yapacağınız belli değil ve elinizde valiz yerine sırtınızda sadece bir sırt çantası var. Böyle seyahate çıkmak ister miydiniz? Bu bölümde aynı bu tarzda seyahat eden ve dünyayı gezen sayın Ufuk Ertunç'u konuk ettik. Biz çok şey öğrendik umarım, siz de faydalı bulursunuz. Keyifli dinlemeler... https://www.amazon.com/dp/B081LQ6S64/ref=cm_sw_r_wa_awdb_imm_EMSJT78NAMV2NJQ0FBW5 organikbeyinlerpodcast@gmail.com https://www.instagram.com/organikbeyinlerpodcast/
Toksik ilişki kavramını çokça duyuyoruz ve birçok kişi ayrılma sebebi olarak eski sevgilisinin toksik olduğunu dile getiriyor. Peki bu kavram tam olarak nedir? Toksik bir ilişki içerisinde olmak ne demek? İşte bu yayında bulabileceğiniz bazı sorular: Toksik bir ilişki neleri içerir? Karşımızdaki kişiye toksik derken ya toksik olan bizsek? Ya bilerek kavga çıkartan taraf bizsek ve bunun farkında değilsek? Hangi düşünce tarzlarına sahipsek ilişki toksik bir hal alır? Diyelim ki ilişkimiz toksik bir hal aldı. Peki bu bizi nasıl hissettiriyor? İlişkimizle ilgili ne tür hislere sahipsek ilişkimizin toksik olup olmadığını değerlendirmeliyiz? Partnerimize karşı ara sıra kasıtlı olmayan bir şekilde kötü davranmak toksik biri olduğumuzu gösterir mi? Partnerimize karşı hem sevgi hem de nefret duymak toksiklik göstergesi midir? Toksik bir ilişkinin sağlıklı bir ilişkiye dönme ihtimali var mı?
Nâbi'den Şeyh Gâlib'e, Bâki'den Fuzûli'ye nice müstesna değerimizin en güzel şiirleri ile günümüze ve gönlümüze taşınacağı Hayati İnanç ile 'Can Veren Pervâneler' programında... Discord https://discord.gg/gpyGxZW4As Ahmet Çadırcı https://ahmetcadirci.com.tr/podcast/
5DTG olarak zaman bağımsız özgürce dinleyebileceğin şarkıları seninle paylaşmak istedik: Queen - Another One Bites the Dust https://open.spotify.com/track/5vdp5UmvTsnMEMESIF2Ym7 Gentleman x Luciano x Ezhel - DEVAM https://open.spotify.com/track/4ow1etGbQ8kfbAT3QPlmhN Boney M. - Rasputin https://open.spotify.com/track/5lWSa1rmuSL6OBPOnkAqoa Javier Ruibal - La flor de estambul https://open.spotify.com/track/3oyKWNEdUtuvQYrRdjckxJ Zülfü Livaneli - Gözlerin https://open.spotify.com/track/7DTx1sy8roG04BMg2huGOL Bize ulaşarak her türlü soru, öneri ve görüşlerini bildirebilirsin. Mail bültenimize abone olmak için tıklayın. Atakan, Seha, Canan Podcast Boş İşler Yarın görüşmek üzere! Çüz, çav ve bye.
Selam, son bölümümüzden bu yana bolca ara verdik mi? Verdik. Artık bundan utanmamayı, bunu sahiplenmeyi de öğrendik. Bundan sonra bolca ara verir miyiz? Kim bilir. Bizi böyle kabullenin. Bu garip pre-emptive pasif agresif çıkıştan sonra asıl konumuza gelecek olursak: "The Woman in the Window"dan hareketle hem pandemi filmlerini, hem ("The Girl on the Train" ve "Gone Girl"ü de içine alacak şekilde) "güvenilmez kadın anlatıcı" filmlerini, hem de güvenilmez anlatıcıların sanattaki yerini konuştuk. Çok hoş oldu. Dinleyiniz.
"Halbuki sen kahraman yüreğinle, bir kalp damarı gibi hızlı hızlı atardın."
Peki bu nasıl işliyor? Bu sefer de dinleyici istediği podcaste timestampler koyabiliyor. Diyelim ki bir podcast dinlemeye başladınız ve çok sevdiğiniz bir bölüme geldiniz, tam o anda Instagram'da paylaştığınızda, insanlar sizin storynizden bu podcasti direkt sizin paylaştığınız zamandan itibaren dinlemeye başlayabilecek.
Bu video 22/07/2018 tarihinde yayınlanan "KARDEŞLİĞİN KERÂMETİ“ isimli Bamteli'nden alınmıştır. Tamamını buradan izleyebilirsiniz : http://www.herkul.org/bamteli/bamteli... Diğer taraftan, bazı kerâmetler vardır ki onlar, şahs-ı manevîye ihsan edilmiştir. Diyelim ki, hakikaten bir avuç insan, bir gün, çok büyük kimselerin, devletlerin yapamadığı işleri yapıyorlar. Mesela Devlet-i Aliyye'ye nasip olmayan işleri yapıyorlar. Bu çok önemli zira Hazreti Muhyiddin İbn Arabî, Osmanlı'yı Râşid halifelerden sonra ikinci olarak mütalaa ediyor. Özel bir yere, önemli bir konuma oturtuyor onları; Şecere-i Numaniye'de bu görülüyor. Hani onu heceleyen insanlar, hecelediklerinde görecekler, en azından bazı hecelerinde anlayacaklar; Devlet-i Aliyye'yi nereye oturttuğunu anlayacaklar. Fakat Devlet-i Aliyye'yi, dünyanın yüz yetmiş, yüz seksen ülkesinde okul açmaya, Cenâb-ı Hak, muvaffak kılmamış. İslam'ın bayraktarlığını yapmışlar, hiç attan inmemişler, değişik yerlerde devletler muvazenesinde muvazene unsuru olma konumunu korumuşlar… Başımızın tacı; hep hayırla yâd ediyoruz; onların da yaptıkları şeyler başkaları tarafından yapılmamıştır. Bununla beraber, bazen de Allah (celle celâluhu) termite kümbet yaptırdığı gibi, böyle küçük insanlara çok büyük şeyler yaptırtıyor. Onlar, dünyanın yüz yetmiş ülkesinde değil, on yedi ülkesinde hususî okul açamamışlar, kendilerine göre. Hani fütuhât dairesinde, girdikleri yerlerde, onlara ait şeyler var ama böyle en uzak doğuya giderek, en kuzeye giderek, en güneye giderek, Güney Afrika'ya giderek, oralarda öyle şeyler yapamamışlar. Allah, bazen, daha küçük insanlara o şeyi yaptırtıyor. Bu da bir ikrâm-ı İlâhidir; Cenâb-ı Hakk'ın bir cemaate kerâmeti sayılabilir. Kerâmet-i İlâhiyedir bu; O'ndan bilmek lazım. Mesele cereyan şekliyle bir kerâmettir, cemaate terettüp eden bir keramettir ama insanlar bakarken, “Bu bir ikrâm-ı İlahîdir.” diye bakmalıdır. “Neye ikrâm-ı İlâhîdir? Vifâk ve ittifaka ikrâm-ı İlâhîdir. “Çünkü vifâk ve ittifak, tevfîk-i İlâhî'nin vesilesidir.” sözünü tekrar ediyorum. Evet, mucize, kerâmet ve ikrâma bu şekilde bakmak lazım. Ayrıcalıklardan yararlanmak için bu kanala katılın: https://www.youtube.com/channel/UCVgC...
Siyasi görüşü uğruna kendinden ilkelerinden ne kadar ödün verebilir insan? Diyelim ki kendinizden vazgeçtiniz, peki evrensel değerlerden ne kadar uzaklaşabilirsiniz?
Gelin Allah Diyelim, Kalpten pası silelim Alemler seyredelim Allah Allah dedikçe Nerde tehvid çekilir Melekler saf saf gelir Hepsi tekbir getirir Allah Allah dedikçe Zikr-i Hak'ka başlandı İsm-i Celal hızlandı Arş-ı ala sallandı Allah Allah dedikçe Gönüller şadan olur Kaygudan azad olur Can mülke abad olur Allah Allah dedikçe Bağlı kapı açılır Hak batıldan seçilir Gizli sırlar açılır Allah Allah dedikçe. Gafil olma Naciyâ Hak'kı zikret daima, Seni zikreder Hüda, Allah Allah dedikçe. * * * --- Send in a voice message: https://anchor.fm/baglum-dergah/message
Harekete geçmek, hayallerimiz için çabalamak adına iki anı ve siz.
Diyelim ki İzlanda'nın bir şehrinde piyanistsiniz; sizin adınızı, yeteneğinizi duyuyor, gelip sizi dinliyor ve dünyaca ünlü bir klasik müzik sanatçısı olmanızı, prestijli festivallerde, salonlarda konserler vermenizi sağlıyor... Nasıl Olunur'un bu bölümünde konuk, klasik müzik alanında uzmanlaşmış bir yetenek avcısı, menajer Tuğçe Tez. Londra, Münih ve Paris'te ofisleri bulunan uluslararası bir sanatçı ve proje yönetimi ajansı olan Harrison-Parrott'ta çalışan Tez ile onun ve klasik müziğin dünyasını konuştuk.
Kötülüğünden vazgeçebilen varlığa insan diyelim Haber Global Tv, Başka Gündem, 08.09.2019 Agah Aydın
InnerSpeak (İç Benlikle Konuşma) nedir? Aile dizimi nedir? Bu yöntemler ne işe yarar? InnerSpeak uygulayıcısı (kendi tabiriyle kolaylaştırıcısı) Hakan Çelik cevaplıyor. Hangi kişisel gelişim sistemleriyle ilgilendiniz? Canlı yayında seans yaptığınıza ilişkin yorumlar alıyoruz. Bu doğru mu? Hangi konularla ilgili çalışmalar yapıyorsunuz? Yüksek Benlik nedir? Inner speak (İç Benlikle Konuşma) çalışmalarında atalarımızdan birtakım şeyleri devraldığımız söyleniyor. Neleri devralıyoruz? Atalarımızdan travmaları, davranışları, çözülmemiş duygusal çatışmaları devralır mıyız? Atalarımızın zamanında yaptığı haksızlıkların bize etkisi olur mu? Hayat sürecinde attığımız bilinçsiz adımlar sonraki nesilleri etkiler mi? Biz ne yaparsak aile dizimi sistemini sekteye uğratıyoruz? Kürtaj çocuklarımızı etkiliyor dediniz. Biz bu dünyaya gelirken kaç çocuk sahibi olacağımız belli mi? Kürtajla onu mu sekteye uğratıyoruz? Biz bu dünyaya gelirken kaç çocuk sahibi olacağımız belirlenmiş olarak mı geliyoruz? Mesela, hayata iki çocuk borcum var güdüsüyle gelmiş olabilir miyiz? Atalarımızdan etkileniyoruz dediniz. Spiritüel koçlar atalarla bağ kesmek için ritüel yaptırıyorlar. Bunu nasıl yorumluyorsunuz? Anneden bebeğe hamilelikte ve doğum esnasında bir şeyler geçiyor mu? Bağ kesmek neden işe yaramaz? Atalarımızın travmalarını biz mi çekiyoruz hayatımıza? Diyelim ki sürekli aldatılan bir insan var. Bunun enerjisel boyutta bir sebebi mi var? Deneyimlerimizin arkasında spiritüel dersler mi var? Başıma bu niye geldi diye kendimize soruyoruz.Cevabını bulamıyoruz. InnerSpeak yöntemiyle cevabı bulabilir miyiz? Alma verme dengesinden bahsedebilir misiniz? Behçet hastalığı, Alzheimer gibi rahatsızlıklar için InnerSpeak yapılabilir mi diye sorulmuş Hiç evlenememin bilinçaltı ne olabilir? Hastalıklarımız sadece bilinçaltı temalarımızla mı bağlantılı? Dünyaya gelmeden anne ve babamızı kendimiz mi seçiyoruz? Hakan Çelik’ten tavsiyeler 1. Aşama inner speak dönüşüm sağlar mı? Biz bu dünyaya inner speak yapmaya, access yapmaya meditasyon yapmaya gelmedik. Hakan ÇELİK Bu dünyaya ruhsallığımı değil insanlığımı deneyimlemeye geldim. Hakan ÇELİK
Gel beraber zikredelim Yüce Hakk’ı senin ile. Hu diyelim Hu diyelim Cûş edelim senin ile. Hu diyelim Hu diyelim Cûş edelim senin ile. Hu diyelim cûş edelim Cûş edelim Hu diyelim Köz olalım için için Hû diyerek Allah için Kör şeytanı yenmek için Cûş edelim senin ile. Hu diyelim Hu diyelim Cûş edelim senin ile. Hu diyelim cûş edelim Cûş edelim Hu diyelim
“Diyelim ki psikolojik yardım almaya karar verdiniz ama kime başvuracağınız konusunda aklınızda soru işaretleri var?” İşte tam da bu soruya cevap olarak hazırlanan; Persona ve Psikoloji Ağı ortak çalışması “Terapist Seçerken Dikkat Edilmesi Gerekenler” sizlerle! Konuşmacılar: Ayşe Şaika Hacıoğlu & Miralem Gür, https://psikolojiagi.com/terapist-secerken-dikkat-edilmesi-gerekenler/
Her şarap yıllanmaz, aynı üzüm cinsi dahi olsa her üzümün her bir şarabı da yıllanmaz. Her şeyden önce üzümün türü elbetteki önemli, o yılın nasıl geçtiği çok önemli, iklim koşulları, hava koşulları direk üzümün kalitesini dolayısıyla şarabın kalitesini etkiliyor. Bağda sizin neler yaptığınız önemli, sadece o sene değil, bağınızı diktiğinizden beri, yetiştirmeye başladığınızdan beri neler yaptığınız çok önemli. Diyelim ki üzümle ilgili her şeyi bağda iyi yaptınız, hava koşulları çok iyi gitti, tam istediğiniz gibi mükemmel üzüm elde ettiniz. İş burada bitmiyor tabii. Şaraphanede de iyi koşulları sağlayıp, doğru tekniklerle şarabı yapabilmeniz gerekiyor. Tabii bunları yapabilmeniz için de iyi winemaker’larınız (şarap uzmanları) olması gerekiyor. Bir kere hijyen çok önemli, kullandığınız tankın ya da fıçının içinde herhangi bir bakteri yada bir önceki şarabın kalıntısının kalmamış olması lazım. Şarabınızı doğru koşullarda hazırlamanız ve saklamanız lazım. Fermentasyonun ısısını kontrol etmeniz lazım gibi bir sürü detay var tabii ki uzmanların en iyi bildiği. Diyelim ki biz şarabı yaptık, piyasaya verdik, sonrası ise iyi koşullarda saklamanız lazım. Şarap malum nazik bir içecek birçok dış faktörden, yanlış faktörden çok kolay etkilenebiliyor. Dolayısıyla mutlaka saklanma koşullarını doğru sağlamak lazım. Bu koşulları da sağladığınız zaman eğer doğru şarabı yıllandırmaya çalıştıysanız iyi bir gelişim gösterecektir.
Yediğimiz yemek ne kadar tatlıysa yanında tüketeceğimiz şarap da en az onun kadar tatlı olmalı. Dengeyi kurmak demiştik ya başında da, işte o dengeyi kurabilmek için şeker miktarları birbirine yakın olan şarap ve yemeği seçmemiz gerekiyor, aslında tatlı bir yemeğin yanına en az onun kadar tatlı bir şarap koymamız gerekiyor. Aksi takdirde şarabı çok daha sek, şekersiz hissederiz. Örnek vermek gerekirse açıkçası bunu deneyimlediğim için rahatlıkla söyleyebilirim. Diyelim ki güzel, iyi bir Antep şöbiyeti yiyoruz. Antep şöbiyeti yerken bunun yanına biz bir Tokaji şarabı tükettik. Tokaji biliyorsunuz Macaristan’ın asil küften üretilen tatlı şarabı ve oldukça yüksek asiditeye sahip bir şaraptı. Zaten tatlı şarabı tüketebilmemizin sebebi de bu. Yüksek asiditeye sahip olduğu için, iki şeker birbirini götürürken, asiditeyle damağımızı ferhlatacaktır. O yüzden uymamız gereken püf noktası aslına bakarsanız bu.
Yağ dengelemenin en basit yolu asiditedir. Salataya yağ atarız, neden limon sıkarız sorusunun cevabı da aslında budur. Neden yazın kızartmaların üzerine domates sosu dökerizin de cevabı aslında bu. Hep yağı aslında bir şekilde asitle dengelemeye çalışırız. Bazı insanlar balık yerken balığın yağını tolere edemediği için üstüne limon sıkmak ister. İşte aslında orada yapmaya çalıştığı şey yağ asit dengesini kurmaktır. Diyelim ki tavuk suyu çorba yiyorsunuz, yağlı bir çorba bu ya da et suyu çorba bu, ne yapıyorsunuz içine limon sıkarsınız. Yine yağ orada durur ama siz onu sadece daha kolay tolere edebilirsiniz bünyede. Dolayısıyla yağlı bir yemek yiyorsanız bir kırmızı et de olabilir, beyaz et de olabilir, sebze yemeği de olabilir farketmez yanına yüksek asitli bir şarap tüketebilirsiniz. Mesela zeytinyağlı fasülye diyelim ki, zeytinyağlı fasülyenin içinde domates var, zeytinyağı var, kendi doğasında yapılırken elbette ki limon da var. Siz bunun yanına güzel soğutulmuş Kalecik Karası üzümünden üretilmiş bir roze şarap koyun bakalım oluyor mu olmuyor mu?
Öncelikle acı sözcüğünü biraz açmak lazım. Biz acıyı tek bir sözcükle tanımlıyoruz ama aslında 2 tip acıdan bahsedebiliriz. Bir tanesi bitter dediğimiz, 0 acı, daha çok çikolatada kullanıyoruz bu tabiri ama yeşil olgunlaşmamış yiyeceklerde de bitter tadı çok rahatlıkla alırız. Chilli dediğimiz baharat acısı olan acıdan bahsediyoruz. Bunu nasıl dengeleyeceğiz diye düşüneceksek bir kere yüksek alkolden uzak duracağız bunların yanında. Acı bir yemek yiyorsanız içtiğiniz şarap çok daha alkollü gelecektir. Diyelim ki bir acılı bir adana yiyorsunuz, yanına bir şarap tüketmek istiyorsunuz, bunun mümkün olduğu kadar düşük alkollü ve aromatik yönden zengin olması lazım ki o acıyı dengeleyebilsin. Ne gibi mesela? Güzel bir Denizli Kalecik Karası kırmızısı. Hem tanen düşük hem aromatik yönden zengin. Bolca kırmızı meyve ve pamuk şekeri gibi aromalara sahip böylece adananın o acılığını ve yağlılığını şarabın asiditesi de yüksek olduğu için, adanada da kuyruk yağı bolca olduğu için çok güzel dengeleyecektir.
Diyelim ki aniden misafir gelmeye karar verdi, dediler ki bir peynir şarap akşamı yapalım ve sizin de şarabınızı soğutmanız gerekiyor. Birkaç tane hızlı soğutma yöntemi var tabii ki. Mesela bir tanesi çok klasik bir şarap kovasının içine buzları atarsınız, bir miktar soğuk su ve birazcık da tuz atarsınız ve şarabı içine koyduğunuzda muhtemelen bir 15-20 dakikaya serinleyecektir. Bu kadar beklemek istemiyorsunuz o zaman dondurucuda birkeç tane üzüm tanesi bulundurun çünkü şaraba buz atmayı çok tavsiye etmiyoruz. Dolayısıyla dondurulmuş üzümleri şarabın içine attığınız da şarabınızı seyreltmeyecek ama hızlıca soğutacaktır. Kadeh olan bir şarabı soğutmak adına söylüyorum bunu. Benim en sık kullandığım yöntemi soracak olursanız da, kağıt havlular var mutfaklarda kullandığımız bunu şarabın etrafına sarıyorsunuz, sonra musluğun altında kağıdı ve şişeyi ıslatıyorsunuz, buzluğa atıyorsunuz. 10 dakika sonra şarabınız ideal sıcaklığa gelmiş oluyor. En sık kullandığım ve en kolay yöntem açıkçası bu. Burada dikkat edeceğiniz şey şarabı dondurucuda unutmamak.
Asidite aslında her üzümde dolayısıyla her şarapta bulunan bir maddedir ve özellikle de tatlı şaraplarda da dengeyi sağlayan unsurdur. Şarabın olmazsa olmazlarından bir tanesi aynı zamanda şarabın ömrünü de uzatan unsurlardan biri. Damakta nasıl tanımlarız derseniz de aslında ekşilik diye tabir ettiğimiz şey. Ekşi dediğimiz şey şarapta bozukluk algısına yol açtığı için genellikle asiditenin düzeyini söyleriz, düşük asitli, orta asitli, yüksek asitli gibi. Limon yediğinizdeki tepkime damakta tükürük salgılanmasıdır. Asidite aynı zamanda yüksek asitli şaraplarda yine aynı reaksiyona sebep olur vücüdumuzda. Ağzımızın sulanmasına ve tükürük salgılanmasına sebep olur. Aynı zamanda ferahlatıcı bir unsurdur. Tatlı şaraplar da çok çok önemli. Diyelim ki önünüze iki bardak su koyduk, ikisine de eşit miktarda şeker attık ama bir tanesine aynı zamanda limon da attık. Yani limonata yaptık bir nevi. Hangisini daha kolay içersiniz? Tabii ki limon da olan şekerli suyu ki o şekeri daha az hissetmenize sebep olur. Birçok hazır gazlı içecekte özellikle şeker miktarı daha az hissedilsin diye yüksek asit vardır. Tabii bu yüksek asit dışarıdan katılır ama şarapta böyle bir şeye gerek yoktur. Tamamen siz üzümünüzün karakterine, toplama zamanınıza, ikliminize göre bunu dengeleyebiliyorsunuz.
Stoa Okumaları Serisi 49. Bölüm : Gelişimimize Yaşam Diyelim Ahlaki Mektuplar, Seneca Seslendiren : Kemal Karadayı Müzik : Wolfgang Amadeus Mozart - KK Nr23 in A - Dur, 2. Satz
Bundan çok uzun yıllar önce Theseus'un gemisi, Girit'e çıktığı seferden muzaffer dönmüş, zaferin bir anıtı olarak Atina'ya demirlemişti. Elbette zaman kimsenin dostu değildir... Her geçen yıl bu geminin bazı parçaları çürümeye başladı. Anıt olduğu için bakımsız bırakmadılar: Bu çürüyen parçalar yenisiyle mutlaka değiştirildi. Ancak gün geldi, Theseus'un gemisinin değiştirilmedik hiçbir parçası kalmadı. Soru şu: Artık Atina'da hatıra olarak duran gemi, zaferi kazanıp da gelen o efsane gemi midir? Yoksa karşımızda tamamen farklı, yeni bir gemi mi vardır? Kimine göre gemi artık o eski gemi değildir. Mesela aynı ırmakta iki kere yıkanılmayacağını düşünen Heraklitos'a göre, gemi daha ertesi gün aynı gemi olmaktan çıkar ve artık yeni bir gemi olur... Kimine göreyse insanlar onu Theseus'un gemisi olarak gördüğü sürece, tanım değişmeyecektir. Soruyu çetrefilli hale getirmek de mümkün. Mesela Theseus'un gemisinden sökülen eski parçalarla hemen yanıbaşında yeni bir gemi inşa edilseydi... Hangisi "daha çok" Theseus'un gemisi olurdu? Antik Yunan felsefesi deyip geçmeyin. O zamandan bugüne uyarlanabilecek bir "tanımlama sorunuyla" karşı karşıyayız. Örneğin beynimizi, içindeki tüm düşünce ağı ve hatıralarla birlikte bir robotun zihnine nakledebilseydik, o robot biz olur muyuz? Beden tamamen farklı ama zihin aynı zihin! Eğer bizi biz yapan düşünce dünyamız, anılarımız, yani zihnimizse, bu soruya yanıtımız evet olmalı... Yok eğer biz kendimizi ancak "insan bedenimizle" tanımlayabiliyorsak, yanıtımız "hayır" olmalı. Daha çetrefilli bir soru sorayım: Diyelim vefat ettik ancak tıp öyle ilerlemiş ki... Bizi vakit kaybetmeden kök hücrelerimizden yeniden vücuda getirebilmişler. Üstelik az evvel robota naklettiğimiz tüm o veriler de, yeni kafatasımızın içindeki yeni beynimize bir şekilde nakledilebilmiş. Bu defa hem beden hem de zihin bir öncekinin aynı... Peki bu taze beden biz olur muyuz? İşte başka bir kafa karıştırıcı soru daha: Diyelim ışınlanma makinesi bir şekilde mümkün oldu. Biz de bayram ziyareti için memlekete ışınlanacağız. Aksilik bu ya, tam biz ışınlanırken bir arıza meydana geldi makinede. Ancak bu arıza öyle bir arıza ki, biz gurbette yok olmadık ama sılada da bir kopyamız oluşuluverdi. Şimdi bizden iki tane var... Aynı beden. Aynı zihin. Her şeyiyle biri diğerinin kopyası. Hangisi biziz? Bu iki şahıs aynı kişi midir? İlk andan itibaren farklı deneyimlere sahip olacaklarından, artık bambaşka iki kişi midir? Sizce hangisi daha "biz"dir? Giden mi? Kalan mı? Bu soruların doğru yanıtları yok elbette. Her birine "evet" demek için de "hayır" demek için de pek çok neden var. Evetler de, hayırlar da mantık yürütmeleriyle desteklenebilir ya da çürütülebilir... Kim ne derse desin, en nihayetinde bir yanıtı diğerine tercih etmek için bireysel nedenleriniz olabilir. Zira aslnda bir şekilde bu soruların hepsi "ben kimim?" sorusuyla da ilişkili... Kimi zihninden, kimi bedeninden bilir kendini... Konu da soru da "bizimle" alakalı olunca, bir yanıt bulmak kolay gelebilir. Peki ya sevdiklerimiz için konuşacak olursak? Sevgili, eş, anne, kardeş... Tüm senaryoları bir de yakınlarınız için düşünün. Kimi, hangi şartlarda, aynı kişi olarak kabul ederdiniz? * * * Bu hafta Bilim Arası'nda yanıtlarla değil, sorularla geldik. Belki bir kez daha dinleyip her bir soru üzerinde uzun uzun düşünmek isteyebilirsiniz. Bitirmeden önce son bir soru daha: Eğer bu metni ben yazıp okumuş olmasaydım, yani bir bilgisayar yazmış ve sesimi taklit ederek bu kaydı üretmiş olsaydı, sizin için bir şey değişir miydi? Yazan ve Seslendiren: Tevfik Uyar Kurgu ve Montaj: Kübra Karacan Müzik: http://www.bensound.com (CC)