POPULARITY
Gönüller sultânı Hazret-i Sâmî (k.s.), kalbin Kur'ân-ı Kerîm'de beş sınıf olarak beyân edildiği ni anlatırlardı. Ez-cümle: 1. Ölü kalb, 2. Hastalık lı kalb, 3. Gâfil kalb, 4. Zâkir kalb, 5. Ma'nen diri (hayy) kalb. Kalbimizi her türlü hastalık ve tehlikelerden ko ruyacak birinci şartın zikru'llâha devâm olduğunu her defasında tekrâr tekrâr beyân buyururlardı. Bu nun da, az yiyip oruç tutarak ve şartlarına riâyetle yapılırsa netice hâsıl olacağını bildirirlerdi. Çünkü kul, hadîs-i şerîfte beyân buyurulduğu üzere: “Kişi kalben zikre muvaffâk olursa şeytân me'yûs olarak geri çekilir; zikirden gâfil olursa kalbe yeniden girer.” “Allâh Azîmüşşân'ı kalben zikreden ile zik retmeyenin farkı, cesed dirisi ile ölüsünün farkı gibidir.” buyururlardı. Bu yüzden insanlar, kendi lerini Allâh (c.c.)'yü ve O'nun zikrini hatırlatanlarla berâber olmağa çağrılıyordu. Tevbe sûresinde Cenâb-ı Hâkk: “Ey îmân edenler, Allâh'tan kor kun da sâlih ve sâdıklarla beraber olun.” diye emrediyor. Sâlihlerden bu dünyâda istifâde olacağı gibi kabirde ve mahşerde de istifâde olunacağını tefsîr ve hadîslerden misâllerle anlatırdı, Hazret-i Sâmî (k.s.). Bu husûsta kendilerine âid şu menkîbeyi an latırlardı: “Çocukluğumda kız kardeşim yürüye miyordu. Yakınlarımız Pozantı'ya yakın bir köyde Kaplanca Dede adlı bir zât var; kızı ona götürün; inşâallâh onun vesîlesi ile Allâh (c.c.) şifâ verir de diler. Ben, annem ve kız kardeşim o zâtın türbesine gittik. Geceyi orada geçirdik. Gece bir ara kız kar deşim bağırarak uyandı. Annem: “Kızım ne var, ne oldu, niye bağırdın?” dedi. Kız kardeşim: “Anne şu kabirdeki dede kalktı, geldi benim kalçamın üzerine oturdu” dedi. Bu hâlden sonra yürüyemeyen kız kardeşim Allâh (c.c.)'ün izni ile ayağa kalktı yürüdü. Ömrü boyunca da bir daha ayağı ağrımadı.” İşte sâlihlerden biiznillâh “kabir deki istifâde.” Not:Yazının devamı 13-17 Kasım tarihlerindedir. (Ömer Muhammed Öztürk, www.ramazanoglumahmudsamiks.com
Bu sünnete uygun hayat günümüz insanlarının ancak örneklerini kitâblarda görebildiği bir şekilde tam 96 yıl devâm etmiştir. Doğumlarından dâr-ı bekâya intikâllerine kadar gecesiyle, gündüzüyle, harekâtı ve sekenâtı ile günün 24 saatinde sünnet-i seniyyeye; Hazret-i Abdullâh ibn-i Ömer radıyallâhu anhümânın dediği gibi ve Pîr Efendimiz Hazretleri nin de mısralaştırdığı şekilde: “Muhammed Mustafa sallallâhü aleyhi vesellem Efendimiz Hazretlerinin eşiğinde aklı kurbân ederek” katıksız, tam teslîmi yetli bir sünnet tatbîkâtıdır bu mübârek hayat! İşte kerâmeti maddî ve ma'nevî olarak ikiye ayı ran Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin: “Esâs kerâmet ma'nevî kerâmettir; o da yirmi dört sâatin tamâmını Resûl-i Ekrem sallallâhü aleyhi vesellem Efendimiz Hazretlerinin sünnetine uygun olarak geçirmektir. Bizce makbûl olan da budur.” dediği ma'nevî kerâ metler manzûmesidir Hazret-i Sâmî (k.s.) Efendi mizin asırlık ömürleri. Muhyiddîn-i Arabî hazretleri: “Ehlullâh kendilerinden kerâmet zuhûr etmesini kadınların hayız ve nifas hâli gibi görürler.” buyu ruyor. Bütün hayatlarında buna son derece dikkat eden Efendimiz (k.s.) Hazretleri bir sohbetlerinde (1970'li yılların ikinci yarısında Erenköy'de bir evde) Abdü'l-kâdir-i Geylânî hazretlerinin kendisini yardı ma çağıran Adana'nın Misis nâhiyesinin Abdoğlu köyünden bir Ermeni çocuğunun hayvanına, düşen çuvalları biiznillâh yüklemesine âid kıssayı anlatır ken, son derece sâf ihvânlardan Merhûm Dr. Bahâ Bey, ayağa kalkarak: “Vallâhi bu Zât, asrın Ab dü'l-kâdir-i Geylânî'sidir, ne zaman sıkışıp yetiş yâ Hazret-i Sâmî desem bu Zât'ın himmetiyle biiznillâh her müşkülüm hallolur.” diye bağırınca, Sâmî (k.s.) Efendimiz Hazretleri mu'tâdlarını bozarak yeni baş lamış olan sohbeti “el-Fâtiha” diyerek bitirip, fakîre dönerek: “Arabayı hazırlayın” buyurdular ve sohbeti yarıda bırakıp, ev sâhibinin yapacağı ikrâmı da: “İk râmınızı kabûl ettik, Allâh (c.c.) râzı olsun” diyerek yemeden oradan ayrıldılar. İşte kendilerine karşı sırrı fahş edip kerâmetlerini açığa vurana verdikleri kendi üslûblarınca en ağır ders. (Ömer Muhammed Öztürk, www.ramazanoglumahmudsamiks.com
Doğumundan i'tibâren bütün hayatı boyunca bu müjdenin şanlı izlerini taşıyan bu zâta, “Âlî makâm sâhibi” ma'nâsına gelen Sâmî ismi konur. Her hâlleri büyük, yüksek makâm sâhibi oluşları nın dışarıya tezâhürüdür. Hâkk idâresinin kaldırılıp, halk idâresinin müs lümânlara da sevdirilmeğe çalışıldığı şu cehâlet asrında; ekseriyetin İslâm dışı davranışlarına; “Bugünkü şartlarda ancak bu kadar olur.” diye rek kılıf bulup, İslâm'ın bazı şartlarda tam olarak yaşanamayacağı iddiâsını hâlleri ile çürütüp, asra yakın ömürlerinin, doğumundan i'tibâren tamâmı nı, sünnete harfiyyen riâyet ederek geçirip, İslâm, fitnenin zirveye çıktığı devirlerde bile sünnete tam olarak ittibâ edilerek yaşanabilir ve kıyâmete ka dar da yaşanacaktır diye hayatı ile bunu isbât et miş bir âlî kadîrdir Hazret-i Sâmî (k.s.). Allâh (c.c.) dostlarının büyüklerinden bir zâtın ifâdesi ile “Asırların nâdir yetiştirdiği bir büyük velî dir” Hazret-i Sâmî (k.s.). 1950'li yılların başlarında İstanbul'a intikâllerin den sonra kendilerine Fahr-i Kâinat (s.a.v.) Efendi miz tarafından “MAHMÛD” ismi verilmiş ve kendi leri icâzetli halîfeleri Adanalı Hacı Hasan Efendiye: “Fakire bundan sonra Mahmûd Sâmî denilme sini ihvâna bildiriniz; bize böyle emrolundu.” diye emir gereği büyük tebşîrâtı bildirirler. Çocuk yaşlarında muhterem anneleri kendile rini akrânlarıyla oynamak üzere dışarı gönderdik lerinde Hazret-i Sâmî (k.s.) Efendimiz ellerini diz lerinin üzerine koyup “tahiyyât” oturuşundaki gibi oturup, uzaklara gözlerini diker, devâmlı olarak düşünür, tefekkür ederler. Çünkü Allâh (c.c.)'ün Resûlü (s.a.v.) Efendimiz, Mi'râc'da tahiyyâtta gibi oturmuşlardı. Bu sünneti ömürleri boyunca hep böyle sürdürdüler. Hiçbir zaman kendilerini bunun dışındaki bir şekilde otururken gören olmamıştır. “Neden arkadaşları ile oynamayıp oturduğu” sorul duğunda: “Biz oyun için yaratılmadık.” buyurmuş lardır. İşte hadîs-i şerîfi telmîh; işte sünnete ittibâ. (Ömer Muhammed Öztürk, www.ramazanoglumahmudsamiks.com
Hazret-i Sâmi (k.s.)'un hayatını manevi görevlisi ve ihvâna kılavuzu Muhterem Ömer Muhammed Öztürk'ün kaleminden yayınlıyoruz: 1892 Yılında Adana'nın Tepe bağ mahallesinde dünyâya teşrîf eden Hazret-i Sâmî (k.s.)'un babaları Müctebâ Efendi, anneleri Ümmügül süm Hanımefendilerdir. Dedelerinin ismi Abdurrahmân, büyük dedeleri İshâk ve Hüseyin Efendilerdir. Büyük Türk beyliklerinden Ramazânoğlu beyliğinin en son beylerinden olan Abdülhâdî Efendinin (ki Sâmî Efendi Hazretlerinin büyük dedelerindendir) tesbîtine göre Ra mazânoğlu beyliği aslen Türklerin Oğuz boyunun Üçok lar kabîlesindendir. Bu kabîlenin de şecereleri büyük Türk Hâkânı Nureddîn Zengî (Şehîd) vasıtası ile Sey fullâh Hz. Hâlid bin Velîd (r.a.)'e dayanır. Efendi Haz retleri kendi ifâdeleriyle doğumlarını şöyle nakletmekte dirler: “Benim doğumum (1308) târihindedir: Adana'da Vakıfsarayı'ndadır. Doğumumdan evvel kapıya bir zât gelmiş: “Bu evde, yakında bir doğum olacaktır, oğlan olacaktır, adını: Sâmî koyunuz; hayırlı bir insan ola caktır.” diyor, gidiyor. Bir müddet sonra doğum oluyor, oğlan oluyor. Adı: “Mahmûd Sâmî” konuyor. Sonra o zât tekrâr geliyor. Oğlan doğduğunu söylüyorlar. Adının da “Muhammed Mahmûd Sâmî” konulduğunu öğrenince: “Sandıktaki emânetimi veriniz!” diyor. Ona benzer bir emâneti veriyorlar: “Bu değil; esâs sandıktaki bana âid emâneti veriniz!” diyor. Veriyorlar. Memnûn oluyor. Duâ edip gidiyor.” Efendi Hazretleri bu ma'lûmât hakkında: “-Bunu kaydediniz. Mühimdir. Gelen zât, boş değildir. Bunları olduğu gibi sen kaydet. İleride neşredilir. İyi olur. Hayırlı olur.” diye buyurdular. Not: Bu ma'lûmât, Muhterem Ömer Kirazoğlu (Rh. Âleyh) Ağabey'in kendi el yazısı ile not defterinden alın mıştır. Metinden Hazretin ism-i şerîflerinin tam olarak “Muhammed Mahmûd Sâmî” olduğu öğreniliyor. Hazre tin 6 Kasım 1937de kendi el yazılarıyla, latince olarak, “Kadastro ve Tapu Tahrîrine Mahsûs Beyânnâme”de, sâdece “Sâmî” ismini ve imzâsını kullandıklarına ve nü fus cüzdanlarında da sâdece “Sâmî” ismini kullandığına göre, tam ism-i şerîflerinin kullanılmaması o devirdeki birtakım yasakları akla getirmektedir. Bu “Beyânnâ me”de, Hazretin doğdukları ev Seyhân vilâyeti, Adana kazâsı, Kayalıdağ mahallesi, Sabuncu Abdullâh sokağı olarak belirtilmiştir ki burada da isimler değiştirilmiştir. Hazretin doğdukları evin bulunduğu mahalle en son Te pebağ adını almıştır. (Ömer Muhammed Öztürk, www.ramazanoglumahmudsamiks.com
Üstâdına olan muhabbet ve bağlılığını dâimâ arttırarak devâm ettiren Hazreti Sâmî Efendimiz bütün gün ve gecelerini hizmet yolunda geçirdiler. Sâmî Efendimiz dergâhın temizliğinden, ihvânın her türlü ihtiyaçlarına varıncaya kadar bütün hizmetlerini seve seve yaparlardı. Hazret-i Es‘âd Erbilî Efendimizin: “Mâ‘nen bizimle aynı mertebededir, lâkin bu vazîfe bize verildi” diye ta‘rîf ettikleri Hüseyin Efendi Hazretleri yatalak olunca: “Bu Zâtın hizmeti için kim tâlib olur?” diye ihvâna sorarlar. Hemen Sâmî Efendimiz o Zâtın hizmetlerine koşarlar. Defi hâcetleri dâhil her hizmetlerini uzun müddet seve seve görürler. Nihâyet bu hizmetleri sonunda Hüseyin Efendi Hazretleri: “Evlâdım, Cenâb-ı Hâkk'a niyâz ediyorum; Allâhü ‘azîmüşşân bize ihsân ettiklerini fazlası ile sana ihsân etsin!” diye duâ buyururlar. Dünyâ hayatını Nebî-yi Ekrem (s.a.v.) Efendimiz'in buyurdukları gibi: “Benimle dünyânın misâli ağaç altında bir mikdâr dinlendikten sonra yoluna devâm eden yolcunun hâline benzer” diye ana rahmi ile kabir arasında bir sefer olarak görürdü; Hz. Sâmî Efendimiz. Ve bunu uzun bir ömürde her an tatbîk ettiler. “Bir yabancı âlim, Fakire ken-dilerinin hâl ve kelâmlarından sordular. O anda hâtırıma gelen şu hâllerini anlattım: Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz: “Seferden döndüğünüzde hanımlarınızın yanına haber vermeden girmeyiniz” buyuruyorlar. Hz. Sâmî (k.s.) hayatı bir sefer olarak gördüğü için her yerinden kalkmalarını bir sefer kabûl ediyorlardı. Abdest almak için lavaboya her gidişlerinde yol zevcelerinin odasından geçiyordu. Yarım asırdan fazla süren evlilik hayatlarında bıkmadan, usanmadan, seve seve her defasında zevcelerini haberdâr ederlerdi. O'nun “Efendi buyur!” diye sesini duyunca odaya girer ve diğer tarafa geçerlerdi. Bu hâl altmış küsûr yıl günde en az on defa devâm etti” deyince yabancı ‘âlim ayağa kalkarak: “Bu zât Sâhibü'z-zamân'dır. Onun dışında hiçbir velî sünnet-i seniyyeyi bu kadar derin ve ihâtalı anlayıp tatbîk edemez, ancak o yapabilir” dedi. El-hâmdü li'llâhi râbbi'l-‘âlemîn. (Ömer Muhammed Özt ür k, www.ramazanoglumahmudsamiks.com)
17 Eylül 2006 tarihinde yapımına başlanmış ve yaklaşık iki yılda tamamlanmıştır. Bânisi Hz. Sami (k.s.)'nun ma‘nevî evlâdı ve ihvâna kılavuzu Muhterem Ömer Muhammed Öztürk'tür. 23.5 x 28.5 metre ebadında bir alana yerleşmiş, dört ana kolon üstüne tek ana kubbe ve etrafında dört yarım kubbe şeklinde inşâ edilmiştir. Câminin külliye haline getirilmesine devâm edilmektedir. İstanbul'un Pendik ilçesine bağlı Yenişehir mahallesinde bulunan cami; Yavuz Sultân Selîm Câmii gibi Osmanlı mîmârîsinin ince estetiğini açığa çıkaran bir eser olmuştur. Caminin kendi adına yapıldığı Zât hakkında Kitâbe'de şöyle denilmektedir: “Silsile-i Aliyye-i Nakşîbendiyye'nin otuz üçüncü postnişînleri olup Silsile-i Aliyye'nin otuz ikinci postnişîni Şeyhü'lmeşâyîh es-Seyyid Muhammed Es‘âd Erbilî kuddise sirrûh hazretlerinin hâlîfelerindendirler. Hazret-i Zât-ı akdes'in şecere-i mübârekeleri, Ramazanoğlu Beyliği'nden Hz. Seyfullâh Hâlid bin Velîd (r.a.)'e uzanır. Hicrî 1308'de Adana'da dünyâyı teşrîf eden Zât-ı âli-kadrleri, 1404'te Medîne-i Münevvere'de irtihâl-i dâr-ı bekâ eylediler. Kabr-i şerîfleri Cennetü'l Bakî'de ziyâretgâhtır. Ulemâ-yı İslâm, “Bir asırlık mübârek ömürlerinin her ânında Sünnet-i Seniyye-i Resûl-i Kibriyâ (s.a.v.)'i ihyâ eylediklerinde ve nice yüksek makâmların sâhibi; Gavs*, Müceddid**, Sâhibü'zzamân*** ve Câna yakın ülfet makâmının sâhibi ve asırların nâdir yetiştirdiği bir Zât-ı Akdes olduklarında” ittifâk-ı ârâ eylemişlerdir.” Allâhü Te‘âlâ yollarına ve şefâatlerine cümlemizi dâhil eylesin. Âmîn. *Gavs: Yardım etmek, imdada yetişmek demektir. Bunun yerine “kutub” da kullanılır. En yüksek ma'nevî makâmdır. Allâh (c.c.) onların duası sebebiyle gelmesi muhtemel belâları def eder. **Müceddid: Her asır başında geleceği Nebî (s.a.v.) tarafından müjdelenen, dinin yüksek hâdimleridir. Kendilerinden ve yeniden bir şey ortaya çıkarmazlar, yeni ahkâm getirmezler. İslâmî hükümlere harfiyen uyarak dinin aslını ortaya koyarlar ve ona karıştırılmak istenilen bid'atleri def ederler. ***Sâhibü'z-zamân: Zamanın etkisinden kurtulmuş; geçmiş, gelecek düşüncesinden sıyrılmış, ân-ı vâhidi yakalayan ve onu sürekli yaşayan kişidir. O, bu durumuyla zamanı aşmıştır.
Bu mektûb, yine mîr Muhammed Nu'mâna yazılmışdır. Cem'ıyyet sâhiblerinin sohbetinde bulunmak lâzım olduğu bildirilmekdedir: “Mîr hazretleri unutmuş olacaklar ki, bir selâm ve bir haber ile hâtırlamıyorlar. Dünyâ hayâtı pek kısadır. Bunu en lüzûmlu şeyde kullanmak gerekir. Bu en lüzûmlu şey de, kalbini toparlamış olanların yanında bulunmakdır. Hiçbirşey sohbet gibi fâideli değildir. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” Eshâbı, sohbet ile, başkalarından dahâ üstün oldular. Peygamberlerden “aleyhimüsselâm” başka herkesden, hattâ Veysel Karânîden ve Ömer Mervânîden dahâ üstün oldular. Hâlbuki Veysel Karânî ile Ömer bin Abdül'azîz bin Mervân son dereceye yükselmişler ve sohbetden başka kemâlâtın hepsine varmışlardı. Bunun için, Hazret-i Mu'âviyenin yanılması, Resûlullahın sohbeti bereketi ile, o ikisinin doğru işlerinden dahâ hayrlı oldu. Bunun gibi, Amr ibni Âsın yanlış bir işi, o ikisinin şü'ûrlu işinden dahâ üstün oldu. Çünki bu büyükler, Resûlullahı görmekle ve melekle birlikde bulunmakla ve vahyi ve mu'cizeleri görmekle, îmânları görerek inanmak oldu. Bu saydığımız üstünlükler, bütün başka üstünlüklerin temelidir, kaynağıdır. Eshâb-ı kirâmdan başkası bunlara kavuşamamışdır. Veysel Karânî, sohbetin bu üstünlüklerini bilseydi, hiçbirşey onu sohbetden alıkoyamazdı. Bu üstünlüğe kavuşmak için herşeyi bırakırdı. Allahü teâlâ dilediğine rahmetini saçar. Onun ihsânı boldur., Fârisî beyt tercemesi: İskender, âb-ı hayâta kavuşamadı, Ni'mete kavuşmak zorla, zerle olmadı. Yâ Rabbî! Bu dünyâda bizi O büyüklerin zemânında yaratmadın ise de, âhıretde mahşer meydânında bizi onların arasında bulundur! Peygamberlerin efendisi hurmetine “aleyhi ve aleyhimüssalâtü vettehıyyâtü vetteslîmât” bu düâmızı kabûl buyur!” 121. Bu mektûb, yine Mîr Muhammed Nu'mâna yazılmışdır “kaddesallahü sirrehül'azîz”. Bu yolun yedi adım olduğu ve sevilenlerden birkaçının altıncı adıma erişdikleri bildirilmekdedir: “Mîr hazretleri! Bol düâlarımızı okuyunuz! Çok zemândan beri hâllerinizi bildirmediniz. Buradaki fakîrlerden de bir haber almadınız. Allahü teâlâya hamd ve şükr ederiz ki, bu fakîrlerin hâli çok iyidir. Kısaca, bunlardan az birşey bildireceğim. Bizleri seven kardeşim! Bu yolun hepsi, yedi adımdır. Sevdiklerimizden bir kısmı, işi altıncı adıma ulaşdırdı. Beşinci, dördüncü basamaklarda olanlar da vardır. Üçüncü basamakda olanlar, alebeye ders vermekdedirler. Dahâ ilerdekilerin nasıl olduklarını artık anlayınız! Yüksekleri özlemek lâzımdır. Aşağı ve az şeylerle doymamalıdır. Dahâ çok yazmağa vaktimiz olmadı.” 123. Bu mektûb, yine molla Tâhir-i Bedahşîye yazılmışdır. Bir farzın elden kaçmasına sebeb olan nâfile ibâdet, hac bile olsa, hiçbirşeye yaramıyacağı bildirilmekdedir: “Akllı kardeşim. İsmi gibi temiz olan molla Tâhirin kıymetli mektûbu geldi. Kardeşim! Hadîs-i şerîfde, (Allahü teâlânın, bir kulunu sevmemesi, onun fâidesiz şeylerle uğraşmasından anlaşılır) buyuruldu. Bir farzı yapmayıp, bir nâfile ibâdeti yapmak da, boşuna uğraşmakdır. Bunun için, ne ile vakt geçirdiğimizi incelemeliyiz. Ne ile uğraşdığımızı anlamalıyız. Nâfile ibâdet mi, yoksa farz olan ibâdeti mi yapıyoruz? Bir nâfile hac yapmak için bir çok yasaklar, harâmlar işleniyor. İyi düşünmelisiniz! Aklı olana bir işâret yetişir. Size ve arkadaşlarınıza selâm ederim. Allaha kulluk ederim, tapdığım dergâh bir, Bir lahza ayrılmadım tevhîdden Allah bir!” Her insan boynunda bir idam fermanıyla doğar. Peygamber bile olsa ölüm fermanı boynundadır. Zamanı bilmez. Küllü nefsin zâigatül mevt. 10 dakika sonra trafik kazasında ölecek olan insan, öleceği yere güle oynaya gider. Gaflette nimettir. 1 yıl içinde öleceğini bilen bir kanser hastası herşeyden el etek çeker ve hayatından lezzeti kesilir. Bir tüccar bir mal alsa çek imzalasa ama vadeyi yazarken malı veren orayı boş bırak dese olur mu? Tarihe yarını atarsa borcu ödeyemez bankaya düşersin. Bankaya düşen ya şerefini kaybeder ya da şerefiyle beraber servetini.
İstanbul'da bir zamanlar yolda yürürken uğradığı dükkan sahiplerine kazancı bereketli ve bol olsun diye "pazarola!" diye selam veren, Pazarola Hasan Bey diye bir meczub yaşarmış. Rahmet Kapısı kitabında Sâmiha Ayverdi şu bilgiyi veriyor: Hazret bir tek eczanelere uğramazmış. Sebebi malum... ** “Yolculuk et! Ayrıldığın bazı şeylere karşılık yeni ve güzel şeyler bulursun. Yorul, çünkü hayatın tadı çekilen yorgunluktadır.” “Yeryüzünde gün ışığına layık olmayan nice insanlar vardır ama güneş her gün onlara da yeniden doğar.” “Her şeyle savaşamazsın. Her konuda en iyisini yapamazsın. Her zaman mantıklı davranmak mümkün değildir. Bazen akışına bırakmak gerekir. Bazen savaşmak yerine yenilmek gerekir, huzurlu olabilmek için.” ** “Neden bunlar hep benim başıma geliyor” diye düşünenlerin gözlük değiştirme vakti geçiyordur. Çünkü ders öğrenilene kadar kendini tekrar eder. Sorunlar ve zorluklar, kızgınlıklar ve hayal kırıklıkları olarak tezahür eden şeylerdir. Onlardan bir şeyler öğrenene kadar tekrar edeceklerdir. Şartların kurbanı olmadığınıza inanmak ve değişim için adım atmayı kabul etmek dersi bitirecektir. Değişim bir gecede olmaz, bu yüzden değişime zaman tanımalısınız. “Biz nerede yanlış yapıyoruz” sorusunu sık sormak lazım kendimize. Gazze'ye ve Doğu Türkistan'a da biraz öyle bakmak lazım. ** “Zihniyetler buyrukla değiştirilemez. Çünkü yok edilmesi neredeyse imkânsız olan bir şeye, hatıralara dayanırlar.”
Fas eski başbakanı Abdelilah Benkiran, YediHilal derneğinin davetiyle İstanbul'daydı ve derneğin daha önce Halid Meşal, Raşid el-Gannuşi, Metin İzeti, Mevlud Dudic ve İsmail Heniyye ile gerçekleştirdiği Ulusarüstü Konuşmalar Programı kapsamında geçtiğimiz pazar günü Zeytinburnu Kültür ve Sanat Merkezi'nde halka hitap etti. Abdelilah Benkiran (d. Rabat 1954), nüvesini kurucusu ve lideri olduğu Islah ve Tecdit Cemaati'nin oluşturduğu Adalet ve Kalkınma Partisi'nin (Parti de la justice et du développement: PJD) 2011 parlamento seçimlerinde 107 sandalye kazanması üzerine 2012 –2017 yılları arasında başbakanlık yapmıştı. Halen PJD'nin başkanı olan Abdelilah Benkiran'ın Fas İslami hareketindeki yeri ve gayreti konusunda bu kısa bilgiyle; hareketinin, doğusu ve batısıyla -bize göre- güney Akdeniz'in tamamında etkili olan İhvan hareketinden farkını belirtmek için de, kendisini Fas'a giderek Türkiye'ye bizzat davet eden YediHilal Genel Başkanı Samet Paçacı'ya Ulusarüstü Konuşmalar Programı'na katılan önceki isimleri zikredildiğinde “Bunlar problemli isimler, benden en istiyorsunuz?” diyerek tepki göstermesine bir mim koymakla yetinelim. Başkan Paçacı'nın açılış, Zeytinburnu Belediye Başkanı Ömer Arısoy'un Ulusarüstü Konuşmalar'ın kitaplaşması talebini de ihtiva eden selamla konuşmalarını takiben Ömer Karaoğlu'nun dört parçalık sahne gösterisinden sonra Abdelilah Benkiran'ın konuşması - çevirmen desteğiyle başladı. Ses kaydıma göre bir saat on beş dakikasını izlediğim konuşmasında Hazret, salonu dolduranların çoğunluğun bildiği şeyleri söyledi ama söylediği o bilinen şeyler yine o çoğunluğun yapamamaktan, hakkını vermemekten utanç duydukları şeylerdi. Hazret belki de bu utancın yükünü hafifletmek için, HAMAS'ın Gazze'deki ablukayı yarma harekatı karşısında hakim olan suskunluğumuzu, onlara yöneltilmiş bir teşekkür olarak niteleyip, onların yanında olamamaktan dolayı özrünü beyan ile Filistinlilerin başarısına dua ettikten sonra, bugün itibariyle 70 yıla ulaşan ömrünün 50 yılını İslami hareket ile geçirdiğini belirterek, başarılarla ve başarısızlıkla dolu olan bu süreyi de değerlendirme tahtında söyleyeceklerinin aynı zamanda kendisinin vasiyeti olacağını iletti. Hazretin konuşmasına geçmeden önce Gazze vurgulu sözlerinin altını özellikle çizmeliyim. Zira Fas Kraliyeti, halkı Müslüman yönetimleri küfür olan ülkelerde ABD-İsraili'ne karşı yöneltilen canlı ve asil tepkilerin dışında duran ve hatta bu yanıyla yönetim iplerinin Washington, D.C. – Tel Aviv' bağlı olduğunu bildirmekten sakınca duymayan bir karaliyettir. Abdelilah Benkiran'ın Fas'ın eski başbakanı ve halen bir partisinin yöneticisi olarak, Gazze konusunda söylediği şeyler, “Müslüman devlette İslami hareket olur mu?” sorusunun cevabını da içine alan ve ancak bir İslami hareket yöneticisinin Müslümanca seçimini açıkça ortaya koyan şeylerdir. Dış politika konusunda da aktif olamaya çalışan Kral II. Hasan “Emirü'l-mü'minin” olması hasebiyle Arap davasının savunucusuydu ve Haziran 1967'de Altı Gün savaşında İsrail güçleri tarafından Kudüs'ün işgalinden sonra kurulan “el-Kudüs Komitesi”nin başkanlığını üstlenmişti. Mayıs 1981'de Marakeş'te İsrail'in muhalefet lideri Şimon Peres'i kabul etti. Bu görüşme sonrası II. Hasan'ın Ortadoğu'nun geleceğiyle ilgili vizyonu değişti. 1982'den itibaren Suudi Arabistan Kralı Fahd'ı, İsrail karşısında Arap politikasının bir çıkmazda olduğuna ve Yahudi devletiyle diyalogun başlamasına ikna etti. Daha sonra Orta Atlas'ta II. Hasan'ın İfrane sarayında 1984 Mayıs'ında ilk Mısır-İsrail zirvesi gerçekleşti. Ayrıca Kral II. Hasan Amerika Birleşik Devletleri'nde etkili lobi çalışması yapmak amacıyla Yahudi diasporası ile de ittifak oluşturdu.
*Bediüzzaman Hazretleri ortaya koyduğu alternatif yolun dört esasına ilave ve tekmile olarak şefkat ve tefekkür disiplinlerini de sayıyor. *Şefkat mesleği, herkese karşı merhamet kollarını sonuna kadar açmayı gerektirir. Ezcümle, soluklarını bile insanlık için kullananlardan Mevlâna Celaleddîn Rûmî hazretleri döneminde bazıları ağızlarına ne gelirse söylemekte ve Hazreti Mevlânâ'ya hakaret etmektedirler. Bir gün bir tanesi, “Sen inançsızlara bile kucak açıyorsun, onlarla bir araya geliyorsun; günah işleyenlere dahi “gel” diyorsun… Böyle yapmakla İslam'ın onurunu iki paralık ediyor, dinin izzetine dokunuyorsun.” cümlelerinden oluşan ve daha bir düzine hakaretle dolu sözler sarfeder. Hazret, ona tek cümle ile cevap verir; “Sen de gel, sana da bağrımı açıyorum!” der. *Herkese diyecek bir sözüm ve herkese öğretebilecek değerlerim var; fakat, herkesten öğreneceğim şeyler de var. İşte bu espriye bağlı gitmezseniz; ukalalıkla, tiranlıkla “Size şu sistemi, şu anlayışı dikte etmeye geldik!” derseniz, tepki alırsınız. “Almaya geldik; bizden alınacak bir şey varsa şayet, vermeye de geldik!..” düşüncesi esastır. *Size düşen şey, bu şefkat ve vicdan enginliğidir. Bana düşen şey demiyorum; çünkü ben o işin ehli değilim ama size inancım tamdır, Allah'ın izniyle inayetiyle. Kirlenmemişsiniz; kirli mürekkep size bulaşmamış; ruh çehrenizi, kalb çehrenizi kirletmemiş Allah'ın izni ve inayetiyle. Gelecek size emanet!.. Bu disiplinler çerçevesinde herkese kucağınızı açmak şiarınız olsun. Dövseler bile, sövseler bile.. Yunus ifadesiyle, dövene elsiz, sövene dilsiz, derviş gönülsüz gerek. Gönül tamirine bakmak lazım.
Gönüller sultânı Hazret-i Sâmî (k.s.), kalbin Kur'ân-ı Kerîm'de beş sınıf olarak beyân edildiğini anlatırlardı. Ezcümle: 1. Ölü kalb, 2. Hastalıklı kalb, 3. Gâfil kalb, 4. Zâkir kalb, 5. Ma‘nen diri (hayy) kalb. Kalbimizi her türlü hastalık ve tehlikelerden koruyacak birinci şartın zikru'llâha devâm olduğunu her defasında tekrâr tekrâr beyân buyururlardı. Bunun da, az yiyip oruç tutarak ve şartlarına riâyetle yapılırsa netice hâsıl olacağını bildirirlerdi. Çünkü kul, hadîs-i şerîfte beyân buyurulduğu üzere: “Kişi kalben zikre muvaffâk olursa şeytân me'yûs olarak geri çekilir; zikirden gâfil olursa kalbe yeniden girer.” “Allâh Azîmüşşân'ı kalben zikreden ile zikretmeyenin farkı, cesed dirisi ile ölüsünün farkı gibidir.” buyururlardı. Bu yüzden insanlar, kendilerini Allâh (c.c.)'yü ve O'nun zikrini hatırlatanlarla berâber olmağa çağrılıyordu. Tevbe sûresinde Cenâb-ı Hâkk: “Ey îmân edenler, Allâh'tan korkun da sâlih ve sâdıklarla beraber olun.” diye emrediyor. Sâlihlerden bu dünyâda istifâde olacağı gibi kabirde ve mahşerde de istifâde olunacağını tefsîr ve hadîslerden misâllerle anlatırdı, Hazret-i Sâmî (k.s.). Bu husûsta kendilerine âid şu menkîbeyi anlatırlardı: “Çocukluğumda kız kardeşim yürüyemiyordu. Yakınlarımız Pozantı'ya yakın bir köyde Kaplanca Dede adlı bir zât var; kızı ona götürün; inşâallâh onun vesîlesi ile Allâh (c.c.) şifâ verir dediler. Ben, annem ve kız kardeşim o zâtın türbesine gittik. Geceyi orada geçirdik. Gece bir ara kız kardeşim bağırarak uyandı. Annem: “Kızım ne var, ne oldu, niye bağırdın?” dedi. Kız kardeşim: “Anne şu kabirdeki dede kalktı, geldi benim kalçamın üzerine oturdu” dedi. Bu hâlden sonra yürüyemeyen kız kardeşim Allâh (c.c.)'ün izni ile ayağa kalktı yürüdü. Ömrü boyunca da bir daha ayağı ağrımadı.” İşte sâlihlerden biiznillâh “kabirdeki istifâde.” Not:Yazının devamı 13-17 Kasım tarihlerindedir. (Ömer Muhammed Özt ür k, www.ramazanoglumahmudsamiks.com)
Bu sünnete uygun hayat günümüz insanlarının ancak örneklerini kitâblarda görebildiği bir şekilde tam 96 yıl devâm etmiştir. Doğumlarından dâr-ı bekâya intikâllerine kadar gecesiyle, gündüzüyle, harekâtı ve sekenâtı ile günün 24 saatinde sünnet-i seniyyeye; Hazret-i Abdullâh ibn-i Ömer radıyallâhu anhümânın dediği gibi ve Pîr Efendimiz Hazretlerinin de mısralaştırdığı şekilde: “Muhammed Mustafa sallallâhü aleyhi vesellem Efendimiz Hazretlerinin eşiğinde aklı kurbân ederek” katıksız, tam teslîmiyetli bir sünnet tatbîkâtıdır bu mübârek hayat! İşte kerâmeti maddî ve ma‘nevî olarak ikiye ayıran Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin: “Esâs kerâmet ma‘nevî kerâmettir; o da yirmi dört sâatin tamâmını Resûl-i Ekrem sallallâhü aleyhi vesellem Efendimiz Hazretlerinin sünnetine uygun olarak geçirmektir. Bizce makbûl olan da budur.” dediği ma‘nevî kerâmetler manzûmesidir Hazret-i Sâmî (k.s.) Efendimizin asırlık ömürleri. Muhyiddîn-i Arabî hazretleri: “Ehlullâh kendilerinden kerâmet zuhûr etmesini kadınların hayız ve nifas hâli gibi görürler.” buyuruyor. Bütün hayatlarında buna son derece dikkat eden Efendimiz (k.s.) Hazretleri bir sohbetlerinde (1970'li yılların ikinci yarısında Erenköy'de bir evde) Abdü'l-kâdir-i Geylânî hazretlerinin kendisini yardıma çağıran Adana'nın Misis nâhiyesinin Abdoğlu köyünden bir Ermeni çocuğunun hayvanına, düşen çuvalları biiznillâh yüklemesine âid kıssayı anlatırken, son derece sâf ihvânlardan Merhûm Dr. Bahâ Bey, ayağa kalkarak: “Vallâhi bu Zât, asrın Abdü'l-kâdir-i Geylânî'sidir, ne zaman sıkışıp yetiş yâ Hazret-i Sâmî desem bu Zât'ın himmetiyle biiznillâh her müşkülüm hallolur.” diye bağırınca, Sâmî (k.s.) Efendimiz Hazretleri mu‘tâdlarını bozarak yeni başlamış olan sohbeti “el-Fâtiha” diyerek bitirip, fakîre dönerek: “Arabayı hazırlayın” buyurdular ve sohbeti yarıda bırakıp, ev sâhibinin yapacağı ikrâmı da: “İkrâmınızı kabûl ettik, Allâh (c.c.) râzı olsun” diyerek yemeden oradan ayrıldılar. İşte kendilerine karşı sırrı fahş edip kerâmetlerini açığa vurana verdikleri kendi üslûblarınca en ağır ders. (Ömer Muhammed Özt ür k, www.ramazanoglumahmudsamiks.com)
Doğumundan i‘tibâren bütün hayatı boyunca bu müjdenin şanlı izlerini taşıyan bu zâta, “Âlî makâm sâhibi” ma‘nâsına gelen Sâmî ismi konur. Her hâlleri büyük, yüksek makâm sâhibi oluşlarının dışarıya tezâhürüdür. Hâkk idâresinin kaldırılıp, halk idâresinin müslümânlara da sevdirilmeğe çalışıldığı şu cehâlet asrında; ekseriyetin İslâm dışı davranışlarına; “Bugünkü şartlarda ancak bu kadar olur.” diyerek kılıf bulup, İslâm'ın bazı şartlarda tam olarak yaşanamayacağı iddiâsını hâlleri ile çürütüp, asra yakın ömürlerinin, doğumundan i‘tibâren tamâmını, sünnete harfiyyen riâyet ederek geçirip, İslâm, fitnenin zirveye çıktığı devirlerde bile sünnete tam olarak ittibâ edilerek yaşanabilir ve kıyâmete kadar da yaşanacaktır diye hayatı ile bunu isbât etmiş bir âlî kadîrdir Hazret-i Sâmî (k.s.). Allâh (c.c.) dostlarının büyüklerinden bir zâtın ifâdesi ile “Asırların nâdir yetiştirdiği bir büyük velîdir” Hazret-i Sâmî (k.s.). 1950'li yılların başlarında İstanbul'a intikâllerinden sonra kendilerine Fahr-i Kâinat (s.a.v.) Efendimiz tarafından “MAHMÛD” ismi verilmiş ve kendileri icâzetli halîfeleri Adanalı Hacı Hasan Efendiye: “Fakire bundan sonra Mahmûd Sâmî denilmesini ihvâna bildiriniz; bize böyle emrolundu.” diye emir gereği büyük tebşîrâtı bildirirler. Çocuk yaşlarında muhterem anneleri kendilerini akrânlarıyla oynamak üzere dışarı gönderdiklerinde Hazret-i Sâmî (k.s.) Efendimiz ellerini dizlerinin üzerine koyup “tahiyyât” oturuşundaki gibi oturup, uzaklara gözlerini diker, devâmlı olarak düşünür, tefekkür ederler. Çünkü Allâh (c.c.)'ün Resûlü (s.a.v.) Efendimiz, Mi‘râc'da tahiyyâtta gibi oturmuşlardı. Bu sünneti ömürleri boyunca hep böyle sürdürdüler. Hiçbir zaman kendilerini bunun dışındaki bir şekilde otururken gören olmamıştır. “Neden arkadaşları ile oynamayıp oturduğu” sorulduğunda: “Biz oyun için yaratılmadık.” buyurmuşlardır. İşte hadîs-i şerîfi telmîh; işte sünnete ittibâ. (Ömer Muhammed Özt ür k, www.ramazanoglumahmudsamiks.com)
Hazret-i Sâmi (k.s.)'un hayatını manevi görevlisi ve ihvâna kılavuzu Muhterem Ömer Muhammed Öztürk'ün kaleminden yayınlıyoruz: 1892 Yılında Adana'nın Tepebağ mahallesinde dünyâya teşrîf eden Hazret-i Sâmî (k.s.)'un babaları Müctebâ Efendi, anneleri Ümmügülsüm Hanımefendilerdir. Dedelerinin ismi Abdurrahmân, büyük dedeleri İshâk ve Hüseyin Efendilerdir. Büyük Türk beyliklerinden Ramazânoğlu beyliğinin en son beylerinden olan Abdülhâdî Efendinin (ki Sâmî Efendi Hazretlerinin büyük dedelerindendir) tesbîtine göre Ramazânoğlu beyliği aslen Türklerin Oğuz boyunun Üçoklar kabîlesindendir. Bu kabîlenin de şecereleri büyük Türk Hâkânı Nureddîn Zengî (Şehîd) vasıtası ile Seyfullâh Hz. Hâlid bin Velîd (r.a.)'e dayanır. Efendi Hazretleri kendi ifâdeleriyle doğumlarını şöyle nakletmektedirler: “Benim doğumum (1308) târihindedir: Adana'da Vakıfsarayı'ndadır. Doğumumdan evvel kapıya bir zât gelmiş: “Bu evde, yakında bir doğum olacaktır, oğlan olacaktır, adını: Sâmî koyunuz; hayırlı bir insan olacaktır.” diyor, gidiyor. Bir müddet sonra doğum oluyor, oğlan oluyor. Adı: “Mahmûd Sâmî” konuyor. Sonra o zât tekrâr geliyor. Oğlan doğduğunu söylüyorlar. Adının da “Muhammed Mahmûd Sâmî” konulduğunu öğrenince: “Sandıktaki emânetimi veriniz!” diyor. Ona benzer bir emâneti veriyorlar: “Bu değil; esâs sandıktaki bana âid emâneti veriniz!” diyor. Veriyorlar. Memnûn oluyor. Duâ edip gidiyor.” Efendi Hazretleri bu ma‘lûmât hakkında: “-Bunu kaydediniz. Mühimdir. Gelen zât, boş değildir. Bunları olduğu gibi sen kaydet. İleride neşredilir. İyi olur. Hayırlı olur.” diye buyurdular. Not: Bu ma‘lûmât, Muhterem Ömer Kirazoğlu (Rh. Âleyh) Ağabey'in kendi el yazısı ile not defterinden alınmıştır. Metinden Hazretin ism-i şerîflerinin tam olarak “Muhammed Mahmûd Sâmî” olduğu öğreniliyor. Hazretin 6 Kasım 1937de kendi el yazılarıyla, latince olarak, “Kadastro ve Tapu Tahrîrine Mahsûs Beyânnâme”de, sâdece “Sâmî” ismini ve imzâsını kullandıklarına ve nüfus cüzdanlarında da sâdece “Sâmî” ismini kullandığına göre, tam ism-i şerîflerinin kullanılmaması o devirdeki birtakım yasakları akla getirmektedir. Bu “Beyânnâme”de, Hazretin doğdukları ev Seyhân vilâyeti, Adana kazâsı, Kayalıdağ mahallesi, Sabuncu Abdullâh sokağı olarak belirtilmiştir ki burada da isimler değiştirilmiştir. Hazretin doğdukları evin bulunduğu mahalle en son Tepebağ adını almıştır. (Ömer Muhammed Özt ür k, www.ramazanoglumahmudsamiks.com)
Evliyânın en büyüklerindendir. Babası Muhammed Behâeddîn-i Veled Hazretleri Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'in rüyâda medhettiği ve “Sultânü'l-ulemâ= Âlimlerin sultânı” ismini verdiği pek kıymetli bir âlim ve evliyâ idi. Hz. Ebû Bekir Sıddîk (r.a.)'in soyundandır. Hz. Mevlânâ (k.s.), Haleb'de ve Şam'da; Muhyiddîn-i Arabî, Sa'deddîn-i Hamevî gibi zamânın âlim ve evliyâsıyla sohbet edip onlardan da ilim öğrendi. Tefsîr, Hadîs, Fıkıh, mantık, edebiyat, matematik, fen, tıb gibi pek çok zâhirî ilimlerde mütehassıs oldu. Gündüzleri ilim öğrenip, gecelerini ibâdet ederek, Allâhü Te'âlâ'yı zikrederek, Kur'ân-ı Kerîm okuyarak geçirirdi. Mevlânâ (k.s.), Kitâp ve Sünnet'ten zerre kadar ayrılmayarak, tasavvufta emsâlinden üstün oldu. Binlerce talebesi oldu. Onları büyük bir i'tinâ ile yetiştirmeğe çalıştı. Zamânla talebe sayısı arttı, medreseler çoğaldı. Büyük âlimler yetişti. Mevlânâ (k.s.), Ezân-ı Şerîf okunmaya başladığı zamân, ya ayakta durur, veyâ dizi üstüne oturarak huşû' içinde ezânı dinlerdi. Bitince de Ezân-ı Şerîf duâsını okuyup, Salevât-ı Şerîfe söylerdi. Sonra namâza kalkar, talebelerine, namâzı vaktinde kılmalarını tavsiye ederdi. Şems-i Tebrîzî (k.s.) anlattı ki: “Hocam Ebû Bekir Sellebâf Hazretleri'nin hizmetinde çok yüksek kerâmetlere nâil olmuştum. Fakat bende mühim olan husûsî bir hâl var idi ki, bu sırrın keşfinde hocam âciz kalırdı. İşte ben de Mevlânâ Hazretleri'nin gizli hâllerini bilmekte âciz oldum. Zîrâ çok evliyâ, keşke biz de Mevlânâ'nın ziyâretine yetişmiş olsaydık diye arzu ederlerdi.” Yine Şems-i Tebrîzî (k.s.) anlatır: “Her kim “Âlimler, peygamberlerin vârisleridir” Hadîs-i şerîfinin sırrına vâkıf olmak isterse, Mevlânâ (k.s.)'un hareketlerine, ahlâkına, davranışlarına baksın. Onun gibi olmaya çalışsın. Onu sevsin. Onda evliyânın âdet ve vasıflarından en güzel örnekler vardır. (İslâm Âlimleri Ansiklopedisi, c.8, s.147-193)
Üstâdına olan muhabbet ve bağlılığını dâimâ arttırarak devâm ettiren Hazreti Sâmî Efendimiz bütün gün ve gecelerini hizmet yolunda geçirdiler. Sâmî Efendimiz dergâhın temizliğinden, ihvânın her türlü ihtiyaçlarına varıncaya kadar bütün hizmetlerini seve seve yaparlardı. Hazret-i Es‘âd Erbilî Efendimizin: “Mâ‘nen bizimle aynı mertebededir, lâkin bu vazîfe bize verildi” diye ta‘rîf ettikleri Hüseyin Efendi Hazretleri yatalak olunca: “Bu Zâtın hizmeti için kim tâlib olur?” diye ihvâna sorarlar. Hemen Sâmî Efendimiz o Zâtın hizmetlerine koşarlar. Defi hâcetleri dâhil her hizmetlerini uzun müddet seve seve görürler. Nihâyet bu hizmetleri sonunda Hüseyin Efendi Hazretleri: “Evlâdım, Cenâb-ı Hâkk'a niyâz ediyorum; Allâhü ‘azîmüşşân bize ihsân ettiklerini fazlası ile sana ihsân etsin!” diye duâ buyururlar. Dünyâ hayatını Nebî-yi Ekrem (s.a.v.) Efendimiz'in buyurdukları gibi: “Benimle dünyânın misâli ağaç altında bir mikdâr dinlendikten sonra yoluna devâm eden yolcunun hâline benzer” diye ana rahmi ile kabir arasında bir sefer olarak görürdü; Hz. Sâmî Efendimiz. Ve bunu uzun bir ömürde her an tatbîk ettiler. “Bir yabancı âlim, Fakire ken-dilerinin hâl ve kelâmlarından sordular. O anda hâtırıma gelen şu hâllerini anlattım: Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz: “Seferden döndüğünüzde hanımlarınızın yanına haber vermeden girmeyiniz” buyuruyorlar. Hz. Sâmî (k.s.) hayatı bir sefer olarak gördüğü için her yerinden kalkmalarını bir sefer kabûl ediyorlardı. Abdest almak için lavaboya her gidişlerinde yol zevcelerinin odasından geçiyordu. Yarım asırdan fazla süren evlilik hayatlarında bıkmadan, usanmadan, seve seve her defasında zevcelerini haberdâr ederlerdi. O'nun “Efendi buyur!” diye sesini duyunca odaya girer ve diğer tarafa geçerlerdi. Bu hâl altmış küsûr yıl günde en az on defa devâm etti” deyince yabancı ‘âlim ayağa kalkarak: “Bu zât Sâhibü'z-zamân'dır. Onun dışında hiçbir velî sünnet-i seniyyeyi bu kadar derin ve ihâtalı anlayıp tatbîk edemez, ancak o yapabilir” dedi. El-hâmdü li'llâhi râbbi'l-‘âlemîn.
Soru: Rasûl-ü Ekrem Efendimiz'in (sallallahu aleyhi ve sellem) Hazreti Fâtıma'nın (radiyallahu anha) bir işaretiyle hemen onun evine gitmesi, her haliyle ilgilenmesi nazar-ı itibara alınırsa, anne-babaların evlenen çocuklarına karşı tutumları nasıl olmalıdır? Günümüzde evlenen gençler, anne-babaların, kayınpeder ve kayınvalidelerin alâkalarını kendilerine müdahale gibi anlıyorlar; bu konuda sırat-ı müstakim esasları nelerdir? – İnsanlığın İftihar Tablosu, Cenâb-ı Allah'ın “benzersiz ve örneksiz yaratan” manasına gelen “el-Bedi” ism-i cemîline de mazhar olduğundan her meseleyi evveli ve âhiriyle birden görüp hep en uygun şekilde hareket etmiştir. (00.52) – Rehber-i Ekmel Efendimiz, dünyevî işler için bir yardımcı isteyen Hazreti Fâtıma annemize ukbanın yamaçlarını göstermiş ve onun nazarlarının sürekli ahirete müteveccih olması gerektiğini işaret etmişti. (05.14) – Hazret-i Fâtıma'nın hazîn sözleri ve gözyaşları… (06.00) – Anne-babalar, çocuklarının uygun olmayan isteklerine nasıl mukabele etmeliler? (11.31) – Anne-baba, çocuklarına karşı öyle şefkatli davranmalı ve bu konuda öyle istikrarlı bir tavır sergilemelidir ki, çocuk, onların her zaman kendi yanında olduğuna ve ne yaparlarsa yapsınlar onun iyiliğini düşündüklerine imanın bir rüknü gibi inanmalıdır. (16.45) – Evde, çocukların görüp duyabileceği şekilde tartışan ve kavga eden anne-babalar birbirlerinin kredilerini bir anda tüketmiş, itibarlarını yiyip bitirmiş ve çocuklarını da güvensizliğe, saygısızlığa, aileden uzaklaşmaya itmiş olurlar. (19.23)
Seleften Allah razı olsun halefe ne kadar çok iş bırakmışlar. Sizin döneminizde Hazreti Pir-i Muğan Şem-i Taban, Mısır'da bir başkası, Suudi Arabistan'da bir başkası, Pakistan'da bir başkası; herkes kendi ufku ve ufkundaki enginliği ölçüsünde ortaya bir şeyler koymuştur. Arkadan gelen nesillere bu doneleri değerlendirmek düşmektedir. Bunu yapmak suretiyle kendi dünyanızın rengini dünyaya aksettirin, o mükemmel dantelayı bütün dünyaya gösterin, onlarda imrenme duygusu uyarın. Belayı ve musibeti ne kadar minimize ederseniz, Allah'ın izni ve inayetiyle, insanlık o kadar huzurlu bir dünyada yaşamış olur. *Evet, geçmişte kavgaya, gürültüye, patırtıya sebebiyet vermiş hadiseleri deşelemek suretiyle günümüzde yeni kavga unsurları oluşturmamak, aksine güzergâh emniyeti adına herkese açık durmak lazım. Kardeş, dost, taraftar, muhip, sempatizan, ilişmeyen ve arafta (bir o tarafa bakan, bir de bu tarafa bakan, bazen dökülen bazen de siz kalkıp yürüdüğünüz zaman çıkarları o istikamette olduğundan dolayı sizin yanınızda) bulunanlara kadar alaka dairesini geniş tutmak lazım. *Hazreti Mevlana'nın ifadesiyle “Bir ayağım İslam'ın merkezinde, öbür ayağım yetmiş iki millet içinde!..” Hazret öyle diyor, öyle bir daire çiziyor. Böyle engin bir vicdanla insanlığa bakmak lazım. Zira kinlerin, nefretlerin, gayzların, öfkelerin şimdiye kadar insana bir şey kazandırdığı hiç görülmemiştir. Geleceği Omuzunda Bayraklaştıracak Genç Nesiller *Düne kadar Türkçe Olimpiyatları adıyla, şimdilerde Dil ve Kültür Festivali unvanıyla yapılan faaliyetleri yasak ettiler; “Burada olmasın!” dediler, “Yaptırmayacağız!..” dediler. Sağ olsunlar, hidayet defterlerine yazılsın bu, kaydedilsin!.. Bu sene yirmi yerde yapıldı. Yirmi yerde Türkiye'de olandan daha parlak icra edildiği için, arkadaşların bu mevzuda aşk u iştiyakları daha bir arttı. Diyorlar ki: “Yahu 40 ülkede de yapmak mümkünmüş bunu! Niye 40 ülkede yapmadık?!.” Öyleyse gelecek sene 40 ülkede yapacak şekilde bu meseleyi projelendirelim Allah'ın izni ve inâyetiyle. Nasıl olsa varidat, semalar ötesinden geliyor. Nasıl olsa, Cenâb-ı Hak vüdd vaz ederek, kalbleri size tevcih ediyor. *Geleceği omuzunda bayraklaştıracak genç nesiller.. siyahı, esmeri, mavi gözlüsü, kara gözlüsü, kıvırcık saçlısı, düz saçlısı, uzun saçlısı, kısa saçlısı… birbiriyle öyle mezc oldu, öyle kaynaştı, öyle bütünleştiler ki, bunlar geleceğin eliti olmak üzere yürüyorlar ve geleceğin huzur dünyası adına her birisi adeta inandıran çok önemli bir mesajdır. Aslında olan şeyler, gelecekte olacak şeylerin en inandırıcı ve en yanıltmayan referansıdır. Bu video 07/06/2015 tarihinde yayınlanan “Tarih Şuuru ve Sulh Ruhu” isimli bamtelinden alınmıştır. Tamamı burada: https://www.herkul.org/bamteli/bamtel...
Bâbıali baskınıyla zoraki hakimiyetlerini tesis eden ittihatçılar, İtilaf Devletleri Donanmalarının Çanakkale'yi zorlaması ve karaya asker çıkarıp İstanbul yolunu açmaya davranması üzerine müthiş bir korkuya düştüler ve hükümet merkezini Anadolu'ya taşımayı düşündüler. Bu arada Sultan Abdülhamîd Han'a da başvurdular ve şöyle dediler: Devlet merkezinin Eskişehir'e kaldırılması ihtimâli vardır. Hatta bu iş için gerekli hazırlıklar da yapılmaktadır. Şevketlû biraderiniz Sultan Reşad Hazretleri, sizi, düşman eline geçmesini mümkün gördükleri payitahtlarında bırakmayacaklanna göre Anadolu'nun hangi köşesine çekilmek istediğinizi ve nereyi tercih buyurduğunuzu soruyorlar. O zaman Sultan Abdülhamîd Han, bütün ümit kapılarını kapayan bu ruhî iflâs ve hezîmet ânında, ayakta ve çarpıcı bir heybet içinde, tane tane şu cevabı verdi: Şevketli biraderimin hakipay-ı şahanelerine arz-ı ubudiyet ederim. Endişeleri tamamiyle gereksizdir. Eğer dokunulmamış ise, Çanakkale'yi ben zamanında, fevkalâde tahkim eylemiştim. Oradan hiçbir donanmanın geçmesi mümkün değildir. Boğaziçi de öyle. Amma farz edelim ki öyle bir felâket başa geldiği takdirde, Hakanın yapacağı şey, tâcını, halkını terk edip kaçmak değil eyvan-ı payitahtının taşları altında can vermektir. Hazret-i Fatih bu beldeyi küffar elinden fethettiği zaman Bizans İmparatoru Konstantin kaçmayıp, harp ede ede, yıkılan kalelerin altında can vermek celâletini göstermişti. Biz, Fatih'in ahfâdı, Konstantin'den aşağı kalamayız. Zât-ı Şahane'ye böylece arz edin! Rahat olsunlar ve ezelî irâdeye boyun eğsinler! Şuradan şuraya kımıldamasınlar! Düşman buraya giremez. Bana gelince, ben artık bir yere gitmem. Yegâne arzum burada ölmektir. Bu ulvî cevap, ittihatçıların, o sözde gözükara (!) kahramanların yüreğine işledi. Onlar da İstanbul'u terk etmemeye ve sonuna kadar direnmeye karar verdiler. Ve netice malûm... Sırf Abdülhamîd'in rûhî telkini sayesinde boşaltılmayan Payitaht ve çekip giden düşman... Ulu Hakan, hapishanesinden bile İstanbul'u kurtarmıştır. (Necip Fazıl Kısakürek, Ulu Hakan II. Abdulhamid Han, s.592)
Orta çağlar tarihi, Hıristiyanlık ve İslâmiyet gibi, iki cihânşümül dinin yayılışı, cihân hâkimiyeti ve nizâmı dâvâsı, birbirleriyle mücadelelerde dünya tarihinde müstesnâ bir ehemmiyet arzeder. İslâmiyet, daha büyük bir dâvâ ve kudretle yalnız bu dinin gelişmesine sed çekmekle kalmamış; onu yerleştiği yakın şark ve Akdeniz ülkelerinden de söküp atmağa, daha sağlam bir dünya nizâmı ve medeniyet kurmağa muvaffak olmuştur. Zira İslâmiyet, Hıristiyanlığın ana akidelerini bozduğundan, Teslis (üçleme) inancı ile putperestlik te'sirlerinden kurtulamadığına, hayat ve medeniyeti inkâr ederek, beşeriyetin saadeti için zarurî olan, madde-rûh dengesini kaybettiğine inanarak bu dini ilga ediyordu. Hıristiyanlık ilme ve medeniyete karşı şiddetli davrandı. İskenderiye kütüphanesinin yakılması, Şarkî Roma'nın büyük imparatoru Justinyanus'un Atina Felsefe mektebini kapaması ve birçok ilim adamının öldürülmesi veya İran'a kaçması bu dinin medeniyet ve hayata aykırı mücadelelerinin göze çarpan ilk misallerini teşkil eder. Papalığın, ilim ve akıl ile birlikte, hayatı da inkâr eden otoritesi Orta çağ Hıristiyan dünyasını bir karanlık devre düşürdü; taassup ve suiistimaller üzerinde kurulan bir kilise hâkimiyeti, asırlar boyunca, insanları zulüm ve cendere altında tutmağa çalıştı. İslâmiyet ise ilim ve akıl yolunu benimsiyor; Kur'an ve Hazret-i Peygamber (s.a.v.) insanları muhakemeye ve bu vasıta ile ilâhî hikmetleri düşünmeğe davet ediyordu. Böylece İslâmiyet ilim ve din, akıl ve imân, madde ve ruh, hayat ve ahiret arasında tam bir denge kuruyor; bu suretle insan tabiatına uygun esasları ile beşeriyete medeniyet ve saadet yollarını açıyordu. İslâmiyet, beşeriyeti dâlaletten kurtarmak ve hidâyete eriştirmek dâvâsı ile zuhûr etmiş; kendine mahsus bir dünya sulhu ve nizâmını da birlikte getirmiş ve bu suretle yeni bir cihân hâkimiyeti mefkûresi başlamıştı. (Prof. Dr. Osman Turan, Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi, s.151-152)
Gönüller sultânı Hazret-i Sâmî (k.s.), kalbin Kur'ân-ı Kerîm'de beş sınıf olarak beyân edildiğini anlatırlardı. Ez-cümle: 1. Ölü kalb, 2. Hastalıklı kalb, 3. Gâfil kalb, 4. Zâkir kalb, 5. Ma‘nen diri (hayy) kalb. Kalbimizi her türlü hastalık ve tehlikelerden koruyacak birinci şartın zikru'llâha devâm olduğunu her defasında tekrâr tekrâr beyân buyururlardı. Bunun da, az yiyip oruç tutarak ve şartlarına riâyetle yapılırsa netice hâsıl olacağını bildirirlerdi. Çünkü kul, hadîs-i şerîfte beyân buyurulduğu üzere: “Kişi kalben zikre muvaffâk olursa şeytân me'yûs olarak geri çekilir; zikirden gâfil olursa kalbe yeniden girer.” “Allâh Azîmüşşân'ı kalben zikreden ile zikretmeyenin farkı, cesed dirisi ile ölüsünün farkı gibidir.” buyururlardı. Bu yüzden insanlar, kendilerini Allâh (c.c.)'yü ve O'nun zikrini hatırlatanlarla berâber olmağa çağrılıyordu. Tevbe sûresinde Cenâb-ı Hâkk: “Ey îmân edenler, Allâh'tan korkun da sâlih ve sâdıklarla beraber olun.” diye emrediyor. Sâlihlerden bu dünyâda istifâde olacağı gibi kabirde ve mahşerde de istifâde olunacağını tefsîr ve hadîslerden misâllerle anlatırdı, Hazret-i Sâmî (k.s.). Bu husûsta kendilerine âid şu menkîbeyi anlatırlardı: “Çocukluğumda kız kardeşim yürüyemiyordu. Yakınlarımız Pozantı'ya yakın bir köyde Kaplanca Dede adlı bir zât var; kızı ona götürün; inşâallâh onun vesîlesi ile Allâh (c.c.) şifâ verir dediler. Ben, annem ve kız kardeşim o zâtın türbesine gittik. Geceyi orada geçirdik. Gece bir ara kız kardeşim bağırarak uyandı. Annem: “Kızım ne var, ne oldu, niye bağırdın?” dedi. Kız kardeşim: “Anne şu kabirdeki dede kalktı, geldi benim kalçamın üzerine oturdu” dedi. Bu hâlden sonra yürüyemeyen kız kardeşim Allâh (c.c.)'ün izni ile ayağa kalktı yürüdü. Ömrü boyunca da bir daha ayağı ağrımadı.” İşte sâlihlerden biiznillâh “kabirdeki istifâde.” Not: Yazının devamı 24-28 Kasım tarihlerindedir. (www.ramazanoglumahmudsamiks.com)
Bu sünnete uygun hayat günümüz insanlarının ancak örneklerini kitâblarda görebildiği bir şekilde tam 96 yıl devâm etmiştir. Doğumlarından dâr-ı bekâya intikâllerine kadar gecesiyle, gündüzüyle, harekâtı ve sekenâtı ile günün 24 saatinde sünnet-i seniyyeye; Hazret-i Abdullâh ibn-i Ömer radıyallâhu anhümânın dediği gibi ve Pîr Efendimiz Hazretlerinin de mısralaştırdığı şekilde: “Muhammed Mustafa sallallâhü aleyhi vesellem Efendimiz Hazretlerinin eşiğinde aklı kurbân ederek” katıksız, tam teslîmiyetli bir sünnet tatbîkâtıdır bu mübârek hayat! İşte kerâmeti maddî ve ma‘nevî olarak ikiye ayıran Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin: “Esâs kerâmet ma‘nevî kerâmettir; o da yirmi dört sâatin tamâmını Resûl-i Ekrem sallallâhü aleyhi vesellem Efendimiz Hazretlerinin sünnetine uygun olarak geçirmektir. Bizce makbûl olan da budur.” dediği ma‘nevî kerâmetler manzûmesidir Hazret-i Sâmî (k.s.) Efendimizin asırlık ömürleri. Muhyiddîn-i Arabî hazretleri: “Ehlullâh kendilerinden kerâmet zuhûr etmesini kadınların hayız ve nifas hâli gibi görürler.” buyuruyor. Bütün hayatlarında buna son derece dikkat eden Efendimiz (k.s.) Hazretleri bir sohbetlerinde (1970'li yılların ikinci yarısında Erenköy'de bir evde) Abdü'l-kâdir-i Geylânî hazretlerinin kendisini yardıma çağıran Adana'nın Misis nâhiyesinin Abdoğlu köyünden bir Ermeni çocuğunun hayvanına, düşen çuvalları biiznillâh yüklemesine âid kıssayı anlatırken, son derece sâf ihvânlardan Merhûm Dr. Bahâ Bey, ayağa kalkarak: “Vallâhi bu Zât, asrın Abdü'l-kâdir-i Geylânî'sidir, ne zaman sıkışıp yetiş yâ Hazret-i Sâmî desem bu Zât'ın himmetiyle biiznillâh her müşkülüm hallolur.” diye bağırınca, Sâmî (k.s.) Efendimiz Hazretleri mu‘tâdlarını bozarak yeni başlamış olan sohbeti “el-Fâtiha” diyerek bitirip, fakîre dönerek: “Arabayı hazırlayın” buyurdular ve sohbeti yarıda bırakıp, ev sâhibinin yapacağı ikrâmı da: “İkrâmınızı kabûl ettik, Allâh (c.c.) râzı olsun” diyerek yemeden oradan ayrıldılar. İşte kendilerine karşı sırrı fahş edip kerâmetlerini açığa vurana verdikleri kendi üslûblarınca en ağır ders.
Doğumundan i‘tibâren bütün hayatı boyunca bu müjdenin şanlı izlerini taşıyan bu zâta, “Âlî makâm sâhibi” ma‘nâsına gelen Sâmî ismi konur. Her hâlleri büyük, yüksek makâm sâhibi oluşlarının dışarıya tezâhürüdür. Hâkk idâresinin kaldırılıp, halk idâresinin müslümânlara da sevdirilmeğe çalışıldığı şu cehâlet asrında; ekseriyetin İslâm dışı davranışlarına; “Bugünkü şartlarda ancak bu kadar olur.” diyerek kılıf bulup, İslâm'ın bazı şartlarda tam olarak yaşanamayacağı iddiâsını hâlleri ile çürütüp, asra yakın ömürlerinin, doğumundan i‘tibâren tamâmını, sünnete harfiyyen riâyet ederek geçirip, İslâm, fitnenin zirveye çıktığı devirlerde bile sünnete tam olarak ittibâ edilerek yaşanabilir ve kıyâmete kadar da yaşanacaktır diye hayatı ile bunu isbât etmiş bir âlî kadîrdir Hazret-i Sâmî (k.s.). Allâh (c.c.) dostlarının büyüklerinden bir zâtın ifâdesi ile “Asırların nâdir yetiştirdiği bir büyük velîdir” Hazret-i Sâmî (k.s.). 1950'li yılların başlarında İstanbul'a intikâllerinden sonra kendilerine Fahr-i Kâinat (s.a.v.) Efendimiz tarafından “MAHMÛD” ismi verilmiş ve kendileri icâzetli halîfeleri Adanalı Hacı Hasan Efendiye: “Fakire bundan sonra Mahmûd Sâmî denilmesini ihvâna bildiriniz; bize böyle emrolundu.” diye emir gereği büyük tebşîrâtı bildirirler. Çocuk yaşlarında muhterem anneleri kendilerini akrânlarıyla oynamak üzere dışarı gönderdiklerinde Hazret-i Sâmî (k.s.) Efendimiz ellerini dizlerinin üzerine koyup “tahiyyât” oturuşundaki gibi oturup, uzaklara gözlerini diker, devâmlı olarak düşünür, tefekkür ederler. Çünkü Allâh (c.c.)'un Resûlü (s.a.v.) Efendimiz, Mi‘râc'da tahiyyâtta gibi oturmuşlardı. Bu sünneti ömürleri boyunca hep böyle sürdürdüler. Hiçbir zaman kendilerini bunun dışındaki bir şekilde otururken gören olmamıştır. “Neden arkadaşları ile oynamayıp oturduğu” sorulduğunda: “Biz oyun için yaratılmadık.” buyurmuşlardır. İşte hadîs-i şerîfi telmîh; işte sünnete ittibâ.
Hazret-i Sâmi (k.s.)'un hayatını manevi görevlisi ve ihvâna kılavuzu Muhterem Ömer Muhammed Öztürk'ün kaleminden yayınlıyoruz: 1892 Yılında Adana'nın Tepebağ mahallesinde dünyâya teşrîf eden Hazret-i Sâmî (k.s.)'un babaları Müctebâ Efendi, anneleri Ümmügülsüm Hanımefendilerdir. Dedelerinin ismi Abdurrahmân, büyük dedeleri İshâk ve Hüseyin Efendilerdir. Büyük Türk beyliklerinden Ramazânoğlu beyliğinin en son beylerinden olan Abdülhâdî Efendinin (ki Sâmî Efendi Hazretlerinin büyük dedelerindendir) tesbîtine göre Ramazânoğlu beyliği aslen Türklerin Oğuz boyunun Üçoklar kabîlesindendir. Bu kabîlenin de şecereleri büyük Türk Hâkânı Nureddîn Zengî (Şehîd) vasıtası ile Seyfullâh Hz. Hâlid bin Velîd (r.a.)'e dayanır. Efendi Hazretleri kendi ifâdeleriyle doğumlarını şöyle nakletmektedirler: “Benim doğumum (1308) târihindedir: Adana'da Vakıfsarayı'ndadır. Doğumumdan evvel kapıya bir zât gelmiş: “Bu evde, yakında bir doğum olacaktır, oğlan olacaktır, adını: Sâmî koyunuz; hayırlı bir insan olacaktır.” diyor, gidiyor. Bir müddet sonra doğum oluyor, oğlan oluyor. Adı: “Mahmûd Sâmî” konuyor. Sonra o zât tekrâr geliyor. Oğlan doğduğunu söylüyorlar. Adının da “Muhammed Mahmûd Sâmî” konulduğunu öğrenince: “Sandıktaki emânetimi veriniz!” diyor. Ona benzer bir emâneti veriyorlar: “Bu değil; esâs sandıktaki bana âid emâneti veriniz!” diyor. Veriyorlar. Memnûn oluyor. Duâ edip gidiyor.” Efendi Hazretleri bu ma‘lûmât hakkında: “-Bunu kaydediniz. Mühimdir. Gelen zât, boş değildir. Bunları olduğu gibi sen kaydet. İleride neşredilir. İyi olur. Hayırlı olur.” diye buyurdular. Not: Bu ma‘lûmât, Muhterem Ömer Kirazoğlu (Rh. Âleyh) Ağabey'in kendi el yazısı ile not defterinden alınmıştır. Metinden Hazretin ism-i şerîflerinin tam olarak “Muhammed Mahmûd Sâmî” olduğu öğreniliyor. Hazretin 6 Kasım 1937de kendi el yazılarıyla, latince olarak, “Kadastro ve Tapu Tahrîrine Mahsûs Beyânnâme”de, sâdece “Sâmî” ismini ve imzâsını kullandıklarına ve nüfus cüzdanlarında da sâdece “Sâmî” ismini kullandığına göre, tam ism-i şerîflerinin kullanılmaması o devirdeki birtakım yasakları akla getirmektedir. Bu “Beyânnâme”de, Hazretin doğdukları ev Seyhân vilâyeti, Adana kazâsı, Kayalıdağ mahallesi, Sabuncu Abdullâh sokağı olarak belirtilmiştir ki burada da isimler değiştirilmiştir. Hazretin doğdukları evin bulunduğu mahalle en son Tepebağ adını almıştır
Büyük kitabiyat bilginimiz Ali Emiri Efendi sevdiği ve hoşlandığı bir insanı tarif ederken “Gül yaprağıdır nüsha-i Kur'an arasında” diyor, böyle orijinal bir cümleyle dostuna duyduğu muhabbeti dile getiriyor. Bilindiği gibi gül Peygamberimiz'i temsil ediyor. Kur'an ise Allah kelamıdır. Kâmil bir insanın, muhabbet ehli bir zatın, ilahi kitabın sayfaları arasında daha da güzelleşen gül yaprağına benzetilmesi son derece isabetli bir söyleyiş tarzı olarak karşımıza çıkıyor. Gözlerin nuru, gönüllerin süruru olan Mushafı Şeriflerin okuna okuna, bir nevi kudsiyet kazanan İslami eserlerin, kadim kitapların sararmış yaprakları arasında arz-ı endam eden güller saçtıkları güzel kokularla, o canım eserleri de gül kokulu kitaplar haline getiriyorlar. İyi komşu, kötü komşuyu bile iyileştiren kimsedir. Gül de böyledir efendim, beyazıyla, sarısıyla, pembesiyle, kırmızısıyla bütün güller, bulundukları mekanları şenlendirirler, kendilerini koklayan insanları dinlendirirler. Gül, asık suratları güldürür, ruhları okşar, gönüllere ferahlık verir. Koku alma duygumuzu coşturur. Cansız eşyayı bile tesiri altına alır. Çevresine ışık saçar. Dalındaki dikenleri bile munisleştirir. Ve siz gülü sevmek için dikenine katlanırsınız. Sadi'nin Gülistanı'nda yer alan şu anekdot; gülün güzelliğini ve özelliğini canlı bir tablo gibi yansıtıyor: “Bir çiçeklikte otla bağlanmış, birkaç demet taze gül gördüm. Dedim ki: Naçiz, basit otun ne değeri var ki, gül ile birlikte bulunuyor. Ot, ağlayarak dedi ki: Sus! Kerem ehli, sohbeti, dostluğu unutmaz. Her ne kadar yüzümde letafet yoksa da ben de gül yetiştiren bahçıvan tarafından beslendim” Evet, gülün her rengi güzeldir. Fakat kırmızı gül hepsinden güzeldir. Bu mübarek çiçek kırmızı rengiyle, maşuku remz etmektedir. Bundan dolayı kırmızı gül çiçeklerin şahıdır. Peki maşuk kimdir. Hiç şüphe yok ki, Peygamber Efendimiz'dir. Kırmızı gül Resulullah'ı temsil ettiği için büyük bir ilgi görmüştür. Edebiyatımız bu sevginin canlı örnekleriyle doludur. Bu remizden, bu işaretten yola çıkan eski insanımız gül koklarken salavat getirir, gül suyu kullanırken Efendimizi hatırlayarak “neşveyab” olur. Gül ile dostluğu kendisini Peygamber Aleyhisselam'a daha fazla yaklaştırır. Hilye-i Şerifler bile eskiden gül şeklinde hazırlanıyordu. Gül sevgisiyle Peygamberimiz'e duyulan muhabbeti en güzel şekilde dile getiren hükümdar şairlerden biri de, Sultan Birinci Ahmed idi. Aziz Mahmud Hüdayi'nin rahle-i tedrisinde azizliğin sırrına eren bu genç padişah bir dörtlüğünde şöyle diyor: N'ola tâcım başımda götürsem dâim Kadem-i pâkini ol Hazret-i Şâh-ı Rüsül'ün Gül-i gülzâr-ı nübüvvet o kadem sahibidir Bahtiyâ, durma yüzün sür kademine o gülün Âşık hükümdar, maşukuna, yani Efendimize duyduğu muhabbeti, saf ve temiz sevgiyi bu dörtlüğüyle dile getirip diyor ki: “Ah ne olurdu o resuller resulünün, nebiler sultanının tertemiz ayağını tacım gibi daima başımda taşısaydım. Nübüvvet bahçesinin gülü, o ayağın sahibidir. Ey Bahti, hiç durma, o gülün ayağına yüzünü sür!” Biraz da “Mevlânâ gülleri”nden söz edelim mi?
Bu video 14/08/2016 tarihinde yayınlanan "“DERDİ DÜNYA OLANIN DÜNYA KADAR DERDİ OLUR!..”" isimli bamtelinden alınmıştır. Tamamı burada: https://www.herkul.org/bamteli/bamtel... Müslümanlık, İnsanlığın İftihar Tablosu'nun ve Raşid Halifelerin temsil ettiği hayattır; Müslümanlığın lafını eden ama ondan uzak yaşayanlara inanmayın!.. Hazreti Ebu Bekir efendimiz, Efendimiz'in yanında ikinci derecede efendiler efendisi.. Ona “sıddîk-i ekber” demişler, “en doğru, en doğruların en büyüğü, en doğruların en büyüğü, en doğruların en büyüğü…” Bir gün bir bardak soğuk su veriyorlar. Böyle dudağına götürdüğü zaman, eliyle itiyor ve hıçkıra hıçkıra ağlıyor. (Yâ Rabbî ne olur, o kalbi bize de ver! Bahtına düştük..) Neden sonra soruyorlar: “Yâ emire'l-mü'minin, niye ağlıyorsun?” Diyor ki: “Bir gün Hazret-i Risâletpenâh Efendimiz'in yanında oturuyordum; elleriyle bir şeyi reddediyor ve itiyormuş gibi bir hareket yaptı. Neden sonra dedim ki: Yâ Rasûlullah, ne yaptınız öyle? Buyurdular ki: Dünya, câzibedâr güzellikleriyle, hezâfiriyle temessül etti, karşıma dikildi. (Yalı, villa, yat, gemi, filo, düşünebilirsiniz) Bana kendini kabul ettirmek istedi. Ben de elimin tersiyle ittim, ‘Bana kendini kabul ettiremezsin, git!' dedim. Döndü bana dedi ki dünya (şahs-ı mânevî olarak) ‘Sana kabul ettiremedim ama senden sonrakilere kabul ettiririm!' İşte bu soğuk soğuk suyu böyle içmek suretiyle, korktum ki, O'ndan (sallallâhu aleyhi ve sellem) sonrakilerden (dünyanın kendisini kabul ettirdiklerinden) birisi ben olabilirim!..” Ebu Bekir-i Sıddîk diyor bunu.. kurban olayım sana… Ama üç senede Devlet-i Aliyye'nin (ki Devlet-i Aliyye gibi mübarek bir devlet, Râşit halifelerden sonra onun eşi yok) yüz senede yaptığını, “iki sene, üç ay, on küsur gün”de yapmış. Tekrara gerek var mı? “İki sene, üç ay, on küsur gün”de yapmış. Fakat hayret ediyorum, bu yaptığı şeylerden, şu iki buçuk senede yaptığı yüz senelik şeyden, bir tek kelime ile bahsettiğini bilmiyorum. Bir gün bir yerde Siyer ve Meğazi kitaplarında görürseniz, Allah aşkına benim bu merakımı giderme adına söyleyin onu.. “Ben şunu yaptım!” şeklindeki bir tek kelimesini bana söyleyin.. Bir ev bırakmadı.. Oğlunu nazara vermedi, kızını da nazara vermedi. Diyemez miydi, böyle bir sultan, sultanlar sultanı, sultan Süleyman'a bir yönüyle taç giydiren sultanlar sultanı?!.
İhyâ'u ‘ulûmi'd-dîn, adına dört yüzü aşkın kitap nispet edilen, buna göre ömrünün her bir gününe dört cüz, yaklaşık kırk sayfa yazı düşen Hüccetü'l-İslâm Ebû Hâmid Muhammed el-Gazzâlî'nin en meşhur eseridir. İhyâ'nın Türkiye'de her yıl yüz bin takım satıldığına dair duyumlara itibar edecek olursak, onun en mütevazı kütüphanelerde bile baş eser olarak yer aldığına hükmetmemiz gerekir. Satıldığı oranda okunduğunu da söylemek isterdik, ama her şeyden önce günümüzdeki ahlaki zafiyetin hızı bunu söylememize engel oluyor. Yine de bu bağlamda okunurluk, etki ya da etkisizlik tartışmasını paranteze alıp, İhyâ'nın tercümesinden kaynaklanan, dolayısıyla günümüzdeki okurların ona olan ilgisini zayıflatan problemler ile bunları aşan değerli gayretlerden söz edebiliriz. Ses duyan, söz anlayan için vardır. Diğer bir söyleyişle sağır kulaktan sese, anlamayandan ya da anlamak istemeyenden söze dair haber / bilgi sorulmaz. Bunun için önce önemli bir esere sahiden ilgi duyabileceklerin dikkatlerini tarik etmek en garantili yol olsa gerektir ki eser sahibin hayatına ve eserinin mahiyetine dair bilgiler bu gerekliliğe baştan dahildir. İmam Gazzâli'nin İhyâ'sını konu edindiğimize göre, onun ilmî hayatı ve bu eseri hakkında bilgi iletmemiz gerekir. Fakat bu öyle bereketli bir husustur ki, Hazret'in vefat ettiği 505/1111 yılından bugüne kadar hayatı hakkında yazılan kitapların, İhyâ'sı hakkında yapılan çalışmaların sadece listesini bile burada vermek mümkün değildir. Bu sebeple okurlarımızı hemen elimizin altında olmaları bakımından şu iki kıymetli çalışmaya yönlendirmekle yetinmek duruundayız: Mehmet Ali Aynî, İslam Düşüncesinin Zirvesi Gazâli; Suâd el-Hakîm, Yirmi Birinci Yüzyılda İhyâü Ulûm'd-Dîn (Trc.: Yonis İnanç). İhyâ'nın okunmasını sağlamanın ikinci, bize göre de en aslî yolu, onun dil yani tercüme yönünden kendi zamanımızdaki avam ve havasın kolayca algılamalarına ve anlamalarına sürekli açık tutmaktır. İhyâ'nın bizim günümüzdeki iki tam çevirisi Ahmet Serdaroğlu (1963 ve 1974) ile Ali Arslan tarafından (1977) yapılmış; Yusuf Sıdkî el-Mardinî'nin meşhur tercüme ve şerhinin bugünkü alfabeye aktarımı ise Mustafa Koç ile Eyyüp Tanrıverdi tarafından gerçekleştirilmiştir (TYEK Başkanlığı Yayınları, 1. cilt 2015; 8. Cilt: 2018; 11 ciltte tamamlanacaktır). Yusuf Sıdkî el-Mardinî'nin (v. 1903) tercüme ve şerhindeki Türkçe bugünkü okur için oldukça ağırdır, diğer tercümeler ise ifade tarzlarıyla ve teknik yönlerden eleştiriye tabidir. En son Mustafa Çağrıcı tarafından yapılmış ve İhyâ – Muhtasar İhyâu Ulûmi'd-dîn Tercümesi adıyla Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları arasından kitaplaştırılmış (2020) bir çalışma daha var ki, işte bunu, İhyâ'yı günümüz okurlarının ilgisine sürekli açık tutuma çabasının en güzel örneklerinden biri olarak işaretlememiz gerekir. İstanbul Müftülüğü de yapmış olan Çağrıcı Hocamız, M.Ü. İlahiyat Fakültesi öğretim üyeliğinden emeklidir. Hâlen İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi Kur'an Araştırmaları Merkezi (KURAMER) Bilim Kurulu üyesi olarak çalışmalarını sürdürmekte olan Çağrıcı, bizim tercümeler konusunda dile getirdiğimiz problemlerin de aşılması yönünden İhyâ'yı –özetleyerek değil– kısaltarak tercüme etmiştir.
Bu video 28/08/2016 tarihinde yayınlanan "EZİYETLER, HÜZÜN VE İLAHÎ EMİRLER" isimli bamtelinden alınmıştır. Tamamı burada: https://herkul.org/bamteli/bamteli-ez... “Sen afv yolunu tut.” وَأْمُرْ بِالْعُرْفِ “Örf ile emret!” (A'râf, 7/199) Yani, onların da yadırgamayacağı, aklın da maruf bulacağı, aynı zamanda vicdan-ı selim'in “evet!” diyeceği, hiss-i selim'in “evet!” diyeceği şeyleri onlara söyle!.. وَأَعْرِضْ عَنِ الْجَاهِلِينَ “Kendini bilmez cahillerden de sarf-ı nazar eyle!..” Burada عَن, bu'd-i mücâvezet içindir, “i'râz et, yüz çevir!” demektir. Câhillerden, elden geldiğince, sarf-ı nazar edin!.. Çünkü, sürekli onlara döner, onlara bakar, onlara kulak verir, onları dinler, hep bir şeyleri onlarda okumaya çalışırsanız, çok rahatsız edici şeyler gelir çarpar size.. onlardan gelen şimşekler, çarpar. Dolayısıyla da, esas konsantre olmanız gereken meseleye konsantre olamazsınız.. hizmetinizde aksamalara sebebiyet verirsiniz. Onun için Hazret-i Pîr-i Mugân, “Çoktan beri elime gazete almıyorum, başkalarından duydum!” diyor Lahikalar'da. Neden? Çünkü o dönemde de, aynen zift medyası gibi, hep iftiralar, tezvirler savuruyorlar. Onlarla meşgul olunca, Kur'an-ı Kerim'in içine, deryalara derinlemesine dalan bir dalgıç gibi, dalıp da oradan inci-mercan çıkarmak mümkün olmaz. Benim kafam, sokakta ayağa düşmüş laflarla meşgul olduğu takdirde, ben konsantre olmam gereken hususlara yoğunlaşamam; im'ân-ı nazarda bulunmam gerekli olan şeyler -bir yönüyle- tâlî derecede kalır. Oysa iki elimiz var, dört elimiz dahi olsa, esas, sarılıp ikame etmeye çalıştığımız dâvâya yetmez! Diyor ya: “İki elimiz var. Eğer yüz elimiz de olsa, ancak nura kâfi gelir. Topuzu tutacak elimiz yok!” Önemli ölçüler bunlar. Bu açıdan da, “Falan şöyle demiş! Filan böyle demiş!” Bütün bunlar güft ü gû'dan ibarettir. (Daha “dırdır”ı tekrar etmem, sizi rahatsız eder; “güft ü gû” da Farsça; o da aynı manaya geliyor, Türkçemize geçmiş; “güft ü gû”, “dedikodu”.) Böyle dedikodularla iştigal ederseniz, zihin dünyanız, düşünce dünyanız, tefekkür dünyanız, bunlarla işgale uğrar; dolayısıyla yapmanız gerekli olan şeylerde değil de sermayeyi orada kullanmış olursunuz. Bir-iki insan, elden geldiğince tashih adına, tavzih adına, tekzip adına, tazminat adına, o türlü densizce lafları, güft ü gû'yu takibe vazifelendirilebilir; onlar takip ederler tâ umumun hakkı yenmesin.. kuzu-koyun kurda kaptırılmasın.. ve bu arada “ezhân-ı nezîhe” de onların telvisâtıyla kirlenmesin. Bu maksatlarla bir-iki insan meşgul olabilir. Aksi halde, herkes televizyonda, İnternet'te, şimdi telefonlarda, o türlü levsiyâta dalarsa, zannediyorum, nezîhata dalmaya fırsat kalmaz.. nezîhâtın hakkı, nazîfâtın hakkı çiğnenmiş olur. Ona meydan vermemek için, وَأَعْرِضْ عَنِ الْجَاهِلِينَ “Cahilin cehlinden i'râz et!” (A'râf, 7/199) deniyor. Evet, anonim bir söz vardır; çok eskiden, tâ on sekiz yaşımdayken, bir daktilocudan duymuştum. Eskiden avukatların yerinde onlar dilekçe filan yazarlardı. Bir süre Artova'da kalmıştım, orada böyle bir dava vekili vardı, görüşüyordum, ondan kulağımda kalmış; o levhalara da yazdım onu, kendi elimle: “Câhil ile etme ülfet, aklının miktarı yok / Sırtı çullu, kendi merkep, boynunun yuları yok!” Sâdi-i Şirâzî de Gülistan'ında der ki: “Sohbet-i bâ nâdan, alâmet-i nâdânist.” Yani; câhillerle sohbet etmek, câhillik alametidir. Yine Türk şiirimiz içinde vardır: “Nâdan ile sohbet, zordur, bilene / Zira nâdan, söyler ne gelirse diline!” Câhillerinin laflarının durumu bu ise, bunlarla meşgul olmak, füzûliyatla iştigal sayılır.
Düalizmden Kurtulamayan Gırtlak Ağaları Allah'ın bilinmediği bir dönemde yaşıyoruz. Dinin özünün ve ruhunun bilinmediği bir dönemde yaşıyoruz. Şekle yenik düşmüşüz, surete yenik düşmüşüz. Gönüllerde ciddî bir tecdide ihtiyaç var. Her şeyi, semadan indiği dönemdeki gibi, gül yapraklarına konmuş jalelerin tazeliği içinde duymaya ihtiyacımız var. Cenâb-ı Hak, O'nu duyuracak ses ve solukları bize lütfeylesin!.. Yalan karışımlı, gösteriş karışımlı, riyâ karışımlı, ucub karışımlı, fahir karışımlı, çalım karışımlı din adına konuşulan şeyler… Bunlar zâhiren bazı insanlar için bir şey ifade etse, bir şey ifade etme değil, onları aldatsa bile, mü'minler için gerçek imanı ifade etme adına hiçbir kıymet ifade etmez. Hayvaniyetten çıkmaya yaramaz, cismaniyeti bırakma mevzuunda faydası olmaz, kalbî ve ruhî hayata yükselme adına da bir merdiven mahiyetini almaz bunlar. Oldukları yerde zıplar dururlar, kalblerinde samimiyet olmadığından dolayı yukarıya çıkalım derken, daima hoplayıp durdukları yerlerde yerin dibine doğru batarlar, mânen. Farkına varmadan mesh olurlar sîret itibariyle, sûret itibariyle olmasa bile. Dolayısıyla da sesleri-solukları semalar ve semalar ötesi âlemlerde, o ölçüde nazar-ı itibara alınır; yani hayvanî ihsas ve ihtisaslara cevap mahiyetinde nazar-ı itibara alınır: “Sadece hayvanî ve cismânî bedeninizi devam ettirme adına, işte Rabbü'l-âlemin olmam itibariyle, Ben de size o teveccühte bulunuyorum; yiyin, için, yan gelip hayvan gibi kulaklarınızın üzerine yatın.. dudaklarınız söylesin, amma bunlar kat'iyen kalbin sesi olmasın!” Hazret-i Muhbir-i Sâdık'ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) beyanı gibi, “Âhir zamanda, Kur'an okurlar, gırtlaklarından aşağı inmez!” Bunları çağımızın sosyolog bir düşünürü “gırtlak ağaları” sözüyle seslendirirdi veya “ses sanatkarları”. Kendilerini ifade etmek için, bazen Kur'an, bazen ilahî, bazen nâat, bazen münâcât, bazen gazel, bazen insanların hoşlarına gidecek güzel sözler okurlar. Fakat bunların hiç biri, kalbdeki hissiyata tercüman değildir. Kalb, başkadır; kafa, başkadır. Çünkü onlar, ikilem yaşamaktadırlar, hepsi, “düalist”tir. Düşünce dünyaları farklı, esas, yaptıkları şeyler ondan daha farklıdır. Biz, böylesine mahrumiyetlerin yaşandığı ve yitiklerin olduğu, çok şey yitirmiş insanların yaşadığı bir ortamda, bir dönemde yaşıyoruz. Çok cehde, çok gayrete ihtiyaç var. Hayvaniyetten çıkmak, hayvanî basamaktan sıyrılmak, bir üst basamağa sıçramak, en azından insanî cismaniyet mertebesine yükselmek için. Evet, “insanî cismâniyet mertebesi”ne yükselmek, sonra “kalb iklimi”ne doğru bir adım atmak, sonra “ruh iklimi”ne doğru bir üçüncü adımı atmak; sofiler âlemi itibariyle sonra “sır iklimi”ne doğru bir adım atmak, sonra “hafî” veya “ahfâ iklimi”ne doğru bir adım atmak… Bunlar, o mevzuda sergilenecek cehde ve gayrete Cenâb-ı Hakk'ın teveccühüyle cevabın ifadesidir. https://www.herkul.org/bamteli/bamtel...
Yazı başlığım İbnü'l-Arabî'ye aittir. Hazret kendisinden başka hiçbir şeyle tanımlanamayacak olanı, en azından aklen tanınabilir hâle getirmek için bu benzetmeye başvurmuştur. Çünkü, “Ruh, Rabbimin bileceği bir şeydir (emrindedir). Size pek az ilim verilmiştir.” (İsra, 17/85) mealindeki ilâhî beyan açıktır. Ruhun keyfiyeti hakkında soru sorulmamasının istenmesiyle varlığı teyit edilmiş, manası ise müphemliğinin teslimine havale edilmiştir. İmam Kurtubî de bunu “Aklın, kendisinin yanı başında bulunan yaratığı bilip idrak etmekten daha bir aciz oluşuna” delil saymıştır. Daha önce hevâ ve hevesi ruhun tezahürü olarak nitelemiş ve bunların kalp, akıl ve nefs üzerinde bir etkisinin bulunduğunu söylemiştik. Buna göre müphem olanın (ruh'un) tezahürlerinin varlıkları itibariyle kesin ama aynı zamanda müphem olmaları da tabiîdir. Nitekim Sâd suresinin 26. Ayetinde geçen hevâ kelimesi, Kur'an Yolu Meal ve Tefsir'inde nefsin istekleri şeklinde anlamlandırılırken, sair Kur'an meallerinde ise hevâ ve heves, heves ve duygu, geçici heves, nefsî arzu, duygusal davranma, keyf, istek ve tutku... gibi kelime ve tamlamalarla açıklanarak bunlarla sadece müphemliği pekiştirilmiştir. Bu nedenle İbnü'l-Arabî'nin zikrettiğimiz sözünden hareketle hevâ ve hevesi de ancak bildiğimiz ya da çok açık olarak tesirinde kaldığımız kimi hâllere, şeylere benzeterek anlatmaya çalışabiliriz. Örneğin gündelik hayatımızda kuru, faydasız, boş, değersiz olarak nitelenen hevâ ve heves'i, ilgili ayetlerde ve Resûlullah'ın (s.a.s) “Hevâ ve hevesin saptırdığı kul ne kötü kuldur.” mealindeki hadisinde (Tirmizî) yüklendiği olumsuz manalarla benimseriz. “Benimseriz” diyorum çünkü şârî'nin tanımı en doğru ve en son tanımdır. İbrahim Hakkı Bursevi'nin hevâyı şehvetin nefse galebesi olarak açıklaması da bundan olsa gerektir. Hasîrîzâde Elif Efendi'nin Kur'an Lügati'nde hevâyı “Nefsin sevdiği ve meyl ve arzu ve iştiha ettiği şeydir” diyerek sıfatı yönünden (birçok ahlak kitabında olduğu gibi) nefs-i emmare'yle ve havaya çıkmak/uçmak deyimleriyle ilişkilendirmesi ve ondan çok önce Mukâtil b. Süleyman'ın Kur'an Terimleri Sözlüğü'nde ona nezele/inmek, iki şey arasında durmak, rüzgar tarafından sürüklenmek/savrulmak anlamlarını yüklemesi, şârî' tarafından verilen mezkur bilgiden iman esasında asla sapmamak kaydıyla, konumuz yani sanat bakımından bize yorumda genişliğin makul olacağını göstermektedir. Ayrıca, kendi tefekkür usulünde ilim, hal ve amel üçlüsünü önceleyen, ancak bunları incelediği fenomenlerin mahiyet ve manalarına göre farklı farklı işleyen İmam Gazzalî ile, önceki yazımızda naklettiğimiz ilgili görüşlerinde hevâyı iradeye bağlayan İbü'l-Arabî'nin tutumları da bizi yine sanat bağlamında hevâ ve hevesi daha geniş bir çerçevede değerlendirmeye sevk etmektedir. Çünkü daha önce de beyan ettiğimiz gibi sanatın madeni hâller; zuhur zemini merak, hevâ ve hevestir. Hâllerin zemini ve zarfı ise kalptir. Eğer sanattan hevâ ve hevesi çekersek geriye sadece vaaz, nasihat ve mesaj kalır ki, bunların sanatla ilişkileri çok dolaylıdır.
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz Hazretleri'ni rüyada görmek, her Müslümanın özlemidir. Rü'yâ âleminde, Peygamber (s.a.v.) Efendimiz Hazretleriyle müşerref olmak; özlenen rü'yâdır. Arzulanan rü'yâdır. Bir ömür boyu hasretle beklenen rü'yâdır. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Beni rü'yâsında gören kişi hakîkaten beni görmüştür…” (Müslim) Şeyh Savî (r.âleyh) “Virdü-Dürrü Deyr” kitabında buyurdu ki: “Salevât-ı İbrâhimiyye”yi bin kere okumak, Peygamber (s.a.v.) Efendimiz Hazretleri'ni rü'yâda görmeyi gerektirir. Okunuşu: “Allâhümme salli ‘alâ Muhammedin ve ‘alâ ali Muhammedin kemâ salleyte ‘alâ İbrâhîme ve ‘alâ âli İbrâhîme inneke hamîdün mecîd” “Allâhümme bârik ‘alâ Muhammedin ve ‘alâ ali Muhammedin kemâ bârekte ‘alâ İbrâhîme ve ‘alâ âli İbrâhîme inneke hamîdün mecîd.” Mânâsı: “Allah'ım, (Peygamberimiz) Hz. Muhammed'e ve âline, Hz. İbrahim'e ve âline rahmet ettiğin/ mübarek kıldığın gibi rahmet eyle/mübarek kıl.” Şeyh Adevî (r.âleyh) Hazretleri “Şerhü Delâilü'l-Hayrât” kitabında buyurdu ki: İmâm Buhârî (r.âleyh) Hazretleri'nin rivâyet ettiği teşehhüdü, Pazartesi gecesi veya Cuma geceleri bin kere okumak, Peygamber (s.a.v.) Efendimiz Hazretleri'ni rü'yâda görmeyi gerektirir. İmâm Buhârî Hazretleri'nin rivâyet ettiği teşehhüd şudur: Okunuşu: “Ettehıyyâtu lillâhi ve's-salevâtu vet-tayyibâtü es-selâmu aleyke eyyühe'n-nebiyyü ve rahmetüllâhi ve berakâtühu es-selâmu ‘aleynâ ve ‘alâ ‘ıbâdillâhis sâlihîn* Eşhedü en-lâ ilâhe ill-allâh ve eşhedü enne Muhammeden ‘abdühû ve rasûlüh.” Mânâsı: “Her türlü kavlî, bedenî ve mâlî ibâdetler Allah'a mahsustur. Ey şânı yüce Peygamber, selâm, Allah'ın rahmetiyle bereketleri senin üzerine olsun. Ve selâm bizlere ve Allah'ın sâlih kullarına olsun. Ben şehâdet ederim ki, Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur. Ve şehâdet ederim ki Hazret-i Muhammed Allah'ın kulu ve Resûlü'dür.” (Buhârî) (Yusuf Nebhani, Resûlullâh (s.a.v.) Efendimiz'i Rüyada Nasıl Görürüz?)
Güzel insanlar kafilesinin mümtaz isimlerinden ve tarikat erbabının seçkin simalarından Ömer Tuğrul İnançer Beyefendi'nin vuslat haberini – oğlumun telefonuyla – Babaeski'de aldım ve bir anda teessür deryasına daldım. Eşim Yasemin Hanım da son derece müteessir oldu. Teessürünün tezahürü çehresinde tebellür etti. Sonra “Erişince irciî emri dedim Allah'a, eyvallah” mısraını hatırlayınca biraz olsun teselli buldum. “İnnâ lillahi ve innâ ileyhi râciûn” diyerek İstanbul'a dönüş hazırlıklarına başladım. Cenazenin çok kalabalık olacağını tahmin ettiğim için erkenden Fatih Camii'nin yolunu tuttum. Daha sonra oğlum Mehmed de bana refakat etti. Hemen tabutun başına gidip dua etmek istiyordum ama güvenlik görevlileri caminin epeyce uzağından dolaşıp içeri girmem gerektiğini söylediler. Tam o sırada beni tanıyan bir görevlinin müsaadesiyle musalla meydanına dahil oldum. İkindi namazından sonra çok hem de çok büyük bir cemaatle cenaze namazını kıldık. Namazdan sonra İstanbul müftüsü Safi Arpaguş Hoca tezkiyesini yaptı. Arkasından Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan ölümün güzelliğini yansıtan, Tuğrul Efendi'nin faziletlerini dile getiren sözler söyledi. Mim harfiyle başlayan kelimelerle söyleyecek olursak mütefekkir, mutasavvıf ve müellif olarak bilinen Ömer Tuğrul İnançer merhumu özellikleriyle ve hizmetleriyle anlatmaya -tabii ki - bu sütun yeterli değildir. Şu kadarını söylemek isterim ki, o tam bir Peygamber âşığı ve evliya bendesi idi. Bu iki hususiyetin dışında, zaten daha başka ne söylenirdi ki... Evet, üslubu sertti, fakat mertçe ifade edilen cümlelerden meydana geliyordu ve buna merhum üstad Necip Fazıl'ın ifadesiyle “mukaddes öfke” deniliyordu. Unutmayalım, Süleyman Nazif merhum da bu konuda “Yavaş tükürük sakal kirletir!” diyordu. Hakk'ın hatırını âli tutan Tuğrul Efendi, aynı zamanda Gönenli Mehmet Efendi gibi müjdeleyici idi. Kurtuluşa götüren yolun yegâne rehberinin Fahr-i Kâinat Efendimiz olduğunu anlatırken gönül dünyamızda sevinç rüzgârları dalgalandırıyordu. Sizin anlayacağınız nasıl konuşulacağını, kalblerin nasıl fethedileceğini çok iyi biliyordu. Mekânı cennet, makamı âli olsun. Kendisiyle son görüşmemizde naçizane kaleme aldığım bir kitabımı imzalayıp takdim etmiştim. Onun da bende imzalı kitapları bulunuyor. Merhum ve mağfur Ömer Tuğrul İnançer, “Evliya Burcu” Bursa'da dünyaya geldi. “Fetih yâdigârı” İstanbul'da irtihal-i dar-ı beka etti. Öyleyse İsmail Hakkı Bursevi hazretleriyle ilgili bir hatırayı rahmete vesile olması dileğiyle nakledelim. 2008 yılının Ramazanıydı. Bu mübarek ayın ilk haftasında, Kubbealtı Kültür ve Sanat Akademisi'nde verilen iftara bendeniz de katılmıştım. Bir ara masadaki arkadaşlarla sohbeti koyulaştırmıştık. Nereden aklıma geldiyse, “Tuğrul İnançer Bey'i göremiyorum, acaba bu akşamki iftara gelmeyecek mi?” diye sorma gereğini duydum. Aradan beş dakika ya geçti, ya geçmedi. Tuğrul Efendi içeri girdi, gelip masamızda yer aldı. Muhabbet faslı olanca halavetiyle devam ederken, İsmail Hakkı Bursevi hazretleri hakkında şu ilgi çekici menkıbeyi anlattı: Büyük Türk mutasavvıfı Bursalı İsmail Hakkı hazretlerinin muhterem hanımı, acaba hangimiz önce vefat edeceğiz diye merak edermiş. Bir gün kocasına, “Aman efendim, bu kadar kitap yazıyorsunuz. Bir Kelam-ı Kadim de lütfedip benim için yazsanız” diye rica eder. Efendi hazretleri “Birkaç gün odama girme de yazıvereyim” buyururlar. İki gün sonra kadıncağız merak eder. Gizlice gelip kapıyı açar. Bir de bakar ki, kırk kadar İsmail Hakkı yazı yazıyor. Büyük bir şaşkınlık yaşar. Hazret, buyurur ki, “Niçin tenbihime aykırı hareket ettin?” Hanım “Efendi, merak ettim. İki gündür bir şey yemediniz. Verilen yemeği de almadınız. Onun için geldim” diye cevap verir. Hazret buyurur ki, “Ben hayatta oldukça bu sırrı kimseye söyleme”. Kadın işte o zaman kendisinin daha sonra vefat edeceğini anlar. Gerçekten de yirmi yıldan fazla yaşar.
Hazret-i Ebû Hüreyrenin “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet etdiği hadîs-i şerîfde, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular: (Bize her ni'meti veren ve iyilik eden kimseye karşılığını verdik. Ebû Bekrin iyilik ve ikrâmının karşılığını veremedik. Hak Sübhânehü ve teâlâ hazretleri kıyâmetde ona karşılığını verir. Ebû Bekrin malının fâide verdiği gibi, bir kimsenin malı bana fâide vermedi. Eğer ben halîl [dost] ittihâz edici olsa idim [edinse idim], Ebû Bekri dost edinirdim. Lâkin bilmiş olun, sizin sâhibiniz, Allahü teâlâ hazretlerinin dostudur.) Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” buyurdular ki, Ebû Bekr bizim seyyidimiz, hayrlımızdır ki, Habîb-i Ekrem hazretlerine cümlemizden sevgilidir. Menâkıb-ı Çihâr Yâr-i Güzîn | Sayfa : 39
Turuk-i âliyye silsilesinde Ömer Tuğrul Muradî el-Cerrahî el-Halvetî, resmiyette Ömer Tuğrul İnançer, halk içinde Tuğrul Efendi şeklinde tesmiye edilen Celvetî-Halvetî dergâhlarının son devir postnîşini dün ahirete yolcu edildi. Ailesine, yâranına, mürîdânına, sevenlerine başsağlığı diliyorum. Tuğrul Efendi'yi, mutasavvıf mütefekkir değil, mütefekkir mutasavvıf olarak gördüğüm için erkenden takibe başladığım halde, onunla yüz yüze gelme şerefine ancak 2012 yılında erişebildim. İbrahim Zeyd Gerçik ve Murat Yılmaz'la birlikte, Üsküp Köprü Derneği'nin o günkü yöneticilerinden Muhsin Kurtiş'in Üsküp doğumlu üniversite öğrencilerine yönelik olarak Gostivar kayak tesislerinde düzenlediği bir eğitim çalıştayındaydık. Bu esnada, bir iş üzere Kalkandelen Tekkesi'ne teşrif eden Tuğrul Efendi'nin Ahmet Özhan'ın da bulunduğu küçük bir grupla çalıştaya katılması çok güzel bir sürpriz olmuştu. Sadece Türkiye'nin değil Balkanlar'ın da FETÖ'nün NATO desteğinde yaktığı ateşin çemberinden geçtiği günlerdi. FETÖ Balkanlar'da hâlen faal olan Celvetî, Halvetî, Bektaşî, Melamî tekkelerinin, AB tarafından Bektaşîlik dini adı altında toplanarak tanınması için yoğun bir gayret gösteriyordu. Detaylarına şimdi girmek istemediğim ama günü geldiğinde birinci elden tanıklarının Tuğrul Efendi'nin söz konusu FETÖ kumpasını kırmaya yönelik büyük faaliyetlerini anlatacaklarını umduğum o ortamda Hazret'in çalıştayımıza teşrif etmelerinin özel bir değeri bulunuyordu. Onun orada yaptığı kısa bir konuşma üzerinden bu değeri, çalıştay sonrasında yazdığım bir yazıda şu kelimelerle iletmiştim: “Kalplerdeki kara lekeleri hedef alan birer lazer ışını gibiydi (Tuğrul Efendi'nin) söylediği her cümle. Balkanlar'da Müslümanlara karşı kurulan şer ittifakını, öte yandan Müslüman kimi akillerin ille de ada olma saplantısıyla onların ekmeklerine yağ sürdüklerini biliyordu. (...) 'Size birlik(te) olun demiyorum, bir olun diyorum' sözü bu manada ayrı iken gayrı olmamanın, uzaktayken ırak kalmamın, bir bedenin organları gibi hareket etmenin şifresi olarak gençlerin zihinlerine işledi.” Sadece gençlerin değil, benim de zihnimin derinliklerine iyice işlemiş olmalı ki, bu sözü sonraki zamanda kendi anlayışıma da aksettirerek, sahibine olan hayranlığımı, hürmetimi ve takip gayretimi sürdürdüm. Bilahare zihniyet ve sanat merkezli seminer, panel ve söyleşiler vesilesiyle Tuğrul Efendi ile aynı ortamı, bir masayı paylaşmayı da mezkur durumunda Rabbimizin bir nimeti olarak gördüm. Bu bağlamda, son on yılda yurt dışı seyahatlerimde de sıkça kesişti Hazret ile yolumuz. Öyle ki, İsmail Halis ile birlikte olduğumuz son Özbekistan seyahatimdeki gibi birçok yerde ondan birkaç gün farkla bulunduğum da oldu, Endülüs'teki gibi tam dört gün aynı havayı, hüznü birlikte teneffüs etme imkanım da oldu. Bu buluşmalar benim için idrakî bir aydınlanma, yeni fikirlerle donanma ve –inşallah– ona nasip olunan tecellilerden pay alma şeklinde tahakkuk etti. Benim için Tuğrul Efendi'nin mütefekkirliği mutasavvıflığından hep önceydi. Ancak turuk-i âliyyenin bir ahir zaman şeyhi olarak onun emsallerinden çok farklı oluşu da dikkatimden hiç uzak değildi. Hazret, her şeyden önce sanat dünyamızın tam içindeydi ve bu dünyanın sorunlarına karşı son derece duyarlı olarak, çok değerli görüşlere ve ciddi tekliflere sahipti.
Bu video 11/12/2016 tarihinde yayınlanan " KALBE OKLAR SAPLANIRKEN" isimli bamtelinden alınmıştır. Tamamı burada: https://www.herkul.org/bamteli/bamtel... Yaşatma duygusuyla yaşayıp sadece Hakk'a kul olanlar, asla kullara kulluk yapmazlar!.. Sizin, kendi hizmet felsefenizi ifade etme adına, terminolojiye kazandırdığınız bir kelime var: “Yaşatma duygusuyla yaşama”. “Âlem yaşasın diye yaşıyorum ben, âlem yaşasın diye!..” deme. Âlem, Allah ile münasebete geçsin; âlemin kalbi, Allah ile münasebete geçsin; kalb ile Allah arasındaki engeller bertaraf edilsin, latife-i Rabbaniye O'nunla buluşsun… Bana da ne olursa olsun! Zâlim gelsin, bir tekme atsın.. gaddâr gelsin, malıma-mülküme el koysun.. birileri “terörist” ilan etsin.. başka bir densiz kalksın, orada “firak-ı dâlle” desin… Varsın desinler. Herkes, kendi karakterinin gereğini sergiler; ne ise, onu mırıldanır.. ne ise, onu mırıldanır.. ne ise onu mırıldanır!.. Boş ver bunları, onlara bile gözünü yum! وَإِذَا مَرُّوا بِاللَّغْوِ مَرُّوا كِرَامًا “O has kullar, boş ve manâsız söz ve davranışlara rastladıklarında vakar içinde geçip giderler.” (Furkan, 25/72) Öyle densizlerin densizce ifadelerini duyduğun zaman, “Selam!” de, geç!.. Furkan sûre-i celîlesinde ifade buyrulduğu gibi. Bunların hepsi, o fevkaladeden cömertliğe ve îsâr ruhuna ircâ edilecek şeylerdir. İşte koca Şâfiî hazretleri, elli beş yaşında ruhunun ufkuna yürüyor. Hayatının büyük çoğunluğunda bir derde mübtela. Onun o dertle müptela olduğunu söylerken, çok defa aklıma geliyor, o Hazret'e hakaret sayılır diye yüreğim de ağzıma geliyor. Çünkü onları o kadar seviyorum ki!.. Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali, Sahabe-i kiram, Aşere-i Mübeşşere.. ve Eimme-i erba'a veya Eimme-i sitte. Onları o kadar seviyorum ki!.. İmam Şafiî hazretlerinin hemoroidi vardı; kan akıyordu sürekli. O gün de yine Müslümanlar, Müslüman görünenler, onun Şam'da nüfuzunun arttığını, çevresinde halkalaşan insanların çoğaldığını görenler, ihtimale binaen, “Potansiyel tehlike olur mu?” diyenler, sonunda “Nemize lazım, en iyisi mi baştan biz ‘Potansiyel tehlikedir; bu, suç işleyebilir!' diyelim ve cezalandıralım” düşüncesiyle ona zulmetmişler. Yok, suç yok ortada, yok. Hukuk mantığına göre, hukuk felsefesine göre, hukuk-adalet ilişkisine göre ortada bir suç yok. Günün gaddarlarının, zalimlerinin yaptığı gibi, ondan endişe duyanlar da ona gadretmişler. Hicret-i seniyyenin 150. senesinde dünyayı teşrif ediyor. Bağdat'ta Abbasîler hâkim, Müslümanlığı temsil adına. Hazret'i, zincirler içinde Şam'dan tâ oraya kadar götürüyorlar. Neden sonra, orada o Hazret'in inceliğini îsâr ruhunu, kendi için yaşamadığını görünce, tâzim u tekrim ile yerine iade ediyorlar, o haliyle. Çekmişler, görmüşler ama kendileri için yaşamamışlar. Yaşatmak için hayatta kalmışlar. Eğer O'nu anlatma imkanı varsa,, tâbir-i diğerle, erkân-ı imâniye ve İslamiyeyi anlatma imkanı varsa.. örfünüzü-âdetinizi, o güzel geleneklerinizi dünyaya duyurma imkanı varsa.. insanda insan olarak bulunabilen bir kısım güzel şeyleri başkalarından alma ve öyle bir zenginliğe yürüme imkanı varsa… Yaşanacaksa, bunlar için yaşanır. Bu türlü şeyler yoksa, bence, yaşamaya değmez; insan, abes yaşıyor demektir o zaman.
Bu video 08/01/2017 tarihinde yayınlanan " TÜRKİYE PERSPEKTİFİNDEN İÇTİMÂÎ RUH" isimli bamtelinden alınmıştır. Tamamı burada: https://www.herkul.org/bamteli/bamtel... Kötü ahlak, insanda darlık hâsıl eder; cehalet, kibir, gurur, bencillik, kıskançlık gibi fenalıklar sebebiyle vicdan daralır, büzüşür ve bir hodgâmlık dehlizine dönüşür. İctimâî ruhun önünü kesen gulyabanîler, İmam Gazzalî hazretlerinin ifadesiyle, bütün mühlikât ve mûbikâttır; insanı helakete sürükleyen ne kadar meâsî ve mesavî varsa, onlar o ictimâî ruhu öldüren, felç eden şeylerdir. Onları, Hazret, İhyâ-ı Ulûmiddîn'de sıralar, derste konu oraya geldiği zaman göreceksiniz. Diyelim ki, enâniyetten başlar; egoizm, egosantrizm, narsisizm… Hafizanallah, insan bunların pençesine düşmüşse şayet, zannediyorum o değerli şeylere karşı bütün bütün kapanmış olur. Öfke, mesela, o mühlikâttan bir tanesidir. Mesela, hazımsızlık, o mühlikâttan bir tanesidir. Gazap, mühlikâttan bir tanesidir. Biri Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)'in karşısında (bir nasihat isteğiyle) beklentiye girince, Efendimiz ona üç defa لاَ تَغْضَبْ، لاَ تَغْضَبْ، لاَ تَغْضَبْ buyuruyor: “Öfkelenme!.. Öfkelenme!.. Öfkelenme!..” O mühlikâttan, mûbikâttan bir tanesi de budur. Bunların karşısında da münciyât vardır, sağlam bir iman gibi; ekmel iman, ekmel İslam, en mükemmel İslam. الْيَوْمَ أَكْمَلْتُ لَكُمْ دِينَكُمْ وَأَتْمَمْتُ عَلَيْكُمْ نِعْمَتِي وَرَضِيتُ لَكُمُ الْإِسْلاَمَ دِينًا “İşte bugün sizin için (bütün kaideleri, hükümleri ve evrenselliğiyle) dininizi kemale erdirdim; üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm'ı seçtim.” (Mâide, 5/3) dediğine göre Allah (celle celâluhu), eksiği yok, gediği yok: Nazarî planda Ben meseleyi size tastamam olarak verdim; ondan sonra tastamam olarak yaşamak, size kalıyor. وَأَتْمَمْتُ عَلَيْكُمْ نِعْمَتِي “Bununla size nimetimi de tamamladım.” وَرَضِيتُ لَكُمُ الْإِسْلاَمَ دِينًا “Din olarak da İslam'dan hoşnut oldum!..” Onu yaşarsanız.. “iman”, O'nun dediği gibi olursa.. “İslam”, O'nun dediği gibi olursa.. bunların Allah tarafından görülüyor veya Allah'ı görüyor gibi yerine getirilmesi demek olan “ihsan” O'nun dediği gibi olursa.. bunlar yapılırken emre itaatteki inceliği kavramışlık içinde “ihlas” denirse.. ihlas denirken, “ihlas gez-göz-arpacığı” ile “rızâ-i ilahi” hedeflenirse.. “rızâ-i ilahi” mülahazasıyla sürekli Cenâb-ı Hakk'a mülaki olma aşk u iştiyakı hedeflenirse.. “Sana ne zaman kavuşacağım!” mülahazası yaşanırsa, işte o zaman insan arı-duru yaşar. Ve arı-duru yaşayınca zannediyorum herkes de onunla münasebete geçebilir. Aksine, o kirli şeylere karşı, kirli akıntılara karşı, durağanlaşmış sulara karşı, temiz olduğu şüpheli olan şeylere karşı insanlar da biraz kuşku ile bakarlar. Bu açıdan da o vicdan genişliği ve onun inkişaf etmesi, Hazreti Gazzalî ifadesiyle, “münciyât”a (kurtarıcı şeylere) bağlıdır. Ve batırıcı şeyler, yıkıcı şeyler de gulyabanîler gibi onun önündeki engellerdir. Onlara da bir yerde “mühlikât” deniyor; zaten ahlak kitaplarının hepsinde, belki rekâikte de “mûbikât” da deniyor ki, aynı zamanda insanı helak eden, batıran, dize getiren, felç eden, fonksiyonlarını edâ edemez hale getiren şeyler demek oluyor.
“Kapı kapı bu yolun son kapısı ölümse Her kapıda ağlayıp o kapıda gülümse.” Doğduk, ağlayarak geldik dünyaya. Giderken gülümseyebilmek önemlidir. Yaşamaktan gaye de uğruna ölünesi dava da budur! “Bu dünyada renk, lezzet, nakış ne varsa küsüm; Gözümde son marifet, Azrail'e tebessüm.” Son nefes, ah son nefes, öyle her yüze nasip olmaz son nefeste tebessüm. Kimisi arkada bıraktıklarını düşünüp ağlayarak, yahut gözleri açık gider dünyadan; kimisi varacağı yerdeki güzelliklerle kalbi huzur bulur, mütebessim bir çehre ile gider. Şah-ı Nakşibend efendimiz buyurmuşlar ki: “Muameleler sona nispetledir.” Elbette ne yaşadın, nasıl yaşadın, nereden aldın, nereye verdin, ne yaptın ne ettin; bunlar da mühimdir ama son bir başka! Zira bir ömür yaşadığın her bir şey son nefeste gelir ve seni bulur. Aldığın dua, yaptığın iyilik, güldürdüğün yüz, kıldığın namaz, tuttuğun oruç, sevdiğin kimseler, teheccüdde döktüğün yaş; en son anda dilinde ne olacak, kalbinde ne olacak onu belirler. Tersi olmaz mı? Olur! İşlediğin günah, aldığın ah, savsakladığın ibadet, yediğin kul hakkı, üzdüğün anne baba, say sayabildiğin kadar... Onlar da gelir yapışır yakana son anda. Peygamber-i Ekber buyurmuşlar: Yaşadığınız gibi ölürsünüz, öldüğünüz gibi diriltilirsiniz.” Nasıl ölmek istiyorsa öyle yaşamalı insan; nasıl diriltilmek istiyorsa öyle ölmeli. Yine Şah-ı Nakşibend efendimiz. Sormuşlar, “efendim insan nasıl olmalı? Cevap: Son nefeste nasıl olmak istiyorsa hep öyle olmalı! Diyeceksiniz ki: Gece gündüz, her anımızda Allah'ın razı olacağı halde olmak çok zor; insanız günahlarımız, zaaflarımız, hata, kusurlarımız var. Doğru! Ama şunu unutmayalım. İnsan Rabbinin hatırına, peygamberinin ikazı ve müjdesi hatırına elinden geldiği kadar gayret ederse umulur ki Allah da onun iyi bir zamanında gönderir ölüm meleğini. Azrail de emir kulu! Efendimizin çok ettiği dualardan birsidir, yeri geldi zikredelim: “Allah'ım ömrümün en hayırlı olduğu anını sonu eyle!” Çok etmek lazım bu duayı. Bir de ipucu verelim işin dertlilerine, Zâhid Efendi merhumdan. Dermiş ki Hazret: Ölmek istemediğiniz yerde bulunmayın! Çok güzel bir ihtar! Bir yer ki Azrail'le a.s. orada karşılaşmak istemezsin; hiç gitme oraya! Ne zaman geleceği belli değil zira! Yazının başlangıcında iki güzel şiirini paylaştığımız Üstad'dan bir beyit daha: “Büyük randevu bilsem nerede saat kaçta Tabutumun tahtası bilsem hangi ağaçta” Bir büyüğümden dinlemiştim, bir hoca trafik kazası geçirmiş, büyük bir kaza. Araba taklalar atmış, canlarını zor kurtarmışlar. Gelmiş Allah dostunun huzuruna, demiş ki: “Efendim o an aklıma geldi, ama Kelime-i şehadet getirmedim.” Hâlbuki öyle bir anda kelime-i şehadet getirmek çok mühimdir. İnsanın aklına gelmesi büyük nimettir. Akla gelir de dilin dönmesi lütf-u ilahidir. Dil de dönmeyebilir. Mübarek demiş ki “Niye kelime-i şehadet getirmedin?” Gülmüş, “Getirirsem ölürüm diye korktum efendim.” Mehmet Çelik Hoca anlatmıştı “Bizim doğuda” diyor, “Babalarına Efe der bazı kimseler” Bir adamcağız varmış, kendi halinde ama dinle diyanetle pek alakası yok. Evlatları bir gün demişler ki: “Babacığım siz de bir hacca gitseniz ne güzel olur. Bak herkes Hacı baba diyor babalarına. Biz hala Efe diyoruz sana. Bizi de bir hacı baba evladı yapsan, hacca gitsen...” “Oğlum ne işim var?” demiş. “Oralar sıcaktır. Ben yapamam öyle yerde, dokunmayın bana.”
Bu video 26/02/2017 tarihinde yayınlanan "SİZ NEREDESİNİZ EY MÜ'MİNLER!.." isimli bamtelinden alınmıştır. Tamamı burada: https://www.herkul.org/bamteli/bamtel... Hakkın Hatırı, Münazara Adabı ve İmam Azam Ebu Hanife Hazretleri Değişik vesilelerle hep tekerrür ettiği gibi, bir kere daha tekrar etmek istiyorum, mazur görürseniz: Ebu Hanife, gecenin yarısına kadar talebeleriyle bazı meseleleri müzakere edermiş. Bizdeki münazara âdâbına göre; yoksa televizyonlardaki birbirine karşı saygısızlık yapma tartışması değil. Münazaranın âdâbı vardır, o mevzuda yazılmış kitaplar vardır: İnsanlar birbirlerine karşı hakikati nasıl savunacaklar? Herkes kendi düşüncesini nasıl ortaya koyacak? Nasıl ifade edecek onu? Geriye dönmesini nasıl yapacak? İleriye adım atmasını nasıl yapacak? Orada karşı tarafın duygu ve düşüncesine nasıl saygılı olacak? Kendi duygu ve düşüncelerine nasıl saygı toplayacak? Buna dair kitaplar yazılmış. Televizyonlardaki o tartışmalar, oradaki o tartışmalar, vahşîce boğuşmalar gibi bir şey. Öyle değil, “münazara âdâbı”na göre… Ebu Hanife hazretleri, münazara âdâbına göre, gecenin yarısına kadar münazara yapıyor. Muhammed İbn Hasan eş-Şeybânî hazretleriyle, İmam Yusuf hazretleriyle, Züfer hazretleriyle… Beş bin tane, derslerine devam eden insan var. Birisi, mübalağa mı yaptı, bilemiyorum; yapabilir, çağımız, mübalağa çağı: “Elli bin tane, derslerini dinleyen insan vardı; kitaplara bakarak, derse iştirak ederek, onun mütalaalarını müzakere eden insanlar vardı.” demişti. “Elli bin” olmasın, “beş bin” bile olsa, öyle entelektüel, öyle kapasiteli, öyle yürekli, öyle hakşinâs insanın bulunması çok önemli; demek ki, o dönem, hakikaten bir “altın çağ”. Gecenin yarısına kadar müzakere ediyor. Ve sonra talebeler diyorlar ki: “Üstadım!” Ne diyorlarsa, “Ey büyük müctehid! Ey babayiğit adam!” Ne diyorlarsa, nasıl hitap ediyorlarsa o gün. “Senin dediğin gibiymiş bu!” diyorlar. Talebesiyle, meseleyi müzakere ediyor. Hazret, gittikten sonra, bir daha temel kaynaklara müracaat ediyor; Kitap, Sünnet, Sahabe ve Tâbiîn'in kavilleri… Kendisi Tâbiîn'den değil; bazıları onun bir sahabî gördüğünden bahsederek, onu da Tâbiîn'den sayarlar; oysaki kendi, Tebe-i Tâbiîn'den, üçüncü sınıftan. Seleflerinin mütalaalarına, müzakerelerine, yorumlarına başvuruyor. Sabah namazına geldiğinde… Nasıl hitap ediyorsa onu da bilmiyorum, “Çocuklar!” mı diyor; yoksa Kıtmîr'in beraber ders müzakere ettiği ders arkadaşlarına dediği gibi, “Ali Hoca, Veli Hoca!” dediği gibi, öyle mi diyor, bilemiyorum. Ben, efendiler efendisi o insanın, kendi talebelerine seslenirken bile, efendiliğini koruduğuna inanarak, mutlaka onları tazimle yâd ettiğine inanıyorum. Nasıl diyordu, belki “Ey Ebu Yusuf Efendi! Ey Muhammed Efendi! Ey Züfer Efendi!” Paşazade çünkü, o da; “Ey Züfer Efendi!..” “Ben sabaha kadar, o dediğimiz meseleyi bir kere daha gözden geçirdim, sonra gördüm ki, benim değil de, sizin dediğiniz doğruymuş!” Hakk'ın hatırı, âlidir; hiçbir hatıra fedâ edilmemelidir. İlle de “Benim dediğim dedik. Benim dediğime uyulmadığı takdirde, herkes yok edilmelidir, zindanlara atılmalıdır; taziplere, tehcirlere, tehditlere, tevkiflere maruz bırakılmalıdır!” Bu, Firavunların düşüncesi… Bu, zâlimlerin, gaddarların, hattârların, müfsitlerin düşüncesi!.. Ebu Hanife'nin düşüncesi, Râşit Halifeler'in düşüncesi, Efendimiz'in düşüncesi ise, meşveret yörüngeli. Ümmetine fikir soruyor, onlar bir şey söyleyince, dikkate alıyor. Geçen sohbette zikredildiği üzere, Selmân-ı Fârisî'nin mütalaasına uyarak, “Hendek!” diyor. Sahabesiyle meşveret ediyor; Uhud savaşında, dışarıya çıkıyor. Her şeyi O'ndan öğrendikleri bir insan… Onların düşüncelerine saygının gereği, “küçüklük” demiyor. Her şeyi O'ndan öğreniyorlar ama meşverette onların dediklerine uyuyor; Uhud'da dışarıya çıkıyor, yoksa Efendimiz'in kendi düşünceleri, içeride kalıp tabya savaşı vermek, müdafaa savaşı vermek istikametindeydi.
Ömer Tuğrul İnançer Dinle Neyden'in bu bölümünde Serdar Tuncer ile birlikte sizlere Kazakistan'dan sesleniyor. Dinle Neyden'in bu bölümünde başlıca şunlar konuşuldu; Serdar Tuncer: Efendim merhabalar. Şerefü'l mekan bil mekin... Ne güzel bir ifadedir. Mekana şeref veren, o mekanda bulunan zat sebebiyledir. Gönül, mekanların en güzeli belki de bu sebepten çünkü orada Allah var en azından öyle olması icap ediyor. Kazakistan'dayız. Pir-i Türkistan'ın huzurundayız, bütün bir Türkistan'a şeref veren zatın huzurundayız: Ahmed Yesevi efendimiz... Ömer Tuğrul İnançer: Önemli bir yere geldik, kaç defa gelsek hepsinde ayrı bir lezzet var çünkü ne sen, ne ben, ne bi' başkası dünki sen, ben ve başkası değiliz. Dolayısıyla daha önce de bu şerefe nail olmuştuk elhamdülillah, şuna dikkat çekmek istedim: bu şehirin orijinal ismi Yesi fakat buraya Türkistan ismi yeni verildi. Pir-i Türkistan deyince bu şehirin diye algılama yanlışlığına düşülebiliyor aslında türklerin meskun olduğu veya tesir icra ettiği bütün bir türk diyarının piridir. Türkistan deyince bu şehirle sınırlı kalmamalıyız çünkü hazretin Fas'a kadar tesiri var, öylesine müessir bir zat. Bu tesirin oluşumunda yaşadığı hata tarzı önemli. Türkçe'yi çok iyi kullanan bir zat-ı şerif, şiir tarafı çok kuvvetli ve divançeler, divanlar bizim tasavvuf büyüklerimizin hep var, sair kitapları var, Hazret-i Mevlana'nın Divan-ı Kebir'i var ama Divan-ı Hikmet adı verilen bir divan yok. Sözlerinin hepsi bir hikmet ve tesiri çok onun için Pir-i Türkistan yoksa Türkistan şehirinin değil bütün Türklerin piri... Devamı videoda... Gelin, Beraber Yürüyelim...
Hazret-i Hızır Aleyhisselâm peygamber midir ve hayatta mıdır? Onunla nasıl görüşülür? Bu bölümü Risale-i Nur'dan kendileri okumak isteyenler 1.Mektup'a bakabilirler. Çınaraltı Ankara Kızılay'da sosyal faaliyetlerin ve islami sohbetlerin yapıldığı bir gençlik oluşumu Sizleri de bekliyoruz!
Ahmed Yesevi (k.s.) hazretleri Türkistan'da yetişen büyük velîlerdendir. İsmi, Ahmed Pîr-i Türkistan, Hazret-i Türkistan, diye tanınır. Ahmet Yesevi (k.s.), sahte şeyhlerin ilk ve temel özelliklerini onların şeriat bilgisinden mahrum olmalarını gösterir. Aynı tespiti bütün tasavvuf ehli onaylamaktadır. Yol gösterici rehber olabilmek için şeyhin örneklik gösterip yolun en başı olan şeriatı önce kendisi bilip, helâl-haramı tatbik ederek ahlâk ile taçlandırması beklenir. O nedenle bırakın şeriata muhalif işlere girişmeyi, onda derinleşmesi bid'atlere karşı hassas davranıp müridlerinin onlardan uzak durmalarını elzem bir görev addetmelidir. Ahmet Yesevi (k.s.), nefse karşı verilecek büyük cihâdın önderi mesâbesindeki mürşid-i kâmillerin yerini alarak mihraba geçen böyle sahte şeyhlerin evvel-ahir dalalette olup mahşer günü rezil bir konuma düşeceklerini söyler. Dalalette mihmandarlık eden kara yüzlü, kör gözlü sahte şeyhler sadece kendilerini değil saptırdığı kişilerin de günâhını yüklenecektir. Ahmet Yesevi (k.s.)'un ifadelerinde sahte şeyhlerin fâsıklık ve zındıklık ifâ etmelerini imân ve İslâm'dan habersiz olmalarına bağlar. Yani şeriat bilgisinden gafil olan cahil sahte şeyhlerin sapıklık ve dalaletlerinin kendileri için hem dünya hem de ahirette yüz karası olacağı söylenir. Seyr-i sülûkunu tamamlamadan şeyhlik yapanların dünya tamâhları yüzünden vaazlarının, yalan; hallerinin, riyâ olacağını uyaran Ahmet Yesevi (k.s.), ilim, âmel ve hâlin doğru terkibinin nasıl gerçekleştireceğini vaaz eder. Şeyhliğin kolay elde edilir bir makâm olmadığını, takip edilen menzilin oldukça nazik olduğunu anlattıktan sonra Ahmet Yesevi (k.s.), ilimsizlerin yolculuk sırasında kaybolup şeytânın oyuncağı olabileceğini söyler. Not: Ehl-i sünnet Müslümanlığının bozulmadan, saflığı bulandırılmadan, bid'atlerle karıştırılmadan devâm edebilmesi için şer'î ve tasavvufî (zâhirî ve bâtınî) ilimlerin mutlaka icâzetli ulemâ ve meşayih (dîn âlimleri ve şeyhler) tarafından ümmete öğretilmesi gereklidir. (Düzce Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, c.3, sayı 1)
Allah'ın ipine sımsıkı sarıl! / Kerem Önder يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ اتَّقُواْ اللّهَ حَقَّ تُقَاتِهِ وَلاَ تَمُوتُنَّ إِلاَّ وَأَنتُم مُّسْلِمُونَ “Ey iman edenler! Allah'a karşı gelmekten nasıl sakınmak gerekiyorsa, öylece sakının ve siz ancak müslümanlar olarak ölün.” Âli İmran 102 وَاعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللّٰهِ جَم۪يعًا وَلَا تَفَرَّقُواۖ وَاذْكُرُوا نِعْمَتَ اللّٰهِ عَلَيْكُمْ اِذْ كُنْتُمْ اَعْدَٓاءً فَاَلَّفَ بَيْنَ قُلُوبِكُمْ فَاَصْبَحْتُمْ بِنِعْمَتِه۪ٓ اِخْوَانًاۚ وَكُنْتُمْ عَلٰى شَفَا حُفْرَةٍ مِنَ النَّارِ فَاَنْقَذَكُمْ مِنْهَاۜ كَذٰلِكَ يُبَيِّنُ اللّٰهُ لَكُمْ اٰيَاتِه۪ لَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ “Bil ki Allahü teâlâ bundan önceki âyette, mü'minleri, kâfirlerin saptırmalarına ve desiselerine karşı uyarınca, bu âyette de onlara, hertürlü taatın ve bütün hayırların toplanıp birleştiği şeyleri emretmiştir. Onlara önce "Allah'tan İttikâ edin." sözüyle takvayı; "Allah'ın İpine sanlınız" sözüyle Allah'ın dinine sımsıkı sarılmayı ve üçüncü olarak da, "Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayınız" sözüyle de, Allah'ın nimetlerini anmayı emretmiştir. Bu tertibin hikmeti şudur: İnsanın fiilleri mutlaka ya korku veyahut bir arzuya bağlıdır. Korku unsuru, arzu (istek) unsurundan daha önce gelir. Çünkü bir zararı savuşturmak, bir menfaati elde etmekten daha önce ve önemlidir. Binâenaleyh, "Allah'tan nasıl ittikâ etmek lazımsa, öyle korkun" âyeti, Allah'ın ikâbından korkutmaya bir işarettir. Sonra Cenâb-ı Hak bu korkuyu, Allah'ın dinine sarılıp sımsıkı tutunma emrine bir vesile saymıştır. Daha sonra arzu unsurunu getirmiştir ki bu, "Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın..." âyetinin ifâde ettiği husustur. Buna göre Cenâb-ı Allah sanki şöyle demektedir: "Allah'ın cezasından korkmak şunu gerektirir, nimetlerinin çokluğu da bunu gerektirir. Bil ki Allahü Teâlâ müslümanlara, yasaklanmış şeylerden ittika edip sakınmalarını emredince, bütün tâat ve hayırların aslı durumunda olan şeyi, yani Allah'ın ipine sımsıkı sarılmayı emretmiştir. Bil ki, ince bir yol üzerinde yürüyen herkesin, ayağının kaymasından korkulur. Fakat o kimse bu yolun iki tarafında iki ucundan güzel ve sıkı şekilde bağlanmış olan bir ipe sıkıca tutunduğunda, korkudan emin olur. Şüphe yok ki Hak yolu, ince bir yoldur. Birçok insanın bu yolda ayağı kaymıştır. Ama, Allah'ın delillerine ve apaçık beyânlarına sımsıkı tutunan kimseler, bundan emin olmuşlardır. Binâenaleyh buradaki "ip" kelimesinden murad, din yolunda hakka, hakikata o vasıta ile ulaşılması mümkün olan her şeydir. Bunun pekçok çeşidi vardır. Müfessirlerden her biri de, bunlardan birisini zikretmişlerdir. Meselâ İbn Abbas (radıyallahü anh), "Burada Allah'ın ipinden murad, "Ahdimi yerine getirin, ben de size karşı olan ahdimi yerine getireyim" (Bakara, 40) âyetinde bahsedilen "ahd"dir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Allah'ın ipine ve insanların ipine, yani ahdine sığınma durumu müstesna" (Âl-i imrân. 112) buyurmuştur. İşte Cenâb-ı Hak bu âyette "ahd" (ip) diye isimlendirmiştir. Çünkü ahd, dilediği herhangi biryere giderken, duyacağı korkuyu izâle eder ve böylece, kendisine tutunan kimseden korkunun zail olup gittiği bir ip gibi olmuş olur" demiştir. Bunun, Kur'ân olduğu da söylenmiştir. Hazret-i Ali'nin Hazret-i Peygamber'den rivayet ettiğine göre, Hazret-i Peygamber, "İyi bilin ki, yakında fitne çıkacak" demiştir. Bunun üzerine. "Ondan nasıl kurtulunur?" denilince, O, "Çıkış yolu, Allah'ın Kitabıdır. O'nda, sizden öncekilerin kıssası; sizden sonrakilerin haberi ve aranızdaki meselelerin hükmü ve çözümü mevcuttur. O, Allah'ın sağlam ipidir" Tirmizi, Fezâilü'l-Kur'ân, 14 (5/172); Dirimi, 2/435. buyurmuştur. ... ... ...
Kur'ân'da geçen peygamber kıssaları... Kur'an'da adı geçen peygamberlerin isimleri nelerdir? Kur'an'da geçen peygamberlerin ibretlik kıssalarını sizler için seslendirdik. Hazret-i Adem Aleyhisselâm'ın Kıssası Hazret-i İdris Aleyhisselâm'ın Kıssası Hazret-i Nuh Aleyhisselâm'ın Kıssası Hazret-i Hud Aleyhisselâm'ın Kıssası Hazret-i Salih Aleyhisselâm'ın Kıssası Hazret-i İbrahim Aleyhisselâm'ın Kıssası Hazret-i İsmail Aleyhisselâm'ın Kıssası Hazret-i İshak Aleyhisselâm'ın Kıssası Hazret-i Lût Aleyhisselâm'ın Kıssası Hazret-i Zülkarneyn Aleyhisselâm'ın Kıssası Hazret-i Yakub Aleyhisselâm'ın Kıssası Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm'ın Kıssası Hazret-i Şuayp Aleyhisselâm'ın Kıssası Hazret-i Musa Aleyhisselâm'ın Kıssası Hazret-i Harun Aleyhisselâm'ın Kıssası Hazret-i Davut Aleyhisselâm'ın Kıssası Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm'ın Kıssası Hazret-i Üzeyr Aleyhisselâm'ın Kıssası Hazret-i Eyüp Aleyhisselâm'ın Kıssası Hazret-i Yunus Aleyhisselâm'ın Kıssası Hazret-i İlyas Aleyhisselâm'ın Kıssası Hazret-i Elyesa Aleyhisselâm'ın Kıssası Hazret-i Zülkifl Aleyhisselâm'ın Kıssası Hazret-i Lokman Hakim Aleyhisselâm'ın Kıssası Hazret-i Zekeriya Aleyhisselâm'ın Kıssası Hazret-i Yahya Aleyhisselâm'ın Kıssası Hazret-i İsa Aleyhisselâm'ın Kıssası Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm'ın Kıssası Kesinlikle izlemeniz gereken video albümlerim! RESULULLAH'ın (SAV )HUTBELERİ VİDEOLARI ► https://bit.ly/3n19gDL M. ESAD ERBİLİ HZ. MEKTUPLARI VİDEOLARI ► https://bit.ly/3cPoSWf MAHMUD SAMİ RAMAZANOĞLU HZ. VİDEOLARI ► https://bit.ly/36n3ZjZ HAYATIN BÜTÜN EVRELERİNİ ANLATAN VİDEOLAR ► https://bit.ly/3l53KOREN ÇOK MERAK EDİLEN SORU VİDEOLARI ► https://bit.ly/2HBAYXq ABDÜLKADİR GEYLANİ HZ. NASİHATLERİ VİDEOLARI ► https://bit.ly/33hoYD3 EVLİYALAR ANSİKLOPEDİSİ VİDEOLARI ► https://bit.ly/2GcfiRh BÜYÜK İSLAM İLMİHALİ Ö.N.BİLMEN VİDEOLARI ► https://bit.ly/36fhjXL Kardeşler Selamün Aleyküm. Efendimiz Muhammed Mustafa Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in tebliğ ettiği dîn-i mübîni, günümüz mülahazaları ile bozulmamış kaynaklardan aktarmaya gayret ediyoruz. Vel Asr https://bit.ly/2GmfIo9 Kaynak : Nebiler silsilesi Osman Nuri Topbaş
Kur'ân'da geçen peygamber kıssaları... Kur'an'da adı geçen peygamberlerin isimleri nelerdir? Kur'an'da geçen peygamberlerin ibretlik kıssalarını sizler için seslendirdik. Hazret-i Adem Aleyhisselâm'ın Kıssası Hazret-i İdris Aleyhisselâm'ın Kıssası Hazret-i Nuh Aleyhisselâm'ın Kıssası Hazret-i Hud Aleyhisselâm'ın Kıssası Hazret-i Salih Aleyhisselâm'ın Kıssası Hazret-i İbrahim Aleyhisselâm'ın Kıssası Hazret-i İsmail Aleyhisselâm'ın Kıssası Hazret-i İshak Aleyhisselâm'ın Kıssası Hazret-i Lût Aleyhisselâm'ın Kıssası Hazret-i Zülkarneyn Aleyhisselâm'ın Kıssası Hazret-i Yakub Aleyhisselâm'ın Kıssası Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm'ın Kıssası Hazret-i Şuayp Aleyhisselâm'ın Kıssası Hazret-i Musa Aleyhisselâm'ın Kıssası Hazret-i Harun Aleyhisselâm'ın Kıssası Hazret-i Davut Aleyhisselâm'ın Kıssası Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm'ın Kıssası Hazret-i Üzeyr Aleyhisselâm'ın Kıssası Hazret-i Eyüp Aleyhisselâm'ın Kıssası Hazret-i Yunus Aleyhisselâm'ın Kıssası Hazret-i İlyas Aleyhisselâm'ın Kıssası Hazret-i Elyesa Aleyhisselâm'ın Kıssası Hazret-i Zülkifl Aleyhisselâm'ın Kıssası Hazret-i Lokman Hakim Aleyhisselâm'ın Kıssası Hazret-i Zekeriya Aleyhisselâm'ın Kıssası Hazret-i Yahya Aleyhisselâm'ın Kıssası Hazret-i İsa Aleyhisselâm'ın Kıssası Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm'ın Kıssası Kesinlikle izlemeniz gereken video albümlerim! RESULULLAH'ın (SAV )HUTBELERİ VİDEOLARI ► https://bit.ly/3n19gDL M. ESAD ERBİLİ HZ. MEKTUPLARI VİDEOLARI ► https://bit.ly/3cPoSWf MAHMUD SAMİ RAMAZANOĞLU HZ. VİDEOLARI ► https://bit.ly/36n3ZjZ HAYATIN BÜTÜN EVRELERİNİ ANLATAN VİDEOLAR ► https://bit.ly/3l53KOREN ÇOK MERAK EDİLEN SORU VİDEOLARI ► https://bit.ly/2HBAYXq ABDÜLKADİR GEYLANİ HZ. NASİHATLERİ VİDEOLARI ► https://bit.ly/33hoYD3 EVLİYALAR ANSİKLOPEDİSİ VİDEOLARI ► https://bit.ly/2GcfiRh BÜYÜK İSLAM İLMİHALİ Ö.N.BİLMEN VİDEOLARI ► https://bit.ly/36fhjXL Kardeşler Selamün Aleyküm. Efendimiz Muhammed Mustafa Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in tebliğ ettiği dîn-i mübîni, günümüz mülahazaları ile bozulmamış kaynaklardan aktarmaya gayret ediyoruz. Vel Asr https://bit.ly/2GmfIo9 Kaynak : Nebiler silsilesi Osman Nuri Topbaş
Ömer Tuğrul İnançer Dinle Neyden'in bu bölümünde Serdar Tuncer'in sorularını cevaplıyor. Dinle Neyden'in bu bölümünde başlıca şunlar konuşuldu; Serdar Tuncer: Efendim merhabalar. Bir önceki programı seyredenler hatırlayacaklar ki efendim afiyette misiniz? peşinden bi sual soracaktım onu diyemeden program bitti. Acaba bi önceki programda ne konuştular diyenler bu bittikten sonra bi önceki programada bi bakıversinler. Soracağım şeye gelirsek şuydu... Önce hoş geldiniz diyeyim sonrasında efendim bu nasılsın bahsi bugün birini görüyoruz nasıl olduğunu merak etmesekte nasılsın diye soruyoruz, o da iyi olmasa bile iyiyim diyor halbuki Kudema herkese nasılsın demezmiş derdini çözebileceğini nasılsın diye sorarmış bi de küçük büyüğe nasılsın diye soramazmış edeben, afiyette misiniz diye sorarmış... Ömer Tuğrul İnançer: Selam da öyledir. Bugün küçük büyüğe selam veriyor askerlikten alışkanlık olarak belki de halbuki selamı büyük küçüğe verir hakikatte çünkü büyüğün ahvali göründüğü gibi değildir. Bir zikir meclisinde Hz. Abdülkadir Efendimiz de hazirundan ama halkaya dahil değil misafir gelmiş, kaynamış öyle zuhurat olur... Hazret gayet vakur oturuyor, herkes kaynamış. Oradan münasebetsizin biri size hiç tesir etmedi mi efendi amca? Tanımıyor herhalde... Böyle duruyorsunuz? Ayetle cevap vermiş Hazreti Abdülkadir; "Siz dağları yerinde durur görürsünüz, onlar hep hareket halindedir." Cevap bu kadar. Onun için büyüklerin içinde bulunduğu hali bilemeyiz. Zikirde midir, tefekkürde midir, tatilde midir? Tatilini de bozma ya! Selam verirsen almak mecburiyetinde olduğu için kendi meclisi bozulur, bu meclisleri de bilmiyoruz hiç... Devamı videoda... Gelin, Beraber Yürüyelim...
Her hafta birbirinden farklı hikayelerle izleyicilerini kıssadan hisse almaya davet eden Serdar Tuncer bu hafta Biri Bir Gün'de "Kabe'yi Tavaf Ederken Sadece Salavat Okuyan Genç" hikayesini anlatıyor. Serdar Tuncer'in Biri Bir Gün'de anlattığı hikaye; Bir veliyullah (bir rivâyet göre Bayezid Bestami Hazretleri), Kabe'yi tavaf ederken bir delikanlı nazar-ı dikkatini celbeder...Bu delikanlı her rükünde okunması lazım gelen duaları okumak yerine daima Resulullah'a salât etmektedir...Tavaf bittikten sonra, o gence seslenerek "Evlâdım! Her rüknün bir duası vardır, sen bunları bilmiyorsan ben sana öğretirim" buyururlar... Delikanlı cevaben der ki: O duaları ben de bilirim ama ben ahd ettim, bundan sonra hiçbir dua okumam, sadece salât ü selâm okurum... O veliyyullah delikanlıya sormuş: Bu hususta sana ne gibi bir bilgi ulaştı? Ya da bir şey mi müşahede ettin? Delikanlı hikayesini şöyle anlatmış: Biz Horasan'dan geliyoruz... Yolda babama ecel erişti ve vefat etti... Fakat babam ölünce şekli değişti, insan sûretinden başka bir sûrete büründü... Babamın o hâlini görünce üzüntüm iki katına çıktı... Bir tarafdan babamın öldüğüne üzülürken, bir de o çirkin hâle dönüşmesi beni perişan etti... Halkın diline düşmek korkusuyla kimseye de birşey söyleyemedim ve o dehşetli sıkıntı içinde, Cenâb-ı Hakk'a ağlayarak yalvardım ve içine düştüğümüz bu durumdan bizi kurtarması için dua ettim... Bir aralık çadırın perdesi açıldı ve içeri nurani bir zat girdi... Doğruca babamın yattığı yere giderek, babamın cesedini başından ayağına kadar elleriyle sıvazladı... Bir de ne göreyim!... Babam eskisinden de güzel bir hâle gelmişti... Hemen o nurani zatın ayaklarına kapandım ve sordum: Siz kimsiniz? Bize ne büyük bir lütufta bulundunuz... O zat şöyle cevap verdi: Ben sizin peygamberiniz Muhammed Mustafa'yım...Babanı uğradığı bu felaketten kurtarmaya geldim...Gerçi baban günahkâr bir adamdı ama bana her gece yüz kere salât okurdu...Bana onun salâtını haber veren melek, öldüğünü bildirip bu felâketini haber verince gelip onu bu hâlden kurtardım... Hikayesini anlattıktan sonra o delikanlı demiş ki: Ben bunu gördükten sonra artık başka bir dua okumam, sadece Hazret-i Peygamber'e salât okurum... Devamı videoda... Gelin, Beraber Yürüyelim...
Her hafta birbirinden farklı hikayelerle izleyicilerini kıssadan hisse almaya davet eden Serdar Tuncer bu hafta Biri Bir Gün'de "Malik İbn Dinar ve İki Mecusi Kardeş" hikayesini anlatıyor. Serdar Tuncer'in Biri Bir Gün'de anlattığı hikaye; Mâlik İbn Dînâr zamânında, Mâlik İbn Dînâr ki tâbiînin ileri gelenlerindendir, iki tane mecûsî yani ateşperest kardeş varmış. Var ya Allah'ı bırakıp ateşe tapan sersemler. Bu iki ateşperest kardeş demişler ki, "Diyâr-ı Arab'da bir peygamber çıkmış, ismi Muhammed'miş, O'nun dîni şöyleymiş, böyleymiş, gidelim soralım bakalım, tahkîkât yapalım, bu dîn nasıldır, eğer bu dîn iyi bir şeyse bu dîne girelim. Çünkü senelerden beri dedelerimiz bu ateşe tapıyor. Dedelerimizin dedesi hep bu ateşe tapıyor. Eğer bu ateşde bir kerâmet varsa, tapınmamız bir işe yaradıysa, elimizi ateşe sokalım, elimiz yanmazsa, demek ki bunda bir şey var, ama eğer elimizi yakarsa, bu âbâ u ecdadımızın yaptığı ibâdet nereye gitti?" demişler. İkisi de ellerini ateşe sokmuşlar, ikisinin de eli yanmış. Yanınca, "Bunda hayır yok" demişler. "Çünkü dedemizin dedesi hep buna tapmış, bu hâlâ bizim elimizi yakıyor. Biz bundan bir menfaat görmedik. Yani bunun hiç cemâlini görmedik hep celalli bu" demişler ve oradan iki kardeş beraberce yollara düşmüşler. Biraz yürüdükten sonra büyük kardeş demiş ki, "Ben babamın dîninden dönmeyeceğim, ben vazgeçtim" demiş. Küçüğü, "Peki sana güle güle, ben gideceğim" demiş, büyük dönmüş, o küçük gele gele, Mâlik İbn Dînâr'ın vaaz ettiği mescide gelmiş. Gelmiş mescidde bir kenara oturmuş ve Mâlik İbn Dînâr'ı dinlemiş. Mâlik İbn Dînâr Hazretlerinin ağzından dürr ü güher yani inci ve cevher dökülüyor yani o kadar güzel konuşuyor. Kur'ân'dan, Hadis'den, velîlerin menâkıbından, Peygamberimizin sözlerinden konuşuyor, herkes vâlih u hayran böyle mest olmuşlar onu dinliyorlar. O da araya girmiş, oturmuş, dersi dinlemiş. Ders, vücûdunun her tarafına tesir etmiş. Ders bittikten sonra ayağa kalkmış, "Yâ Şeyh! Ben bir ateşperestim. Ben ceddimin dîninin bâtıl olduğunu anladım. Biz hiç de kütüb-i semâviyyeyi işitmedik. Ne Tevrat işittik, ne Zebur, ne İncil ne Suhuf ne de Kur'an. Şimdi geldim sizi dinledim, ben İslâm'a aşık oldum. Demek ki herşey İslâm'ın içerisindedir. Ben İslâm olacağım, bana İslâm'ı arz et" dedi. Hazret-i Şeyh ona "İslâm gayet kolay. Allah'a şehâdet etmen ve Resulullah'a şehâdet etmen, beş vakit namaz kılman, senede bir ay oruç tutman, zekat vermen, gücün kuvvetin yerinde ise ömründe bir defa haccetmendir" dedi. "Bu kadar mı?" diye sordu, Hazret-i Şeyh "Bu kadar" deyince o da "Öyleyse inandım" dedi ve islamını izhâr etti. Şeyh ona "Sen ne iş yapıyorsun" diye sordu. "Ben sabahleyin işe çıkarım, ne iş bulursam onu yaparım, yani yevmün cedîd rızkun cedîd geçinen bir insanım, tüccar değilim, dükkanım yok, sermâyem de yok, bedenimle çalışıyorum ve onunla geçiniyorum" dedi. Hazret-i Şeyh, "Ailen, çocukların var mı?" diye sordu. "Var, âilem ve altı tane çocuğum var" dedi. Şeyh dedi ki, "Madem öyle, şimdi senin paran yoktur, ben cemaate söyleyeyim, sana biraz para versinler" dedi. "Yook! Ben o parayı katiyen kabul edemem" dedi. Hazret-i Şeyh "Niçin?" diye sordu... Devamı videoda... Gelin, Beraber Yürüyelim...
Şöyle Garip Bencileyin'in bu bölümünde Azmi Bilgin, Yunus Emre Hazretlerinin "Bu Yolda Acayip Çok" Nutk-u Şerif'ini şerh ediyor. Yunus Emre Enstitüsü'nün katkılarıyla hazırlanan 'Şöyle Garip Bencileyin' Pazartesi günleri saat 21:33'te MyMecra'da. Azmi Bilgin'in bu bölümde şerh ettiği Yunus Emre şiiri; Sensin Kerîm sensin Rahîm Allâh sana sundum elüm Senden artuk yokdur umum Allâh sana sundum elüm Ecel irdi va‘de yitdi Bu ‘ömrüm kadehi toldı Kimdür ki içmedin kaldı Allâh sana sundum elüm Dilüm tetigi bozuldı Cânum gevdemden üzüldi Uşda gözlerüm süzüldi Allâh sana sundum elüm Urdılar suyum ılıdı Kavum kardaş cümle geldi Esen kalsun kavum kardaş Allâh sana sundum elüm Uş dikdiler kefen tonum Hazret'e gönüldi yolum Bunda kalan nemdür benüm Allâh sana sundum elüm Geldi salacam sarılur Dört yana sala virilür İl namâzuma dirilür Allâh sana sundum elüm Salacamı götürdiler Musallâya yitürdiler Görklü tekbîr getürdiler Allâh sana sundum elüm Götürdiler bunda üşüp İndürdiler anda şeşüp Topragum örterler eşüp Allâh sana sundum elüm Topraga çün düşürdiler El topraga üşürdiler Taşlarıla basdurdılar Allâh sana sundum elüm Uşda beni götürdiler Makbereme getürdiler Halka olup oturdılar Allâh sana sundum elüm Çün cenâzeden şeşdiler Üstüme toprak eşdiler Hep koyubanı kaçdılar Allâh sana sundum elüm Kaldum bir karanluk yirde Ayruk varımaz ol yirde Sataşdum bir ‘aceb derde Allâh sana sundum elüm Ölmedi meşhed tolduhça Gündüzümüz oldı gice Bilmeyüz hâlümüz niçe Allâh sana sundum elüm Geldi Münker ile Nekir Her birisi sordı bir dil İlâhî sen cevâb virgil Allâh sana sundum elüm Aldı beni ince yola İltdi Sırât köprüsine ‘Amelüme yok mededüm Allâh sana sundum elüm Yidi Tamu sekiz Uçmak Her birinün vardur yolı Her bir yolda yüz bin çârsû Allâh sana sundum elüm Halâyıklar melâikler Ger esrükler ger ayuklar Sahha size uyanıklar Allâh sana sundum elüm Görün ‘aceb oldı zamân Gönülden eylenüz figân Ölür çün anadan togan Allâh sana sundum elüm Yûnus tap uzat bu sözi Allâh'una dutgıl yüzi Dîdârdan ayırma bizi Allâh sana sundum elüm Devamı videoda... Gelin, Beraber Yürüyelim...
Huzurdayım; soru soruluyor: “Kur'anbirçok yerde kâinata referansveriyor ve Bediüzzaman Hazretleride kâinat kitabını okumanınöneminden bahsediyor. Kâinat kitabını okumakne demektir? Kâinat kitabını nasıl okuruz?”Bunun Kur'an'daki açıklaması nedir?Hazret derin bir noktadan başlıyor; aklınçalışma şekillerinden. Nazarî akıl vardır diyorKant'a referansla, Nazarî akıl, etrafındaolup biteni sorgular. İşte budur diyor aklınkâinatla ilişkisi. Akıl etrafında olup bitenisorgulamak, hakikati etrafında aramaklabaşlar işe. Arar aramasına ama akıl cevapolabilecek malzemeyi kendinden bulamaz.Bunu yine Kant'ın nazarî akıl ile hakikat bulunamazifadesine bağlıyor.Nazarî (salt) akıl, etrafını sorgular ve onasorular sorar. Hakikatin bilgisine ulaşmanınyolu, aramanın kendisindedir. Oradan amelîakla döner insan. Arayışını bir merkeze teksifeder. Kur'an'da anlatılan, Hz. İbrahimaleyhisselamın serüveninde olduğu gibi…Amelî (pratik) akıl, Efendimiz aleyhis-salâtüvesselâmın varlık tanımında gizlidir.“Abdühu ve Resȗluh”... Abd, yani insan,bir diğer deyişle kendi başına bu sorunlarınüstesinden gelemeyeceğinin farkında olan,acziyetinin farkında olan varlık, arayış içindedir.Kimi kapı kapı dolaşır, kimi bir mağarayaçekilir, kimi hassalarını hassaslaştırmanınpeşinde riyazet ile incelmeye çalışır.Hakikat bilgisinin kapısının tokmağına dokunur.İnsan, ruhunun inceliği, aklının keskinliğiölçüsünde ona gelen hakikat huzmeleriniiçer ve sonunda yansıtır. Yansıtmakapasitesinin enginliği, onu mesaj taşıyanhakikat bilgisinin temsilcisi, uygulayıcısı vetanıtıcısı rolüne yükseltir. İşte o an, onunvahiyle muhatap olduğu andır. Başkalarınınkendi seviyelerinde kalplerine açılanıanlamaya çalışıp gelen ilhamları etraflarınaaktardıkları gibi, o bu halin zirvesinin temsilcisidir.Kâinatın anlamlarını araştırırken insanınkarşısına, kâinatın “tercüme-i ezeliyesi”olan vahyin (Kur'an'ın) çıkması gibi, kâinatıokuma ve anlama çabalarımız sonundakarşımıza, kabiliyetimizin kıtlığınamerhameten vahiy v
Hazret'in, bu kadar korku ve endişelerinin yanında, ciddi bir recâ duygusuyla “Keremkânım!” dediği ve kalbinin ümit hisleriyle ritim değiştirdiği de hiç az değildir. O böyle davranmakla ve “Rahmetim gazabıma sebkat etmiştir.”[1]ümitbahş ferman-ı sübhânîsiyle rükûdan kavmeye doğrulma sayılan tavrıyla, düşe-kalka yürüyenlere de Hak rahmetinin vüs'atini gösterme hali sergiler. Adeta bir şairimizin dediği gibi,“Ger günahım kûh-i Kaf olsa ne gam yâ CelîlRahmetin bahrına nisbet ‘Ennehû şey'ün kalîl.'”mazmununa göre davranır; günah ve hataların yüzüne tükürerek, “Destgîrim ol!”iniltileriyle “Rahmet, Rahmet!” deyip başını reca eşiğine koyar; oksijen yudumluyor gibi bir ruh haleti içine girer ve inler. İşte o soluklardan birkaç damla:“Ey kulları Kendisine yöneldiğinde hemen teveccüh-ü rahmette bulunan.. hiçbir zaman onların ümitlerini karşılıksız bırakmayan.. onları, Kendine yaklaştıran ekstra yol ve disiplinlerle cüdâ düşme hicranından kurtaran.. günah ve mesâvîyle kirlenmiş olanların ayıplarını setreden… yüceler yücesi Rabbim! Ümitle kapına yönelip eşiğine baş koyanları hiçbir zaman boş çevirmediğin gibi, bendeni de melül, mahzun yüz üstü bırakma!”Bu âh u efgânla reca-havf eksenli yakarışlarda bulunur ve haleflerine, o kapıya hiss-i recâ ile yönelme sinyalleri verir. Hatta bütün bütün mihrap sapmasına düşmüş, yön belirsizliğiyle çırpınıp duran tali'sizlere dahi bir ezan sesiyle Hakk'ın rahmet enginliğini duyurur.. onları, duyup ettiği şeyleri paylaşmaya çağırır.. onlara havf u reca terkibinden en canlı mesajlar sunarak “ba'su ba'de'l-mevt”ten güftelerle yeniden diriliş yollarını gösterir; gösterir ve İsrafil solukları türünden nefeslerle onları yitirdikleri mihraba yönlendirir.[1]Buhârî,tevhid22; Müslim, tevbe15.”