POPULARITY
Bu ülkede en çok tartışılması ve tadil edilmesi gereken meselelerden biri herhâlde tarih tasavvurlarıdır. Hemen aklınıza tarihimize karşı mesafeli olan hatta kendi tarihimize sırtını dönmek isteyen grup ve ideolojiler gelmesin. Türkiye'de eğitim seviyesi ve toplumsal konumu fark etmeksizin her kesimden insanın yani hepimizin tarihe bakışında takıntı seviyesine ulaşan sorunlar var. Bu sorunlar, muhtelif alanlara yayılıyor. Kimileri özel olarak konuyla ilgilenenlerin fark edebileceği cinsten, kimileri ise çok meşhur ve yaygın.
Kimileri, ‘tasavvufi eylemlere bakıyoruz, bir de Hindistan'da yogilerin veya Hint rahiplerinin vs. yaşantılarına bakıyoruz; ikisinin birbirine benzediğini görüyoruz. Öyle ise tasavvuf çoğunlukla eski Hint kültürüne dayanıyor, diyorlar. Bir kısmı da Eski Yunan'a Eflatun'un ideler alemine benzetmeye çalışıyor. İki şey arasında benzerlik varsa, acaba biri diğerinden alınmıştır, denilebilir mi? Kurban kesmek benim bildiğim kadarıyla gerek ilahi dinlerde olsun, gerek sonradan uydurulmuş beşeri dinlerde olsun hepsinde var. Uzak coğrafyalarda onların da bir takım eylemlerden sonra bir keçiyi kestiğini, kurban ettiğini görebilirsiniz, kanını sağa sola sürüyorlar, kutsal gördükleri için böyle yapıyorlar tabiatıyla. Yani o kafirlerde kurban adetini görürsünüz. Şimdi buna göre birisi çıksa ve İslam'daki kurban ibadeti filan yerdeki Kafiristan denilen beldeden alınmıştır, dese doğru olur mu? Dinler tarihi kitaplarında bu söz konusu yapılır. İnsanlığın ilk dini olarak onlar Kur'ân-ı Kerîm'den uzak bir değerlendirme yaptıkları için ampirizm, totemizm… insanlığın ilk dinidir, diyorlar. Halbuki insanlığın ilk dini, ilk insan Hz.Ademi'in getirdiği din idi ki Hz. Adem aynı zamanda ilk peygamberdi. Yani insanlığın ilk dini hak din, ilahi din idi. Yani kurban o batıl dinlerden hak dine gelmiş değil. Hak dinden oraya kalıntı olarak geçmiş. O batıl dinden olup hak dindekine benzeyen bazı şeyler, batıl dinlerin uydurukları değil, hak dinden o batıl dine geçmiş kalıntılardır. Bunu göremeyen bizim saf insanlar veya güya kimi âlimlerimiz diyor ki “tasavvufi yaşantı hindulardan gelmiştir”. Dolayısıyla batıl dinlerden hak dinlerdekine benzer bir takım eylemleri, hak din onlardan aldı değil, onlar hak dinden bunları aldılar, anlamına gelir. Bunun doğrusu budur. (Prof.Dr.Orhan Çeker, Tasavvufî Meselelere Fıkhî Bakış, s.24)
Bolu Kartalkaya'da Grand Kartal Otel'de çıkan yangında hayatını kaybedenlerin sayısı dün 79'du, bugün 78. Çünkü Adli Tıp küller üzerinde DNA incelemeleri yapıyor ve belli ki ayrıştırmakta zorlanıyor. Kimileri dumandan boğularak, kimileri önce bebeğini 12. kattan atıp sonra kendisi atlayarak hayatını kaybetti. “Talihli” olanlar uykularından hiç uyanmadan ruhlarını teslim ettiler. Kimileri de alevlere teslim oldular.
Ne evrensel ahlâk kaldı ne de İslâm ahlâkı. Kimileri, artık Batılıların Müslümanlardan daha ahlâklı olduklarını söylüyor ve onları övüyorlar. Ahlâka hayat düzeni, disiplin, bireysel dürüstlük vb. kriterlerinden bakarsanız buna bir ölçüde hak verebilirsiniz ama genelleme yanlıştır. Oralarda bilhassa ABD'de her türlü ahlâk kirliliği kol geziyor. Uzun yıllar ABD'de kalan ve din hizmetinde çalışan bir arkadaşım anlatmıştı: Bilmem hangi şehirde, bir iki siyah derili tenhada bir adamı duvara yaslar ve ceplerini ararlarmış. Elli dolardan aşağı para çıkarsa emeklerine (!) değmediği için adamı döverlermiş, fazla çıkarsa parasını alıp salarlarmış, bu esnada oradan tek bir polis geçse başını öbür yana çevirip sıvışırmış. Mış mış diye anlattım da milattan öncesinden söz etmiyorum, daha geçen hafta torunumun arabasını çaldılar, bir yerde pert olarak bulundu. “Sigorta öder” dedim, “Çalma olayının sigortası çok pahalı idi, onu dâhil etmemiştik” diye cevap verdi. Peki, niçin çalma olayının sigorta primi pahalı? Çünkü olay çok, şirketler iflas noktasına gelmemek için primi artırıyorlar. Asıl benim üzerinde durmak istediğim ise Batı'da siyaset, toplum ve devlet ahlâkıdır. En yakın ahlâksızlık, vicdansızlık ve zulüm. Gazze zulmü karşısında Batı'nın tutumudur. Geriye doğru gittiğimizde asırlar boyu askeri gücü ve bilgisi yetersiz devlet ve topluluklara uyguladıkları sömürgecilik/sömürü, zulüm, soykırım ve daha nice ahlâksızlıklardır. Halen Batı'da İslamofobi, ayrımcılık, faşizm dalga dalga büyüyor. Bizim insanımızı en adi, zor ve sağlıksız işlerde en az para ile çalıştırdılar, insanımız yine de mülk edinci, maalesef vatandaşları oldu, fakat ihtiyaçları kalmayınca kovuyorlar, ülkelerine dönmeleri için çeşitli baskıları var… Batı böyle. İslâm dünyası da ne yazık ki, kilise ile cami, kendi kültürü ile ötekinin kültürü arasında kalmış milyonların utanç verici halleridir; evet, Müslümanların demiyorum, adları Müslüman olan o zavallıların halleri diyorum.
Çok sıcak geçen yaz günlerini idrâk ediyoruz. Temmuz sıcakları bastırdı. İklim döngüleri itibârıyla bunun sonu elbette sonbahar. Sıcaklar yerini, asırlardır yaşandığı üzere daha serin havalara bırakacak. Kasım ayında ise mâlûm , ABD'de seçimler yapılacak. Neticesi tekmil dünyâyı alâkadar eden kritik bir seçim bu. Tuhaf bir şekilde, tabiî iklim döngülerinin tersine , siyâsal iklimin Temmuz'dan Kasım'a daha da ısınacağı anlaşılıyor. Kasım'a kadar geçecek olan zaman pek çok şeye gebe. Sonrası ise daha belirsiz. Şimdi ihtimâlleri bir gözden geçirelim. Trump'a karşı tertip edilen ve başarısız kalan sûikast teşebbüsü, bâzı çevrelerin beklediği bir şeydi. Suîkast teşebbüsü sonrasında, “Ben demiştim” diyen çok sayıda gazeteci, strateji yazarı çıktı. Bu da yetmedi; suîkast teşebbüsünün pornografisi bir kaç gün devâm etti. Kimileri bunu Trump'ın bizzat kendisinin kurguladığını, kimileri de bunun Trump'a karşı olan ABD müesses nizâmının eseri olduğunu iddia etti. Gerek konvansiyonel gerek sosyal medyada , görsel malzeme üzerinde İleri geri oynatmalar, dondurmalar üzerinden neler söylenmedi ki..(Aklıma futbol programlarındaki tartışmalı pozisyonlar,”Oynat Uğur'lu” sahneler gelmedi değil). Diğer taraftan bu hâdisenin Trump'ın seçilme şansını arttırdığı husûsunda hemen herkes ittifak etti. Doğrusu ben, Trump'ın zaferi mevzusunda o kadar emin olamayanlardanım. Orası ABD. Tuhaf ve bize göre hayli karmaşık bir seçim sistemi var. Meselâ daha evvelki seçimlerde Hillary Clinton sayısal olarak daha fazla oy almış olmasına rağmen Trump'a kaybetmişti. Bunu hatırda tutacak olursak, bugünlerde yapılan ve Trump'ı önde gösteren araştırmaların ve tahminlerin sâhadaki karşılığının ne olacağını kestirmek o kadar da kolay olmasa gerekir. Diğer taraftan Demokratların adayı olan Biden'ın ihtiyarlığından doğan defoların kendisini iyiden iyiye hissettirdiğini ve Demokratlar arasında Biden'a çekil diyen hatırı sayılır bir kamuoyunun ortaya çıktığını görüyoruz. Acaba Biden çekilecek, yerini Kamala Harris veyâ başka birine bırakacak mı? Eğer bu olursa dengeler nasıl değişir? Bilemiyoruz.. Nihâyet, iddia edildiği üzere Trump'tan kurtulmak isteyen ABD müesses nizâmında yuvalanmış güçler, başarısız sûikast sonrasında bu arzularından vazgeçmişler midir?
15 Temmuz'u ardımızda bıraktık. Bugün 16 Temmuz. 15 Temmuz'u bu yıl yazmak gelmedi içimden. Çünkü 15 Temmuz ruhundan eser kalmadı. Biz siyasetin 15 Temmuz ruhu ekseninde ete kemiğe bürünmesini beklerken o tüh siyasetin kurbanı oldu. 16 Temmuzcular kazandılar. Ve 16 Temmuzcular siyasette hem belirleyici aktör oldular hem de siyasete yön verdiler. Sonuç ortada. 15 Temmuz gecesi yaşadıklarım benim için milat oluşturmuştu. O gece siyaseti bırakmaya karar vermiştim. Sonrasında gördüklerim ve yaşadıklarım bu ilk kararımın ne kadar isabetli olduğunu göstermişti bana. 15 Temmuz'u kendi üzerimden anlatmak istemem. Kendini merkeze oturtarak kahramanlık taslayanların da 15 Temmuz ruhuna sahip olmadığına inananlardanım. Yaşadıklarımızı anlatmamız tarihe not düşmek adına anlamlı ve gereklidir elbet. Ama nefsimizi odağa alarak değil. Böbürlenerek hiç değil. 15 Temmuz'da yapıp ettikleri için siyasi karşılık veya dünyevi makam arayışında olanlardan da oldum olası hiç hazzetmedim. “15 Temmuz'da ölümüne meydanlardaydım, karşılığı bu mu olmalıydı?” diyenlerden de. O gece meydanlarda olmayanların, hatta hangi deliğe saklandıklarını dahi bilmediğimiz korkak kaçkınların 16 Temmuz'dan itibaren tankların üzerine çıkıp poz vermelerinden de nefret ettim. Demokrasi mitinglerinde kahraman edalarıyla konuşmalarından tiksindim. Önde gelen insanlardı. Tanınan bilinen siyasi aktörlerdiler. Partinin tepe yöneticisiydi kimileri. Kimileri de bakandı, milletvekiliydi ilahir… Hemen hepsi de Reis bir yere gittiğinde yanında boy gösteren insanlardı. Reis sayesinde hak etmedikleri o büyük makamlara getirilen kimselerdi.
AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve CHP Genel Başkanı Özgür Özel bugün saat 16:00'da AKP Genel Merkezi'nde görüşecek. Kimilerine göre görüşmenin Beştepe'den AKP Genel Merkezi'ne alınması Özgür Özel için oldukça avantajlı. Özgür Özel, yargı krizinden ekonomik sorunlara, dış politikadan partisine geçen belediyelerin borçlarına kadar kapsamlı bir dosya ile masaya oturmaya hazırlanıyor. Erdoğan'ın gündeminde ise “yeni anayasa” başlığı var. Bu görüşmeden sonra iki kutup arasındaki buzların yumuşayacağı, Erdoğan'ın bazı konularda Özel'e danışacağı bile söyleniyor. Kimileri ise dünkü 1 Mayıs olaylarından sonra "Kiminle yeni anayasa görüşeceksin?" diyerek Özel'i eleştiriyor. Tüm bu olanlar ışığında, Kayda Değer'in bugünkü bölümünde Özgecan Özgenç Ankara'dan son gelişmeleri; Nesrin Nas ve Murat Aksoy ile de gelişmeleri değerlendireceğiz. Ali Deniz Çakır ile de 1 Mayıs'ın sosyal medyadaki yansımalarını konuşTUK.
Dışarıdan çok akıllı çok bilgili çok zeki görünen bir insan çok aptalca tercihler yapabilir. Üstelik farklı zaman ve zeminlerde farklı olay ve kişiler karşısında salakça tercihlerini arka arkaya tekrar edebilir., İnsan yanlış yaptıkça öğrenir, yanlış yaptıkça gelişir, yanlış yaptıkça derinleşir, yanlış yaptıkça hayata baktığı pencereler artar, yanlış yaptıkça zenginleşir. Yanlışlardan ders aldıkça insanlaşır, zevk aldıkça insanlıktan uzaklaşır. Eskilerin ‘Bir musibet bin nasihatten evladır' yani etkilidir demesi boşuna değil. Zaten hayat bize sunulan milyonlarca küçük tercihten ibaret değil midir? ‘Kaderin oyunu' tabirini arabesk müzikte yapıldığı gibi yanlış kullansak da bir kader vardır. Kaderin oyunu varsa oyun kurucusu da vardır. Oyun kurulur ve biz oynarız. Oynarken de önümüze seçme hakkı sunulur. Bu tercihler her oyuna göre değişir. Bazı oyunlarda tercih hakkımız çok olurken bazı oyun türlerinde de tercih hakkı ikiye kadar düşer. Kaderin oyun kurucusuna kimileri tanrı der, kimileri evren, kimileri tabiat, kimileri de tesadüf. Kimileri de hiçbir şey demez. Biz Allah diyoruz. O'nun adil olduğunu bildiğimiz için de oyuna ve seçeneklere itiraz etmiyoruz. Buna göre tercihimiz yapıyoruz. Oyunun sonunda nereye vardığımızı küçük tercihlerimizin toplamı belirliyor. O yüzden küçük tercihlerin adına cüzi irade, büyük tercihlerin adına külli irade deniyor. Sonuca değil, yola bakıyoruz. Küçük tercihlerimizin sonuçlarına katlanamayız bazen. Enerjimizi gereksiz alanlarda harcadığımız için ağır gelir başımıza gelenler. Bütün ağlamalarımız ondan. ** Bazen de yaptığımız yanlış küçük tercihlerin ağırlığını kaldıramayız ve doktora gideriz. Bu doktor psikolog olur genelde. “Sırt ağrılarım için bana ne öneriyorsunuz” dedi kadın. Psikolog, “Stres ortamından uzak dur” dedi.
İnsanın makinelerle ilişkisi gerçekten çok ilginç... Kimileri fabrikalarda ve ulaşımda insanlığın hayatını kolaylaştırıyormuş gibi düşünüyor. Fakat kimilerine göre daha büyük bir aklın dizayn ettiği ve insanlığı önce kontrol altına alıp, en nihayetinde yok etmek için kullanılan araçlardan başka bir şey değil. Hiçbir Şey Tesadüf Değil'in bu bölümünde 1700'lerin sonunda ortaya çıkmış çok acayip bir makine tasarımını inceliyoruz. Ve bu makine üzerinden ortaya çıkan bir paranoyanın, insan zihnini nasıl işgal ettiği üzerine konuşuyoruz.------- Podbee Sunar -------Samsung Galaxy S24/S24+ ve Galaxy S24 Ultra hakkında daha detaylı bilgi için tıklayınız.Bu podcast, Salus hakkında reklam içerir.Salus hakkında detaylı bilgi almak ve BASLANGIC10 koduyla %10 indirimden faydalanmak için tıklayınız.See Privacy Policy at https://art19.com/privacy and California Privacy Notice at https://art19.com/privacy#do-not-sell-my-info.
Yerel seçime artık sayılı günler kaldı. Kuşkusuz bu bir “beka” seçimi değil. Çöpleri kimin toplayacağına, sokakları kimin temizleyeceğine, suları kimin akıtacağına, toplu taşımayı kimin işleteceğine karar vereceğiz. Şehirlerimizi daha güzel, daha güvenilir, daha huzurlu hale getirecek adaya mührü basacağız. Türkiye'de seçmen oyunu son derece bilinçli şekilde verir. Kimileri, kendisine oy vermeyen seçmeni “cahil”, “eğitimsiz”, “çıkarcı” diyerek aşağılamayı adet edinmiş olsa da, halk, engin basireti, derin hikmeti, kirlenmemiş zihni, duru aklıyla her seçimde iyiyi kötüden ayırmayı bilir ve en güzel tercihi yapar. Genel seçimde de yerel seçimde de seçmen, önüne farklı pusulalar konulmasına rağmen, her birinde en hassas değerlendirmeyi yaparak oyunu kullanır ve sosyologları, siyaset bilimcileri şaşırtacak bir sonucu, bir dengeyi ortaya koyar. Seçime az bir süre kaldı ve seçmenin zihni çok büyük oranda netleşti. Yine de biz bazı hatırlatmaları yapalım: Öncelikle, seçime katılım önemli. “Nasıl olsa yerel seçim”, “nasıl olsa şu kazanacak”, “nasıl olsa hiçbir şey değişmeyecek” gibi bahanelerle sandığa gitmemenin sorumluluktan kaçmak olduğunu, vebali olduğunu vurgulayalım. İkincisi ve daha da mühimi, bu bir genel seçim olmadığı için, parti aidiyetlerinden, kimlik, ideoloji, yaşam tarzı gibi oy verme davranışını belirleyen unsurlardan mümkün olduğunca sıyrılarak, şehre daha iyi hizmet edeceğine inanılan adaylara oy verilmesinin daha da isabetli olacağını hatırlatalım. Bu meyanda, sırf aidiyet, kimlik, ideoloji, yaşam tarzı, ya da alışkanlık, fanatiklik, taraftarlık, tepki-ders vermek saikiyle, kazanması mümkün görünmeyen adaylara ve partilere oy vermek, oyları ziyan etmek olacaktır. Bir başka mesele de şudur: Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın yıllardır sıkça ifade ettiği, “merkezi hükümetle uyumlu belediye başkanı”, şehir için gerçek anlamda fırsattır. Bunu çarpıtmaya hiç gerek yok. Kastedilen, belediyeler arasında ayrımcılık değil, büyük bir tecrübe havuzundan yararlanma, merkezi hükümetle yürütülecek projeleri daha hızlı gerçekleştirme imkânıdır. Yerel seçimden çıkacak sonucun, iktidarın gücünü ve özgüvenini daha da artıracağına şüphe yok. 1 Nisan sabahından itibaren Türkiye seçim gündemini geride bırakarak iki büyük mesele ile baş başa kalacak: Enflasyonla mücadele ve Rusya'daki terör saldırısıyla daha da yükselen uluslararası gerilim. Türkiye'nin bu zor dönemden hasarsız ve başarıyla çıkması, istikrarlı, güçlü bir hükümet, sakin bir iç politika sayesinde olacak. Seçimin geride kalmasıyla birlikte Türkiye'nin Gazze'de devam eden soykırımı önlemeye, Gazzelilere yardım ulaştırmaya dönük girişimleri de ivme kazanacak. Dolayısıyla 14 Mayıs'ta Cumhur İttifakı'na verilen desteğin 31 Mart'ta artırılması önümüzdeki zorlu sürecin kolay aşılmasına katkı sağlayacak.
İnsanlar arasındaki en temel farklılığın, kültür ve fikirlerden daha çok neyi içlerine sindirebildikleriyle ortaya çıkacağı bir yeni zamana doğru ilerliyoruz. Bugün bütün dünyada israil'in karşısında kendiliğinden oluşan ve giderek büyüyen kitle, farklı coğrafyalardan, farklı kültür ve inanışlardan gelen milyonlarca insanı aynı kesişim kümesinde buluşturuyor. Ortak payda insan olmak... Bu ortak payda, diğer farklılıkları belki de tarihte hiç olmadıkları kadar birbirine yaklaştırıyor, buluşturuyor ve siyonist israil'in her türlü insani haddi aşan zulmü karşısında ortak bir cephede birleştiriyor. Kendini gizlemeye bile ihtiyaç duymayan bağırgan bir zulüm yaşanıyor Gazze'de. Akla gelebilecek... Aslında hayır, normal bir akla asla gelmeyecek, her türlü insafı aşan, utanması arlanması olmayan, aksine kötülüğünden gurur duyan bir vahşet bu! Ve dünyada bu kadar bariz bir zulme, bu kadar görünür bir vahşete, yıkan, parçalayan, tahrip eden, talan eden, tecavüz eden bu kadar sırıtkan bir kötülüğe yandaş çıkan yönetimler, siyasetçiler, sermayedarlar, şirketler ve yazık ki insan demeye bin şahit 'insan'lar var. Bütün bu insanlık dışı cürümleri işleyen, eli kanlı katil bir devlete, 'bizden değildir' diyemeyen haysiyetsizler var. Kimileri açıktan destek çıkıyor, katiller ölüm kusmaya devam edebilsin diye maddi ve lojistik destek sağlıyor israil'e. Kimileri, devlet görünümlü bu terörist örgüte, tarihin belki de eli en kanlı, en alçak soykırım şebekesine ses çıkarmadan işini yürütmeye çalışıyor. Ve yazık ki kimileri de, her gün, her an masum canı almakla meşgul, bundan böbürlenen bu habis 'devlet'le, sanki bunlar hiç olmuyormuş gibi ticaret yapıyor, zulümlerine payanda oluyor, gıdasına gıda, enerjisine enerji, ekipmanına ekipman, gücüne güç katıyor, bu karanlık haram ticaretten kârına kâr katmaya çalışıyor. Bunu içine sindiriyor, insanlık cephesinden gelen bütün itirazlara da kulaklarını tıkıyor. İnsanlık cephesinin karşısında yine dünyanın her yerinde böyle hacmi küçük ama gücü hacminden büyük böyle bir şer cephesi var. Yazık ki bizim topraklarımızda da bu şer cephesini tahkim edenler var. Zulüm bu kadar bariz ve vahşiyken, zalim ve yandaşları bu kadar ortada ve belliyken, bizim topraklarımızdan bu zulme, bu zalime, bu cüretkar soykırımın faillerine bu kadar aymazca, bu kadar gamsızca, bu kadar büyük bir aldırmazlıkla payanda olan birilerinin çıkmış olması gerçekten utanç verici...
Türkiye'nin teröre yönelik müstakbel Irak operasyonu ve olası komplikasyonlar dahil ‘muhtemel sonuçları' geniş çaplı tartışılıyor… Terör örgütünü ‘bitirici/ezici' boyutuna ilişkin güçlü açıklamalar kadar, geniş bir alanın jeopolitiğini de değiştirme kapasitesi bulunan adımın alenen ilanı, ‘duyduk duymadık demeyin' ve ‘sonradan kimse ağlamasın' anlamına geliyor. Aynı zamanda ‘tartma'dır ve dikkat, şu ana kadar herhangi bir ülke açıktan itiraz etmedi/edemedi! Yerel seçimler, Cumhurbaşkanı'nın nisan ayında gerçekleşecek Irak ziyareti, ardından da harekât sıralaması yapılıyor. Ancak siz günlük gazetelerle, akşam ekranlarının hararetine çok bakmayın. Çünkü devlet yönetenler daha soğukkanlı ve ölçülü açıklamalar yapıyorlar… Konunun stratejik boyunu, jeopolitiğini anlamak için uzun uzadıya analizlere gerek yok. Tartışmanın ilk 20 dakikası içinde konuyla direkt ilgili en az 20 ülkenin adı zikrediliyorsa bu sadece askeri bir harekât değildir! CEVAPLARINDAN DAHA TEHLİKELİ SORULAR… Somali'den Ukrayna cephesine, Karadeniz, Balkanlar ve Doğu Avrupa dahil, Azerbaycan-Ermenistan'dan Basra'ya, İran'dan Çin'e, Körfez ülkelerinden Kızıldeniz'e, İsrail'den Cebelitarık'a, Mısır'dan Yunanistan'a, Suriye'den ABD-Rusya'ya dalgaları vuracak bir adımdan bahsediyoruz… Kimileri çıkıp Irak'ta gerçekleşecek operasyonun bu çapta etkisini abartılmış jeopolitik diye tarif edebilir. Allah'tan Türkiye artık belli çapın altına konuşmuyor. Kaldı ki, daha Türkiye-Irak sınırının birinci santiminde işin nerelerden izlendiğini anlıyorsunuz… En “sıkıştırılmış” haliyle 3-5 basit soru dahi, işin ne kadar gıllıgışlı olduğuna sizi ikna eder; Bir, İran bu işe ne diyor ve Tahran'la konuşuldu mu?
Kimileri konuyu istismar için kimileri de kendi bildiklerinden hareketle işsizlik konusunda konuşur ve yazarlar. Geçende bir konuşma dinledim, konuşan “bugün en büyük sorunumuz işsizliktir” diyordu. Ben de merak edip biraz sağı solu kurcaladım. Bana göre de işsizlik hem var hem yok, işçi de hem var hem yok. Hiçbir işe yaramayan, hiçbir bilgi ve beceri elde etmemiş, yük taşımaktan başka bir şey bilmeyen (vasıfsız işçi) için iş yok; vasıflı işçi için ise iş çok, işçi açığı var, işverenler gece gündüz böyle işçi arıyorlar ve bulduklarına da hakkını veriyorlar (Bazıları hak ve adalet adına veriyorlar, diğerleri ise arz az, talep çok olunca buna mecbur oluyorlar). Problem eğitim-öğretim sistemindeki sakatlıktan başlıyor: 2022 yılında TÜİK'in açıkladığı işgücü istatistiklerine göre, yükseköğretim mezunları arasında işsizlik oranı yüzde 11,3 olmuştu. Buna göre geçen yıl 1 milyon 79 bin üniversite mezunu işsiz kaldı. Yükseköğretim mezunu işsizlerin oranı, 2022'de yüzde 10,4 olan genel işsizlik oranının da üstünde bulunuyor.(21 Haziran 2023). Çocuklarımız tombala çeker gibi üniversite çekiyor, hangisi tutarsa onu okuyorlar; amaç üniversite mezunu olmak. “Ben istiyor muyum, mezun olunca bu tahsil ne işime yarar…?” diye düşünen az. İşte böyle olunca da üniversite mezunu bir işsiz ordusu oluşuyor. Bunlar duvara çivi çakmayı beceremiyorlar. Fabrikalar ise mavi gömlekli peşinde koşuyorlar. İşte iki örnek: 1.Kayseri'den Sayın Ahmet Şan yazıyor:
Araştırma notları, yeni bölümüyle yayında. Kimileri şirketlerin işlem gördüğü temel çarpanlar/rasyolar üzerinden ucuzluk ya da pahalılığa karar verirken, kimileri ise çarpanlardan öte şirketin gelecek yıllarda kâr edebilme potansiyeli üzerinden çıkarımlarda bulunur. Bu çalışmada endeksin yeni zirve tazelemiş olduğu bugünlerde faaliyet ve operasyonların güçlü seyre devam ettiği sektörlerde, en sık kullanılan yöntemlerden biri olan finansal rasyo kıyaslamaları üzerinden gideceğiz. İyi dinlemeler. Midas uygulamasını indir: https://app.getmidas.com/gmih/mie6gpeu Midas'ın Kulakları: https://www.getmidas.com/midasin-kulaklari Twitter: https://twitter.com/getmidas Instagram: https://www.instagram.com/get_midas/ Not: Bu içerik, içeriğin yayınlandığı günkü veriler ve haberler baz alınarak hazırlanmıştır. Eğer varsa içerikte geçen hedef fiyat tahminleri, uzman ve analist yorumları bu içeriğin yayınlandığı tarihte geçerlidir. Bu tahmin ve yorumlar zaman içinde değişkenlik gösterebilmektedir. Bu podcast'te yer alan haberler ve haberlerin içerdiği şirketler hakkındaki bilgiler yatırım danışmanlığı kapsamında değildir. Bahsi geçen hisselerdeki; hisse adı, fiyatı ve grafikleri de dahil temsilidir, yatırım tavsiyesi değildir.
Easy Turkish: Learn Turkish with everyday conversations | Günlük sohbetlerle Türkçe öğrenin
Bu bölümde, yalnız yaşamak mı yoksa biriyle yaşamak mı sorusunu masaya yatırdık. Onur, Berkin ve Emin birbirinden farklı düşüncelerle bu soruya yanıt aradı. Peki sizce, sosyalleşmek bir antidepresan mıdır? Interactive Transcript and Vocab Helper Support Easy Turkish and get interactive transcripts and live vocabulary for all our episodes: easyturkish.fm/membership Show Notes '30 Day Challenge'a nasıl katılırım? (https://www.easyturkish.org/membership) '30 Day Challenge' hakkında detaylı bilgi (https://youtu.be/2WG7O2UsiGc?si=jGqelTw2I3EvgpFF) ABD'de yalnız yaşama oranı (https://gitnux.org/living-alone-statistics/) Türkiyede tek kişilik hanelerin oranı (https://tr.euronews.com/2023/07/30/aile-yapisi-ve-konut-5-evden-birinde-tek-kisi-yasiyor-tek-kisilik-haneler-8-yilda-yuzde-73) En çok yalnız yaşayan insanın olduğu ülke Norveç ve bu oranın en düşük olduğu iki ülke Afganistan ile Pakistan (https://wearesololiving.com/countries-solo-households-commonplace/) Transcript Intro Emin: [0:22] Herkese merhaba. Easy Turkish Podcast'in yeni bölümüne hepiniz hoş geldiniz. Bugün Onur ve Berkin'le beraberiz. Öncelikle Onur'la başlayalım. Nasılsın Onur? Onur: [0:30] Teşekkür ederim Emin. İyiyim. Sen nasılsın? Emin: [0:32] Ben de iyiyim. Berkin sen nasılsın? Berkin: [0:35] Ben de iyiyim. Teşekkür ediyorum. Herkes iyidir umarım. Emin: [0:38] Umarız. Bugün üç kişi beraberiz. Yalnız değiliz. Hep beraberiz. Bölümümüzün konusu bugün birazcık yalnızlık temalı olacak. Kimileri için belki depresif sayılabilecek bir bölüm olabilir ama tabii madalyonun bir de diğer yüzü var. Onu da konuşacağız. Yalnız yaşamak mı, birileriyle beraber yaşamak mı? [0:54] Bölümümüzün konusu "Yalnız yaşamayı mı tercih ediyoruz? Yoksa hep beraber yaşamayı mı tercih ediyoruz? Birileriyle beraber yaşamayı mı tercih ediyoruz?" şeklinde olacak. Evet Berkin, bölüm senin fikrindi, seninle başlayalım. Sen bu konuda nasıl düşünüyorsun? Tercihin ne yönde? Berkin: [1:11] Çok açık ve net şekilde söyleyeyim: Ben birileriyle yaşamayı tercih ediyorum Yani yalnızlıktan çok zevk alan bir insan değilim. Tabii ki insanın kendiyle baş başa kalacağı anlar olmalı ve oluyor da... Ama genel olarak kalabalıktan ve birileriyle olmaktan mutlu oluyorum. Tamam? (Teşekkür ederiz.) Pardon geri alıyorum. Ben yalnız yaşamak istiyorum. Emin: [1:41] Peki hayatında hiç yalnız kalmak istediğin dönem olmuyor mu? Support Easy Turkish and get interactive transcripts and live vocabulary for all our episodes: easyturkish.fm/membership
1967 savaşı sonrası dönemin İsrail stratejisini belirleyen eski Savunma Bakanı Moşe Dayan'ın bakış açısı şöyle anlatılır: İsrail yönetimi hissedilmeli ama görülmemeli. Aslında bu Siyonist küresel şirketlerinde en temel özelliğidir ve bütün dünyada bunu uygulamıştır; Yönet ama görülme. O kararlarını kendisinin aldığını zannetsin. Araştırmacı yazar Suat Parlar'ın makalesinde o dönemde uygulanan strateji şu satırlarla anlatılıyor: “Araplar hiçbir İsrail yetkilisi ile yüz yüze gelmeden kendilerini yönetmeli, doğum kayıtları, evlenme, okul gibi günlük yaşama dair işlerini yapabilmeliler; ancak güvenlik, doğal kaynaklar, ekonomi İsrail'in kontrolü altında olmalıdır. Moşe Dayan'ın dolaylı kontrol stratejisi temelinde, işgal edilen Filistin toprakları İsrail ile alt yapı, iş gücü ve pazarlamadan oluşan üçlü bir kurumsal mekanizma ile bütünleştirildi., Bu üçlü kurumsal mekanizma, İsrail'in şiddet kapasitesi ve istihbarat ağı ile bütünleşerek siyasî egemenliğini inşa ettiği temeli sağladı. Su, elektrik şebekesi ve tüm toprak imar sistemi, İsrail'le bağlantılı hale getirildi. Filistinli Araplar su alabilmek için İsrail su idaresine (Mikerot) bağımlı kılındılar. Elektrikte de aynı durum geçerli hale geldi. Sonuç itibariyle Arap belediye örgütleri açısından İsrail'e yoğun bir bağımlılık biçimi oluşturuldu. Filistin'de yerel endüstriyel ve tarımsal gelişme dinamikleri İsrail tarafından parçalanırken, iç pazarın oluşumu engellenirken, çaresiz Arap işgücü adeta köleleştirildi. İsrail›de Filistinli emekçiler düşük vasıflı işlerde yoğunlaşırken, Yahudi işçilere de sermaye yoğun endüstrilerde yeni imkanlar sağladı. Ayrıca yeni-sömürgeci içerik taşıyan İsrail stratejisi çerçevesinde Batı Şeria ve Gazze Şeridi, İsrail malları için en önemli Pazar hakine geldi. 1986 yılı rakamları ile işgal altında bulunan Filistin topraklarına giren malların yüzde 90'ı (780 milyon dolar) İsrail'den geldi. Bu miktar İsrail'in tüm ihracatının yüzde 11'ine denktir. İsrail hiçbir rekabetin olmadığı, tarifelerin bulunmadığı bu pazarları denetimi altına almıştır. Altyapı, işgücü, pazarlar üzerindeki İsrail hakimiyeti, işgal altındaki topraklara yönelik politik kontrolün en temel unsurlarıdır. Ancak nihaî olarak, İsrail'in bu topraklardaki denetiminin çerçevesini politik- askerî strateji çizer. Politik-askerî aygıtın ardındaki bütünleştirici güç toprağın barbarca ele geçirilmesi ile Yahudi göçmen kolonyalizmidir.” Dünya tarihinde hırsızın, katilin, yolsuzun, ahlaksızın, namussuzun, aptalların en cesur olduğu, namuslunun, dürüstün, ahlaklının en sessiz kaldığı dönemi yaşıyoruz. Hırsızlığa, cinayete, namussuzluğa itibar sağlayan, ahlaklı ve dürüstü itibarsızlaştıran bir düzen bu. Tasmasının zincirini elinde tuttuğu kuduz köpeğin sahibi büyük haydut, anne babasına kızdığı çocuğu parçalattırırken herkes seyrediyor. Kimileri ağlıyor, kimileri hak ettiler diyor, kimileri de dur yapma diyor. Ancak kimse durdurmak için fiili bir hamle yap-a-mıyor. Haklı olanlara haklı olmanın verdiği güç ve cesaret neden yetmiyor?
7 Ekim hâdisesi, sıcağı sıcağına yaşanırken tahminler havada uçuşuyordu. Kimileri bunun doğrudan HAMAS'ın tek taraflı bir çıkışı olarak değerlendiriyordu. Bu değerlendirmede bulunanlar hâdiseyi, on senelerce bir sıkışmışlık yaşayan, buna rağmen dünyâ kamuoyunun gündeminden düşen; üstelik Körfez Arap devletlerinin İsrâil ile yakınlaşmasını bir terk edilmişlik olarak gören Kassam Tugaylarının “artık ne olacaksa olsun” kabilinden bir çıkışı olarak nitelendiriyorlardı. Hâdisenin bir anlık öfkenin mahsulü olmadığını, HAMAS'ın buna yaklaşık iki senedir hazırlanmış olduğu da ilâve ediliyordu. Bir başka değerlendirme ise, yukarıdaki yaklaşımı benimsemekle berâber, HAMAS'ı bu harekâta, İran'ın ve başta Hizbullah olmak üzere İran'a müzâhir bölgesel kuvvetlerin kışkırttığını iddia ediyordu. Buna göre İsrâil'in kendisini vurmak azim ve kararlılığında olduğunu gören İran, İsrâil'i durdurmak için, Gazze'nin sıkışmışlığını kullanarak kışkırtmıştı. İran buna ilâveten yakınlaştığı Çin ve müttefiki Rusya'yı da Ortadoğu'ya çekmek niyetindeydi. Onlar için de gün bugündü. Batı tekmil kaynaklarını Ukrayna için harcarken İran bunu bir fırsata çevirmek istemişti. “Hayır, 7 Ekim ne HAMAS ne de İran'a mâl edilebilir. Bunun arkasında İsrâil var” tezini ileri sürenler de yok değildi. Bu tezin iki farklı yorumunun olduğunu hemen kaydetmeliyiz. İlk yoruma göre, İsrâil güvenlik sistemi epeydir açık vermekteydi. Bilhassa Netanyahu hükûmeti kurulduktan sonra gündeme gelen hukuk reformu İsrâil kamuoyunu bölmüş ve kutuplaştırmıştı. O günlerde İsrâil kamuoyu hakikaten de hop oturuyor, hop kalkıyordu. İç meselesine gömülen İsrâil'in güvenlik zaafını gören HAMAS da, “gün bugündür” diye harekete geçmiş ve İsrâil'in karizmasını çizen bu eyleme imza atmıştı. İsrâil'i merkeze alan bu görüşün diğer yorumu ise, içeride sıkışan Netanyahu hükûmetinin, savaş çıkararak durumunu telâfi etmeye karar verdiğini, istihbârî olarak ikâz edilmiş olmakla berâber, bunu şuurlu olarak ka'le almadığını; âdeta HAMAS'ın eylemine göz yumduğunu iddia ediyordu. Üçüncü görüş ise, hâdisenin mahrecini tartışmakla o kadar alâkalı değildi. İster İsrâil ister Filistin mahreçli olsun; esas mühim olanın, işin içine ABD ve Birleşik Krallığın girmesi olduğunu ileri sürüyordu. Yâni, eylem her ne kadar Kassam Tugayları'nın eylemi olarak başlamış olsa; bunun akabinde yaşanan ve yaşanacak olanlar düşünüldüğünde ABD ve Birleşik Krallık için sürpriz olamazdı. Değil mi ki, anında donanmalarıyla hemen yetişmişlerdi. MOSSAD'ın açık verdiğini varsayalım, arzda uçan kuştan haberi olan CIA ve MI6 da mı açık vermişti?
“Her yeni güne katledilmiş masum insanların görüntüleriyle başlıyoruz artık. Zulüm haber bültenlerinin sıradan bir konu başlığı haline geldi. Hunharca öldürülmüş çocuk bedenleri silinmez biçimde kazınıyor hafızalarımıza. Kime yanalım, hangi kardeşimizin yasını tutalım, hangisine dua edelim bilemiyoruz. Kötülük görünür hale geldi; adeta elle tutulabilir, dokunulabilir bir varlığa dönüştü. Sözlerin sükûta sığındığı, kelimelerin başa çıkamadığı, cümlelerin gözyaşlarına yenildiği bir tarih basamağında mahsur kalmış gibiyiz. Her şey çok sıcak, durmadan akıyor hikayeler, dur durak bilmiyor zalimler... Derin derin yaralanıyoruz ve hissediyoruz bunu. Ama acısı sonra çıkacak asıl, bütün derin kederlerde olduğu gibi... Biraz ara verse ölüm makineleri, biraz sussa silahlar, azıcık bir zaman patlamasa bombalar, bir yere yığılıp kalacağız sanki biz de. Zaman bize bir şeyler söylüyor, bu açık... Daha önce söylemediği kadar açık, daha önce söylemediği kadar keskin sözlerle söylüyor hem de. Sanki yolumuz kısaldı, yaşanacaklar azaldı ve sanki idrakleri zamana yayarak tazelemeye artık vakit yok. Bu sebeple ki her şey bu kadar ayan beyan... Bir bakışta görebilelim; havsalamızdaki çağcıl uyuşmaya, sağır edici uğultuya rağmen bir görüşte anlayabilelim diye... Saflar hiç olmadığı kadar belirgin, kötüler hiç olmadıkları kadar cüretkâr ve pervasız, masumlarsa hep oldukları gibi çıplak ve savunmasız... Bir mahşerî tablo şekilleniyor gün gün gözlerimizin önünde, en anlamayanların anlaması, en bilemeyenlerin bilmesi, en idrak edemeyenlerin de idrak etmesi için... Ve günlerini bozuk para gibi harcamayı adet edinen zamane kalabalıklarının neye kapılıp gittiklerini belki de son bir kez düşünebilmeleri için... Hiç kuşku yok ki kötülerin sayısı çok yeryüzünde. Kimileri, bilinen bütün vicdanî ölçüleri aşan bu kötülük mimarisinin doğrudan kurucusu... Kimileri, yandan destek olarak, payanda olarak, ölülerin bile kalmadığı kadar sessiz kalarak tahkim ediyorlar bu şeytanî düzeni. Hiç kuşku yok ki iyiler de var hâlâ yeryüzünde. Kimisi kırılıp dökülüyor işte her gün zulmün sokak aralarına kadar girebilen kara biçerdöverlerinde. Kimilerinin durumuysa biraz daha serin, uzaktan izlemeye mahkum olmanın kederi ve çaresizliğiyle izliyorlar zalimin mazluma yaptıklarını. Elbette taraflar ve mazlumun yanındalar, belli ki kırgın ve fakat olabildiğince güçlü, olabildiğince metin, olabildiğince insan... Bugün, başında eli kanlı cellatların dolaşmadığı bütün iyiler için kim olduğunu yeniden bilmenin tam vakti... Hem de bir görüşte, bir kavrayışta... Çünkü vakit yok. İyiliği dimdik ayakta tutmak, insanlığı kötülüğün oyuncağı olmaktan korumak gerekiyor. Bugüne kadar eksilttiğimiz her şeyi yerine koymak gerekiyor. Vicdanlarımızın tazelenmeye ihtiyacı var, bu belli... Ayağını kadim zamanlara basan yeni bir ahlakla dirilmeliyiz hepimiz. Birbirimizle uğraşmaya, küçük kıvılcımlardan yangınlar çıkarmaya, hakikatin uzağında yaşamaya hakkımız yok. Her birimizin, hiç vakit kaybetmeden sadra şifa olacak bir insanlıkla mücehhez ve müzeyyen hale gelmemiz gerek. Konuşmakla olmuyor, iddia etmekle olmuyor, fısıldamakla ya da bağırmakla da olmuyor. Belli ki talip olmamız gereken şey ancak ‘olmak'la olunuyor. Bu karanlıklar çağının imanlı kalplerin aydınlığına ihtiyacı var. Kanamaktan yorulmuş bütün bu yaraların iyiliğin merhemiyle sarılmaya ihtiyacı var. Kötülerin taşlaşmış kalplerinin bile iyiliğin aynasında kendisini görmeye ihtiyacı var. İnsan olmaktır görevimiz; çağa kapılmamak, kötülüğün oyunlarına gelmemek, kötülüğün yöntemlerine tevessül etmemek, sesimiz zamanda yankısını buluncaya kadar bir kere daha, bir kere daha, bir kere daha tastamam insan olmak...
Soru: Hâcet duası denilince dünyevî ihtiyaçlar akla geliyor. Uhrevî meseleler için de hâcet namazı kılınır mı? Hâcet duası yaparken hangi mülahazalar içinde bulunmak gerekir? -Cenâb-ı Allah'a arz edilen ihtiyaçlar, el açanların himmet hislerine göre farklılaşır. Kimileri, hayırlı eş, salih çocuk, geniş ev, bol rızık gibi isteklerinden dolayı hâcet namazı kılarlar; adanmış ruhlar ise, gece gündüz i'lâ-yı kelimetullah hesabına yalvarıp yakarırlar. -Bir ihtiyacı, sıkıntısı, derdi ve isteği olan kimse dört rekât namaz kılar, Cenâb-ı Allah'ı sena eder, Peygamber Efendimiz'e (aleyhissalâtü vesselâm), Enbiya-ı İzâm'a, Melâike-i Kiram'a ve selef-i salihîne salat ü selâm getirir, ümmet-i Muhammed'e dua eder, sonra şöyle yakarışa geçer ve ardından da ihtiyacını zikreder: لَا إِلَهَ إِلَّا اللَّهُ الْحَلِيمُ الْكَرِيمُ سُبْحَانَ اللَّهِ رَبِّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ اَلْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ أَسْأَلُكَ مُوجِبَاتِ رَحْمَتِكَ وَعَزَائِمَ مَغْفِرَتِكَ وَالْعِصْمَةَ مِنْ كُلِّ ذَنْبٍ وَالْغَنِيمَةَ مِنْ كُلِّ بِرٍّ وَالسَّلَامَةَ مِنْ كُلِّ إِثْمٍ لَا تَدَعْ لِي ذَنْبًا إِلَّا غَفَرْتَهُ وَلَا هَمًّا إِلَّا فَرَّجْتَهُ وَلَا حَاجَةً هِيَ لَكَ رِضًا إِلَّا قَضَيْتَهَا يَا أَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ اَللّهُمَّ أَنْتَ تَحْكُمُ بَيْنَ عِبَادِكَ فِيمَا كَانُوا فِيهِ يَخْتَلِفُونَ لاَ إِلهَ إِلاَّ اللَّهُ الْعَلِيُّ الْعَظِيمُ لاَ إِلهَ إِلاَّ اللَّهُ الْحَلِيمُ الْكَرِيمُ سـُبْحَانَ رَبِّ السَّـموَاتِ السَّـبْعِ وَرَبِّ الْعَـرْشِ الْعَظِيمِ اَلْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ اَللّهُمَّ كَاشِـفَ الْغَمِّ مُفَرِّجَ الْهَمِّ مُجِيبَ دَعْوَةِ الْمُضْطَرِّينَ إِذَا دَعَوْكَ رَحْمانَ الدُّنْيَا وَاْلاخِرَةِ وَرَحِيمَهُمَا فَارْحَمْنِي فِي حَاجَتِي هذِهِ بِقَضَائِهَا وَنَجَاحِهَا رَحْمَةً تُغْنِينِي بِهَا عَنْ رَحْمَةِ مَنْ سِوَاكَ “Halîm ü Kerîm Allah'tan başka ilah yoktur. Arş-ı Azîm'in Rabbi Allah'ı tesbih ederim. Hamd alemlerin Rabbi Allah'a mahsustur. Rabbim, Senden, rahmetinin gereklerini, merhametini celbedecek şeyleri, gerçekleşmesi muhakkak olan mağfiretini, günahtan korunmayı, her türlü iyiliği kazanmayı, her türlü günahtan da selâmette olmayı istiyorum. Bende bağışlamadığın hiçbir günah, gidermediğin hiçbir keder, Senin rızana muvafık olup da karşılamadığın hiçbir ihtiyaç bırakma Ya Erhamerrahimin. Allah'ım, Sen kullarının ihtilaf ettikleri şeylerde hüküm verirsin. Yüce ve Azim Allah'tan başka ilah yoktur. Halîm ve Kerîm Allah yegâne ilahtır. Yedi semanın ve Arş-ı Azîm'in Rabbi Allah'ı tesbih ederim. Hamd alemlerin Rabbi Allah'a mahsustur. Ey kederleri gideren, tasaları kaldıran, Sana dua ettiklerinde çaresizlerin duasına icabet eden Allahım, ey dünya ve ahiretin Rahman ve Rahîm'i! Şu ihtiyacımın giderilmesi ve tamamlanması hususunda beni başkalarının merhametinden müstağni kılacak bir şekilde bana merhamet et.” -Onulmaz gibi görünen bir derdi, bir hastalığı olan kimse de abdest alır, iki rekât namaz kılar; hamd ü sena, salat ü selam ve ümmete dua ettikten sonra şu tevessülün akabinde ihtiyacını dile getirir: اَللّهُمَّ إِنِّي أَسْأَلُكَ وَأَتَوَجَّهُ إِلَيْكَ بِنَبِيّـِكَ مُحَمَّدٍ نَبِيِّ الرَّحْمَةِ، يَا مُحَمَّدُ إِنِّي أَتَوَجَّهُ بِكَ إِلَى رَبِّي فِي حَاجَتِي هَذِهِ لِتُقْضَى لِي، اَللّهُمَّ فَشَفّـِعْهُ فِيَّ “Allah'ım Sen'den diliyor ve dileniyorum, Rahmet Peygamberi Hazreti Muhammed'i vesile edinerek Sana teveccüh ediyorum. Ya Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm) şu hacetimin yerine getirilmesi için seni vesile yaparak Rabbime yöneliyorum. Allahım, Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz'i hakkımda şefaatçi eyle.”
Ruhsal uyanış, her birey için farklı bir anlam taşır. Kimileri için içgüdülerine veya sezgilerine daha fazla güvenmeyi ifade ederken, diğerleri için daha derin ve anlamlı bir deneyim sunar. Bu deneyim, fiziksel sınırları aşarak gerçekliği daha farklı bir perspektiften görmeye başlama sürecini içerir. Bu süreç, kişilere kendilerini ve dünyadaki yerlerini daha iyi anlama fırsatı sunar. --- Send in a voice message: https://podcasters.spotify.com/pod/show/spiritueller/message
İşçi sınıfı için ne iyi olur ne kötü sorusunu hep sınıf mücadelesini göz önünde tutarak kararlaştırmak lazım. Çünkü bugün içinde yaşadığı düzen işçiyi eziyor, sömürüyor, yoksullaştırıyor, sık sık da işsiz bırakarak bütün bir aileyi açlıkla karşı karşıya bırakıyor. İşçi sınıfına şu ya da bu fikri ya da davranışı önerirken mutlaka sormalıyız: Bu, işçiyi patron karşısında güçlendirir mi yoksa tersine zayıflatır mı? Mesela sendika diyoruz, neden, çünkü işçiyi birleştiriyor ve güçlendiriyor. Mesela “hemşehricilik yapmayalım” diyoruz, neden, çünkü işçiyi bölüyor güçsüzleştiriyor. İşte Devrimci İşçi Partisi'nin laikliği savunması da en başta bundandır. Laiklik olmazsa, herkes herkesin dinine karışmaya başlar, farklı dinden, farklı mezheplerden işçiler arasına fitne girer, sınıf bölünür, parçalanır. Bundan da patronlar sınıfı yararlanır. İşçi sınıfının mücadele birliğini sağlayan türden laikliğe biz “proleter laikliği” diyoruz. Kimileri işçi sınıfını bölmeyi kendi çıkarlarına uygun bulduğu için laikliğe dinsizlik der, işçinin gözünde kötülemeye çabalar. Laiklik bütün inançların özgürlüğünü korur. Şimdi bazıları diyecektir ki “burası Müslüman memleket, bütün inançları gözetmek niye?” Önce hatırlatalım ki Türkiye nüfusunun çoğunluğunun Sünni Müslüman olması herkesin Sünni Müslüman olması demek değil. Herkes biliyor ki Aleviler var, Caferiler var, başka inançlar var. Fabrikada “bu iyi, bu kötü” diye tartışmaya ve ortak hayatımızı çoğunluk dininin kurallarına göre düzenlemeye başlarsak sınıfı bölmenin en etkili yöntemini uygulamaya başlamışız demektir. Laiklik aynı zamanda bu topraklarda çoğunluğun dini olan Sünni Müslümanların da inançlarını gönlünce, inandığı gibi uygulamasının güvencesidir. Nasıl mı diyeceksiniz? Sünni Müslümanlığın şartlarının ne olduğu, Müslümanların hangi kurallara mutlaka uyması, neyi yapmaktan kaçınması gerektiği konusunda binlerce farklı fikir var. Bu tür farklılıkların olduğu bir dünyada hangi Müslüman bir başka Müslüman'a dönüp “şöyle yaşamalısın, şöyle davranmamalısın” deme hakkına sahip olabilir? Ama kendinde bu hakkı gören birçok akım ya da insan var. Tartışmalı konuları (mesela tesettürü ya da içkiyi) bir kenara bırakalım, bugünün dünyasında kaçınılmaz olan bir konuya dönelim. Geleneksel İslam'da “tasvir yasağı” denen uygulamayı alalım. İnsan resmi, heykeli, herhangi bir insan imgesi yapılması ve gösterilmesinin, temsil ve tasvir edilen insana tapınma anlamına geleceği düşüncesiyle getirilmiş bir yasak. Çağımızda sinema, televizyon, internet izlemeyen, sokakta reklam panosuna gözü takılmayan, heykel görmeyen insan mı kaldı? Ama bunda ısrar eden gruplar var. Şimdi bunların Müslümanlara sinema, televizyon, video, cep telefonu, her tür görsel yasağı getirmeye kalkıştıklarını hayal edin. Çekilir şey midir? Ya da başka bir örnek alalım. Afganistan'da Taliban'ın 10 yaşını geçen kız çocuklarına karma ortamlarda değil, sırf kızlardan oluşan eğitimi bile yasaklaması, kadınların bir mağaza bile açmasına karşı baskı uygulaması bu çağda kızlara kadınlara reva görülebilir mi? Bu tür baskıları yapana “tekfirci” deniyor. Tekfirci, ancak kendisinin inançlarına uygun biçimde yaşayanın Müslümanlığını kabul ediyor. Kendisi gibi yaşamayanı kâfir olarak görüyor. O karşısındaki kişi kendini Müslüman olarak gördüğü halde, tekfirci bunu reddediyor. Tarih boyunca din adına savaşan hareket çok olmuştur. Bu, başka dinlerde olduğu gibi İslam'da da yaygındır. Tekfircileri ayıran, başka dinlerle savaşa girdikleri kadar, hatta ondan bile fazla Müslüman'ı kâfir ilan etme ve katletme konusundaki gayretleridir. Tekfirci en çok Müslüman ülkede yaşayıp kendisinden farklı olan Müslüman halkının düşmanıdır. Tekfircilik, onlardan olmayan Müslüman için tehlikedir. Bir korkulu rüyadır. Kapitalist toplumun bencilliğini anlatmak için feylesoflar bir deyim yaratmışlar: İnsan insanın kurdudur. Tekfircilik söz konusu olduğunda Müslüman Müslüman'ın kurdudur. İşte bunun içindir ki Müslüman'a da laiklik su gibi, ekmek gibi gereklidir.
Şefkat abidelerine sükunet, temkin ve teyakkuzun temsilcisi olmak düşüyor!.. *Böyle bir dönemde sükûnet, sekîne, temkin ve teyakkuzun temsilcisi olan insanlara, çok ağır başlı ve okkalı düşünceli olmak düşüyor. Tedbir ve temkin bütünüyle onlara düşüyor. Fitne tsunamileri ve fesat seylapları karşısında göğsünü gerecek, onları önlemeye çalışacak akl-ı selîm, kalb-i selîm, hiss-i selîm, ruh-u selîm sahibi insanlara.. mülahaza ve beyanları selim insanlara.. vurulduğu, dövüldüğü anda bile el kaldırmayacak ve karıncaya dahi basmayacak kadar şefkat abidelerine… Belki böyle davrananlar dünya cihetiyle kaybedebilirler fakat öbür tarafta Sahabe efendilerimizle ve Enbiyâ-ı izamla haşrolurlar. Allah onlarla haşreylesin!.. “Osmanlı” derken, hatta Kelime-i Tevhid ile gürlerken, ahireti kaybediyorlar!.. *Dünyevî kaybetme önemli değildir; asıl musibet, ahireti kaybetmektir. Bazıları daha şimdiden ahireti kaybetmiş gibi görünüyorlar. İnsan öldürmekle, öldürme ortamı hazırlamakla, öldürmeye zemin hazırlamakla bir şeyler elde etme peşinde koşuyorlar. Genel atmosferi kendi istikballerini garanti altına alma adına kullanıyorlar. Dolayısıyla ahireti kaybediyorlar. Kimileri mabette ahireti kaybediyorlar.. bazıları Allah karşısında yer yer el pençe divan da duruyor ama namaz kılarken ahireti kaybediyorlar.. “Lâ ilâhe illallah” derken ahireti kaybediyorlar.. “Muhammedun Rasûlullah” derken ahireti kaybediyorlar.. “Sahabe” derken ahireti kaybediyorlar.. “Osmanlı” derken ahireti kaybediyorlar!.. *Fakat unutmayın, ahireti kaybetmekle kalmayacaklar!.. Allah âdil-i mutlaktır! Küfür devam eder, mahkeme-i kübraya, ma'dele-i ulyâya kalır ama zalim cezasını dünyada bulur. Çok yakın bir gelecekte kaderin şiddetli tokatlarıyla derbeder olup gidecekler!.. *Bugün bu zulüm tablolarını hazırlayanlar, insanları birbirlerine karşı zulme sevk edenler, birbirine musallat edenler; kanda, irinde, gözyaşında kendi istikballerini imar etmeye çalışanlar… Bu mimar bozuntularının çok yakın bir gelecekte derbeder olup gittiklerini, kaderin şiddetli tokatlarıyla onlara “yeter artık!” dendiğini göreceksiniz. Entelektüel buna “yeter” demedi; birkaç tane elit bunlara “yeter” demedi; kendi içlerinden inanan gibi görünen bazı kimseler de “Bu kadarı fazla!” demedi. Onlar demedikleri için, dediği hora geçen ve mutlaka olan “Kün fekân” Sultanı dediği zaman zîr ü zeber olacaklarında tereddüdünüz olmasın. *Fakat o zaman da şu anda içinizde yaşattığınız o şefkat duygusuyla belki onlara acıyacaksınız, ızdırap duyacaksınız; “Keşke” diyeceksiniz “vaktinde iyiyi, güzeli, doğruyu keşfetselerdi; doğru yolda kaybedenlerden olmasalardı; sırât-ı müstakimde trafik kazası yapmasalardı; sırât-ı müstakimde şeytanın oyuncağı haline gelmeselerdi.” Fırtınaya maruz kalmış ağaçlar gibi yıkılıp gittiklerinde onlar için üzülen yine siz olacaksınız!..
24 Temmuz 1923'de imzalanan Lozan Antlaşması 100'üncü yılına giriyor. Lozan Antlaşması Türkiye'de 100 yıldır en çok tartışılan, tekrar tekrar konuşulan konular arasında ilk sıralarda yer aldı. Kimileri antlaşmanın zafer hatta “Türkiye'nin tapu senedi” olduğunu savundu; kimileri de Lozan'ın tam bir hezimet olduğunu iddia etti. Bugün şahit olduğumuz siyasi ve sosyal kutuplaşmanın temelinin Lozan üzerinden 1923 Meclisi'nde atıldığını söylemek abartı olmaz. En başta söyleyelim: Lozan asla bir zafer değildi; hezimet olarak nitelendirmek de doğru değil. Türkiye o gün Lozan'ı imzalamak, “acı ilacı” içmek zorundaydı ancak hayatı başarısızlıklarla dolu İsmet İnönü yerine becerikli, tecrübeli, uyanık bir temsil ile çok daha fazlası yapılabilirdi. 1923 yılının ilk aylarında, Lozan görüşmeleri devam ederken Meclis'te çok yoğun tartışmalar yaşanıyordu. Özellikle Musul'un oldubitti ile İngiltere'ye teslimi (ki Cemiyet-i Akvam da İngiltere nüfuzu altındaydı) Meclis'te “İkinci Grup” olarak adlandırılan vekilleri isyan noktasına getirmişti.
“insanların çoğu, kendilerinin bir insan oldukları gerçeğine gereken önemi vermezler. Onun yerine, kafalarında kendi vasıflarının ve kimliklerinin birçok hayalî imajlarını oluştururlar. ‘Ben kimim?' sorusuna çoğu zaman: ‘Bir öğretmenim', ‘bir işçiyim' ya da ‘bir doktorum' şeklinde cevap verirler” diyor Erich Fromm ‘Hayatı Sevmek kitabında. Önemli bir mesele bu! Pek çoğumuz bu tedirgin edici soruya buna benzer cevaplar veriyoruz. Ne iş yaptığımızla, dünya görüşümüzün ne olduğuyla, hangi takımı tuttuğumuzla, doğduğumuz şehirle, kendimize biçtiğimiz imajla ilintili cevaplar... Sorunun derinliğiyle orantısız sığlıkta, düz cevaplar bunlar. Kendimizi gerçekten bu cevaplardaki kelimelerle sınırlı birer varlık olarak görüyorsak, her şeyi bir tarafa, ‘insan'lığımıza bir haksızlık olur bu! Gerçekten hayatımızın sadece küçücük bir parçasını öne çıkaran bu kelimeler bizi tarif ediyor olabilir mi, inanabilir miyiz buna? Peki ama kimiz gerçekte? Verdiğimiz cevapların bizi asla yeterince tarif edemeyeceğini, anlatamayacağını gayet iyi bildiğimiz halde, neden bu sığ cevaplara sığınıyor, sorunun hakkını verecek gerçek bir cevap arayışından bu kadar ısrarlı bir şekilde kaçınıyoruz? “Sizinle daha önce tanışmıştık değil mi?” diye sordu yolda karşılaşan iki kişiden biri. “Pek tanışmak sayılmazdı” dedi diğeri, “birbirimize isimlerimizi söylemiştik sadece!” Kim olduğumuz sorusu, varoluşumuzun önemli sorusudur aslında. Kendimize sorduğumuz, sormamız gereken diğer bütün soruların, bu soruya verebileceğimiz cevaptan kaynağını alacağı, oradan hayat bulacağı da söylenebilir rahatlıkla. Kimileri için bu sorunun cevabı, bütün bir ömür süren heyecan verici, sarsıcı ya da her halükârda sancılı arayışların neticesinde ortaya çıkar. Bu cevabı çok arayıp bulamayanlar da olur hatta. Herkes gibi bir kelimelik cevaplarla durumu idare etmek varken, kim böyle can yoran bir uğraşa girer? Pek kimse girmez, girmiyor zaten görünüşe göre. Doktorlar, mühendisler, filanca şehirliler, falancasporlular, sağcılar-solcular, esmerler-sarışınlar olarak yaşayıp gidiyoruz çoğumuz bu yüzden. Sıradanlaştırıcı imajlarımıza böyle sıkı sıkıya tutunuyor oluşumuz, bizi sarsıcı ve sancılı arayışlara girmekten kurtarıyor belki; ama insan olmanın beraberinde getirdiği engin potansiyele doğru yürümekten de alıkoyuyor aynı zamanda. Kendimizi, gerçek mana, potansiyel ve derinliklerimizle birlikte göremediğimizde, tasavvur edemediğimizde, düşünemediğimizde, dünyamız ilkokul hayat bilgisi kitaplarında göründüğünden daha gerçek olmuyor tabiatıyla. Yüzeysel yaşantıların karton karakterleri... Yetiyor mu gerçekten bu kadar hayat bize? Keşke yetmediğine dair işaretler bulup sıralayabilsem buraya!
Seçimlerin ardından kurulan yeni Cumhurbaşkanlığı Kabinesi hakkında pek çok yorum yapıldı. Kimileri teknokratlardan oluştuğu için “ılımlı” olduğunu belirtti, kimileri ise Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi'nde karar alıcının tek kişi olduğunu hatırlatarak Kabine'nin bir anlam ifade etmediğini söyledi. Emekli Büyükelçi Selim Kuneralp ve Medyascope Dış Haberler Editörü Senem Görür, Kabine'nin dış politika ayağını ve bundan sonra Türk dış politikasında nelerin değişebileceğini değerlendirdi.
“Yurtta Aşk, Cihanda Aşk” adlı parçayı seslendiren ünlü laikçi Şen Şakrak Şarkıcı “Erdoğan kazanırsa, ülkeyi komple terk ederim” demişti. Terk edip etmediğini bilmiyorum... Asıl merak ettiğim, bazı şöhretli derin isimlerin tüyüp tüymediği! Kimileri, 28 Mayıs günü daha sandıklar kapanmadan yurtdışına uçmuş! Mesela, Baron Mister Simit'in mutemet adamı olan eski bir siyasi, soluğu Londra'da almış! Uzunca bir müddet Türkiye'ye dönmeyi düşünmüyormuş! Orada Akın İpek gibi Fetullahçı hainlere taktik falan veriyor mudur, acaba? INTERNATIONAL DEPARTURES Daha önce bu sütunda... NATO'da uzun yıllar görev yapan Albay rütbeli Jemre Birand için “Brüksel'e mi gider, yoksa Miami'ye mi?” diye yazmıştım. Twitter'da “THY uçaklarının kuyrukları mavi olmuş” diye yakındığını görünce... “Sahi, Paralel Muhibbi Albay, yurt dışına topuklamış olabilir mi?” diye mırıldandım!
Yaşadıklarımdan, gördüklerimden ve okuduklarımdan yola çıkarak Türkiye'nin 5 büyük meselesinin olduğu kanaatine vardım. Bu 5 mesele, Türkiye'deki irili ufaklı nice meselenin esas kaynağıdır. Bu 5 mesele asırlar öncesinden bugüne devrolunmuş, çözülmediği takdirde geleceğe miras kalacak, ülkemizin ve milletimizin de bekasını tehdit eden meselelerdir. Bu 5 meseleyi çözmeden, Türkiye'nin hiçbir kronik meselesini çözemeyiz. 28 Mayıs seçimlerinde halk, Erdoğan'ı yeniden Cumhurbaşkanı seçerken, cumhurbaşkanına meşru ve demokratik büyük güç veren yeni sistemi de tekrar onaylamış oldu. Yani Türkiye'nin önünde, asırlar öncesinden gelen bu 5 meseleyi çözmek ya da çözüm kapısını aralamak için eşsiz bir fırsat var. 21 yılda Türkiye'de çok büyük reformlar yapmış olan Erdoğan, önümüzdeki 5 yıllık süreçte bu 5 meselenin de üzerine giderek, hem yapılan reformları perçinleyebilir, hem de Türkiye'nin beka sorununu ortadan kaldırabilir. Bu 5 meseleden 5'incisi Türkiye'nin “İstikamet” sorunudur. Sorunun ne zaman ortaya çıktığına dair farklı görüşler var: Kimileri İnebahtı Savaşı (1571), kimileri Viyana Kuşatması (1683), kimileri de Karlofça Antlaşması (1699) sonrası Osmanlı'nın Batı karşısında neden gerilediğini etraflıca tartışmaya başladığını söylüyor. Sultanların, bürokrasinin ve münevverlerin zihninde hep aynı sorular var: “Biz neden geriliyoruz, onlar neden ilerliyor?” “Ne yapmalıyız, nasıl bir tavır almalıyız, hangi reformları gerçekleştirmeliyiz?” 2'nci Mahmut, 2'nci Abdülhamit, Ahmet Cevdet Paşa, Said Halim Paşa, Akçuralı, Ziya Gökalp, Mehmet Akif, Said Nursi ve daha nicesi hep bu soruların peşinden koştular. Cevaplar da ürettiler ve uygulamaya koydular. Ancak bugünden geriye bakınca, cevapların da uygulamaların
14 Mayıs'ta düzenlenen cumhurbaşkanlığı seçimleri ikinci tura kaldı. Seçmenler, 28 Mayıs'ta bir kez daha sandık başına gidecek ve tercihlerini ya Erdoğan ya da Kılıçdaroğlu'ndan yana kullanacak. Seçimlerin ikinci tura kalması ve Sinan Oğan'ın beklenmeyen yükselişi, dünya basınında da geniş yer buldu. Kimileri “İkinci turda avantaj Erdoğan'da”, kimileri de “Otokrasiye doğru bir adım daha” diye yazdı. Peki Vaşington tüm bu gelişmeleri nasıl değerlendiriyor? Yurtdışında yaşayan seçmenler, bir kez daha sandığa gidecekler mi? Senem Görür ve Ömer Taşpınar, Transatlantik'te değerlendirdi.
1. İnsanlar Cuma gününde ayrılığa düştüler; Yahudiler cumartesiyi, Hıristiyanlar pazarı (cuma yerine geçecek gün) edindiler. Yüce Allâh Peygamber (s.a.v.) ümmetini Cuma gününe hidâyet etti. 2. İnsanlar kıblede ayrılığa düştüler! Yahudiler doğuya yöneldiler. Hıristiyanlar Kudüs'e yöneldiler. Yüce Allâh Peygamber (s.a.v.) ümmetini Kıble'ye (Ka'be'ye) hidâyet etti. 3. İnsanlar namaz hususunda ayrılığa düştüler; kimisi namaz içerisinde rüku edip, secde etmezdi. Kimileri secde edip rüku etmezdi. Kimisi hem namaz kılar hem yürürdü. Yüce Allâh, Peygamber (s.a.v.) ümmetini bu hususta gerçek olan namaza hidâyet etti. 4. İnsanlar oruçta ayrılığa düştüler. Kimisi sadece gündüzün bir kısmını oruç tutar, kimisi bir kısım yemeği yemeyip başka şeyler yiyerek oruç tutardı. Yüce Allâh Peygamber (s.a.v.) ümmetini gerçek olan oruca hidâyet etti. 5. İnsanlar Hz. İbrahim (a.s.) hakkında ayrılığa düştüler. Yahudiler, “İbrahim Yahudidir” dediler. Hristiyanlar, “İbrahim Hıristiyandır” dediler. Yüce Allâh İbrahim (a.s.)'ı hanif ve Müslüman eyleyip, Peygamber (s.a.v.) ümmetini bu hususta gerçeğe hidâyet eyledi. 6. İnsanlar Hz. İsa (a.s.) hakkında ayrılığa düştüler. Yahudiler onu kâfir sayıp annesine büyük iftira ettiler. Hıristiyanlar İsa (a.s.)'ı hem Allâh, hem oğul (Allâh'ın oğlu) edindiler. (Gerçekte ise) Yüce Allâh Hz. İsa (a.s.)'ı kendi ruhu ve kelimesi kılmış, Peygamber (s.a.v.) ümmetini bu hususta gerçeğe hidâyet etmiştir. Hz. İsa (a.s.)'a, Allâh (c.c.)'un “Kün” emri ile bir mucize olarak babasız yaratıldığı için, kendisine bir şeref olmak üzere “Kelimetullâh” denilmiştir. (İmâm Şatıbi, el-İ'tisam, c.2, s.200)
Öyle Değil konseptinin bu bölümünde yeni bir içerik denedik. 20 dakika boyunca seçtiğimiz bir konu hakkında bir sohbet gerçekleştiriyoruz. Bu haftaki konumuz, 10.000 saat kuralı nedir? 10.000 saat kuralı, bir işte ustalaşmak için o işle geçirmemiz gereken zamanı ifade eden bir kuraldır. Bir işte ne kadar çok zaman harcarsanız o kadar iyi hale gelirsiniz. Mozart bile olsanız bir sonraki işiniz bir öncekinden çok daha iyi olacak. Önemli olan doğru ve sevdiğiniz bir işte ustalaşmak. ⚙️ Peki, herkes için bu zaman 10.000 saat midir? Kimileri için bu zaman uzayabilir kimileri için ise kısalabilir. Burada önemli olan noktalar, ustalaşmak istediğiniz işe odaklanmak ve kendinize bir "usta" belirlemektir.
Kimileri alışkanlıktan; kimileri can sıkıntısından, stresten gün içinde parmaklarını çıtlatıyor. Parmaklarımızı neden çıtlatıyoruz? Parmak çıtlatmak eklem rahatsızlığı olan artrite neden olur mu?
Karlı görüş ya da visual snow (VS); hastanın görsel alanlarda beyaz, siyah, şeffaf veya renkli noktalar gördüğü nadir görülen bir nörolojik durumdur.
Batı merkezli hegemonik dünyâ ilişkilerinin çok boyutlu çıktıları olduğunu düşünüyorum. Bilhassa kültürel -zihnî düzlemde, katman katman çok düşündürücü bir açılımlar setinin yattığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Batı'nın, ister Avrupa, ister ABD merkezli olarak bakalım, kolonyalist -emperyalist ilişkiler bağlamında dünyânın geri kalan kısmına yaşattıklarını çok ağır bir mahkemenin konusu hâline getirebilecek bir dosya zenginliğine sâhibiz. Aslında târih hegemoniktir. Geçmişin hangi kesitine bakacak olursak veri jeopolitik üzerinden, eşitsiz temelde bir ilişkiler ağı çıkar karşımıza. Her eşitsizlik kan ile yoğrulmuştur. Birileri kazanmış, birileri de kaybetmiş; birileri diğerlerini kendisine bağımlılaştırmıştır. Târihte kaybedilmiş cennet yoktur. Yine bu açıdan bakıldığında târih her zaman, şöyle veyâ böyle, birileri için, ki bunlar insanlığın ekseriyetidir, cehennemîdir. Bunu soğukkanlılıkla veri almak durumundayız. Târihten abartılı kaybedilmiş cennet hikâyeleri üretenler aslında hegemonya yarışında kaybedenler arasından çıkar. Her hegemonik kayıp travmatiktir ve kayıplar dramatik, romantik hikâyeleri şekillendirir. Bu bir tercih meselesidir. Kimileri bu hikâyelere sığınarak gerçekler ile arasına bir perde çeker ve abatılarıyla kendilerini tatlı tatlı uyuşturur. Kimileri de ,sayıları diğerlerine göre daha azdır, zihnini bu hikâyelerden uzak tutar.
Alman marketler zinciri Lidl'in Ocak 2023'te 21 gece her şey dahil beş yıldızlı Side tatilini sadece 599 euroya satması yoğun tartışmalara neden oldu. Kimileri, bu otellerde Almanların ucuza kalabiliyor olmasına sert tepki gösterirken, kimileri de Almanların enerji darboğazı yaşanması beklenen kışı Türkiye‘de geçireceği yorumunu yaptı. Bu konu neden bu kadar gürültü kopardı? Almanlar kışı Türkiye gibi ülkelerde geçirir mi? COSMO TÜRKÇE'de bu sorulara cevap aradık. Von Celik Akpinar.
Bazı müslümanlar kendi mensubu bulundukları gurubun dışındakilerini hoş görmez ve daima her konuda kendi güzellikleri ve doğrulukları ile övünürler. Onlarda İslâm'ın tanıdığı hoşgörü ve müsamahanın yerini kör taassub alır. Bunlardan bazıları cübbeli gezmeyenlere veya onun gibi giyinmeyenlere hor ve başka bir nazarla bakarlarken kimileri de kravat takmamayı eleştirirler. Kimileri ise sakal bırakmanın bugün fitneye sebep olabileceğini ileri sürerek, delilsiz şahsi yorumları ile bu sünneti tamamen terkederler. Bununla birlikte sakallıları tenkid ederler. Ayrıca bazıları şeyhine mürid olmayan veya grubuna mensup bulunmayan müslümanları sapıklık içinde görmekte, İslâm'a hizmet eden bir alimi veya takvâ sahibi bir mü'min kardeşini sevmemekte ve yabancı gözüyle görmektedirler. Kitap okumak istediği zaman kişilerin sadece kendi üstadlarının veya gruplarının eserleri ile tanışmasını, başka kitap veya eserleri okumalarına izin verilmemesini veya okutulmak istenmemesini sağlar. Diğer değerli ilmi eserlere karşı bir ilgisizliğe sebebiyet verirler. Şeyhlerinin, üstadlarının veya efendilerinin o konudaki görüşü tercih edilmediği ve zayıf görüldüğü halde Ehl-i Sünnet ulemanın tercih ve fetvâlarını bir kenara iterek zayıf ve yanlış fetvâlarla âmel etmekde ısrarlı davranırlar. Oysa ki bu ısrar hatanın en büyüğüdür. Hatta bazı müslümanlar, kendi yapamadıkları sünnetler başkaları tarafından yapıldığında, sanki yapılan sünnet değil de bir bidat imiş gibi kınama ve tenkid yağmuruna tutarlar. Peygamberler (a.s.e.)'den başka hiçbir kimsenin masum olmadığı Ehl-i Sünnet'in inancından olduğu halde, bazı safdil müslümanlar, şeyhlerini masum sanmakta, cahil olmasına rağmen, onun hiçbir zaman yanılmayacağına inanmakta veya öyle sanmaktadırlar. Halbuki fıkıh kitaplarındaki fetvâ verilen görüşlerin dışına çıkmamak gerekir. (Mehmed Çağlayan, Ehl-i Sünnet ve Akâidi, s.17-18
Kimileri ideal vücuda spor yaparak ulaşmaya çalışırken, kimileri de çözümü saç ekimi, burun düzeltme, yağ aldırma gibi estetik müdahelelerde buluyor. COSMO Türkçe'de bugün estetik ameliyat ile güzelleşmeye çalışanları konu ediyoruz. Von Aydin Isik.
Bu video 15/01/2017 tarihinde yayınlanan "KARANLIKLARIN SUİKAST PLANLARI VE HİZMET'E KUMPAS" isimli bamtelinden alınmıştır. Tamamı burada: https://www.herkul.org/bamteli/bamtel... “Ahdimi yerine getirin ki, Ben de size olan va'dimi yerine getireyim. Ve (kul olduğunuzun ve Benim kudretimin şuuru içinde) yalnızca Ben'den korkun.” Kur'an-ı Kerim'de, إِنَّ اللهَ اشْتَرَى مِنَ الْمُؤْمِنِينَ أَنْفُسَهُمْ وَأَمْوَالَهُمْ بِأَنَّ لَهُمُ الْجَنَّةَ “Allah, karşılığında kendilerine Cenneti vermek üzere mü'minlerden öz varlıklarını ve mallarını satın almıştır.” (Tevbe, 9/111) buyuruluyor. “İştirâ” kelimesi, değişik yerlerde, farklı şekilde kullanılıyor. Kimileri “dalalet”i, sapıklığı, hileyi peyliyor; bir yönüyle, onun müşterisi oluyorlar. Kimilerine de Allah (celle celâluhu) karşılık olarak Cenneti verip onlardan canlarını ve mallarını satın alıyor. Bu ayet-i kerimedeki “Bâ” harfi, “bâ-i mukabele” oluyor. İsterseniz uzak bir ihtimal şart-ı âdî planında “bâ-i sebebiye” de diyebilirsiniz; o takdirde “bu sebeple” manasına gelir. بِأَنَّ لَهُمُ الْجَنَّةَ Fakat “sebebiye”den ziyade “mukabele” manası daha uygun görünüyor. Evet, “Allah (celle celâluhu), mü'minlerden nefislerini ve mallarını satın almıştır.” deniyor. Allah'ın onları satın alması demek, insanın, malını, canını, mamelekini, elinde olan her şeyi Allah yolunda harcaması demektir. Adeta, Allah (celle celâluhu) “Siz, şunu Bana verin, Ben de size şunu vereyim!” diyor. Bakara sûre-i celilesinin de hemen başında, İsrailoğulları'na يَا بَنِي إِسْرَائِيلَ اذْكُرُوا نِعْمَتِيَ الَّتِي أَنْعَمْتُ عَلَيْكُمْ وَأَوْفُوا بِعَهْدِي أُوفِ بِعَهْدِكُمْ وَإِيَّايَ فَارْهَبُونِ “Ey İsrail Oğulları! Size lütuf buyurduğum nimetimi hatırlayın. Ahdimi yerine getirin ki, Ben de size olan va'dimi yerine getireyim. Ve (kul olduğunuzun ve Benim kudretimin şuuru içinde) yalnızca Ben'den korkun.” (Bakara, 2/40) Burada da bir “mukabele” söz konusu. “Siz, verdiğiniz sözü yerine getirin, Ben de size öyle mukabelede bulunayım; Ben de size verdiğim sözü yerine getireyim!” Siz, bir adım atarsanız, kendi çerçeveniz, kendi darlığınız, kendi iradeniz, kendi gücünüz, kendi kuvvetinize göre bir adım atmış olursunuz. Fakat kime doğru bir adım atıyorsunuz? Kimin yaklaşmasını dileyip O'na çağrıda/davette bulunuyorsunuz? (Bazı şeyleri ifade etmede zorlanıyorum, “saygısızlık olur” diye, teemmül etmeden diyemiyorum.) Neyi peylemek istiyorsunuz?!. Allah'ın rızasını, Rıdvân'ını, Cenneti, ebediyeti peyleme gibi bir şey. Siz, Allah'ın önceden size verdiği şeyleri, yine O'nun yolunda kullanırsanız, Allah (celle celaluhu) da Zâtına muvafık şekilde mukabelede bulunacaktır. Siz kendi darlığınız içinde, imkânlarınız içinde, adımlarınızın vüs'ati içinde bir adım atmış olacaksınız, bir el uzatmış olacaksınız, bir bakışta bulunmuş olacaksınız, bir kulak kabartmış olacaksınız. Fakat Semî', Basîr, Kadîr, Muktedîr, Alîm, Mürîd olan Hazreti Allah, kendi azametine uygun bir kurbet ortaya koyacaktır, öyle bir yakınlık ortaya koyacak, öyle bir mukabelede bulunacaktır.
Neredeyse iki buçuk yıl süren pandemiden sonra tüm pandemi tedbirleri teker teker terk ediliyor. Pandemiden bunalan halk, bu gelişmelerden çok mutlu. Kimileri ise pandeminin daha bitmediği, bazı ülkelerde omikrona bağlı hastane ve yoğun bakım yükünün azalmadığı, yeniden pandemi tedbirleri alma eğiliminde… Seslendiren: İrem Öznur Kılıç
Talibi çok olduğundan, bir makama gelmek zordur. Rakipleri geride bıraktıktan sonra gelinen makamın hakkını vermekse daha zor. Sanatçılar için de öyle, siyasetçiler için de. Biz buna sporcuları da ekleyelim. Zirveye çıkmak ve zirvede kalmak, gece gündüz çalışmayı gerektirir. İşte bizim Ekrem Bey burayı tam anlayamadı. Sandı ki seçimi kazanmak yetecek. Nerede o bolluk? Krallıklarda bile tahta çıkmakla iş bitmez. Hakkını vermeyeni bir hançerle indiriverirler. « Bizimkinin zafer sarhoşluğu ilk günden beri devam ediyor. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı, Cumhurbaşkanlığı'na zıplamak için bir tramplen sanki. Kendisine açılan kredileri gün gün tüketmekle meşgul. Her aşamada, birilerinin gönlündeki yeri kaybettiğinin farkında mı acaba? « Kimileri “temel atmama töreni” ile karşılaşınca pişman oldu. Kimileri “yapraklar bile şu anda beni alkışlıyor” sözünden kıl kaptı. “Belediyede hiç kimse işinden atılmayacak” diye namus üzerine söz verildikten sonra işten çıkarılanlar ve onların yerine daha çok kişinin alınması, birilerinin kredisini bitirdi. İstanbul afetle boğuşurken bay başkanın tatile çıkması bir kesimi şaşırttı. “Tatil bana çok yakışıyor” demesi, “Alışacaksınız” diye posta koyması, pasta şeklindeki grafik üzerinde değişikliğe yol açtı. « Bazıları da gönlündeki krediyi harcamak istemiyor, inadına direniyordu. Ancak onu başkan seçenlerin önemli bir kısmı önce hayret makamındayken sonra “elim kırılaydı” mevkiine geçti. Otobüsler yolda kaldığı, yolcuların inip otobüsü ittiği, kendi kendine yanmaya başladığı gün, erime devam ediyordu. İtilen kakılan otobüslerin gidişi yavaştı ama erime hızlanmıştı. Kar İstanbul'da krallığını ilan ettiğinde, şehir içinde bile yollar kapandığında, bizimki İngiliz Büyükelçisi ile balıkçıda yemekteydi. Kimileri de o gün desteğini çekti.
Sene sonu yaklaşırken, asgarî ücret tartışmaları başlar, bitene kadar devam eder. İşçi ve işveren temsilcilerinin yaptığı görüşmeler sonuçlanır, ücret miktarı açıklanır. Yine de konu hemen kapanmaz, bir süre daha gündemde kalır. Kimileri askerî ücretle karıştırsa da ne olduğu herkesin malûmu... Bir de meşhur fıkramız vardır. İş başvurusunda bulunan kişiye görüşme sırasında ne kadar ücret istediğini sorarlar. “Boğaz tokluğuna çalışırım” deyince, karşısındaki yetkili şöyle cevap verir: “Maalesef asgarî ücretten fazla veremiyoruz.”
Doymak için yiyenlerden misiniz yoksa zevk için mi? Kimileri için bir tutku, kimileri için ayakta geçiştirilen bir eylem, ama gerçek şu ki yemek insanları biraraya getiren, kutlamaların, sosyalleşmenin, kültürleri tanımanın en önemli aracı. Son dönemlerde ise sağlıklı yemeğe ulaşabileceğimiz konaklama tesisleri ve restoranlar turizmde yükselen bir akım olan bio otel kavramıyla karşımıza çıkıyor. Hepsi ve daha fazlası bu haftaki yayınımızda. Hadi siz de buyrun
Sahi HDP Kürtler için ne istiyor? Kimileri için tuhaf gelebilir bu soru ama hiç de öyle değil. Tam tersine işin sırrı burada. Biraz daha açayım isterseniz. HDP hep başkalarına “Kürt sorunu”nu nasıl çözeceğini sorar durur. Veya “Kürtler için ne vadediyorsunuz” diyerek herkesi adeta hesaba çeker. Nedense çokları da HDP'yi “Kürt Partisi” olarak gördüğü için bu soruları gayet normal karşılar. Öncelikle şunu önemle vurgulamak isterim: HDP “Kürt Partisi” değildir. Sadece ve yalnızca Kürtlerin partisi de değildir. HDP ideolojisi etnik milliyetçiliği “ilkel milliyetçilik” olarak görür ve mahkûm eder. HDP “Kürt milliyetçisi” bir parti olmadığı gibi Kürt milliyetçiliği yapan Barzani vb. Kürt önderliklerini de
SORU ...Bazıları Taliban'ın koyduğu kuralları paylaşmış. Örneğin PC tablet vs bu gibi aletler televizyon sınıfında kabul edilip toplanacakmış. Bu uygulamalar doğru mudur? Kimileri bu gerçek İslâm deyip (tam kuralları bulamadım, kurallara tam uygulanır mı onu da bilemiyorum) bir şey diyene de yanlış gözle bakıyorlar. Burada kafam karışıyor. Bazı örgütler dış güçler tarafından beslenip İslâm adına yanlış yapıp bilgisi olmayan insanları mı yoldan çıkarmayı hedefliyorlar? Osmanlı'da şeriat anlayışı nasıldı? Yanılmıyorsam Selçuklu'da da şeriat hüküm sürdü (eğer yanlışım var ise kusura bakmayın). Öyle ise Selçuklu'da durum nasıldı? Taliban'ın şeriat yönetimi doğru mudur? Son olarak Taliban terör örgütü müdür? Taliban'ı desteklemeli miyiz? Afganistan pek çok sıkıntıların içinde. Pek çok insan ülkeyi terk etmek için can atıyor. Ben Taliban'ın yaptığını kesinlikle yanlış buluyorum çünkü adeta insanları kaçırıyorlar. Hâlbuki Allah'ın koyduğu şeriat asla insanları kaçırmaz. Düşüncem doğru mu? Taliban'a karşı olmam gerekir mi? CEVAP Âdeta soru yağmuru. Bunlara teker teker cevap versem kitap olur. Sorunun bir kısmını yazmadım; Taliban ile ilgili idi ve bu konuyu daha önce yazmıştım. Soruların kalan kısmına topluca bir cevap vermeyi tercih edeceğim. İslâm'da din bilgisi ve kuralının kaynağı vahiydir (bunu Kitap ve Sünnet diye ifade ederiz). Vahyedilen sözün bir kısmı kaynağa aidiyeti ve ifade şekli bakımından kesindir; bu kısımda pek ihtilaf olmaz. Ya kaynağa aidiyeti -ki, bu hadiste olur, Kur'ân'da olmaz- veya ifade şekli (delâleti) bakımından değerlendirme ve yorum gerektiriyorsa veya şartlar bir parça hükmü, bütüne göre ihmal etmeyi (maslahat ve zarurete dayalı olarak bir müddet uygulamamayı) icap ettiriyorsa bu takdirde içtihat ihtilâfları (mezhepler) ortaya çıkar. Bir tek mezhebin belli bir devirdeki içtihatlarını olduğu gibi başka bir zamanda ve zeminde uygulamak birçok probleme sebep oluyor.
SEO Danışmanlığı Nedir? SEO açılımı, Search Engine Optimization, yani arama motoru optimizasyonudur. Bu optimizasyon, sizi arama motorlarında üst sıralarda çıkarmayı hedefler. SEO veya diğer adıyla arama motoru optimizasyonu, hayatın yaşandığı yerde bulunabilmeyi, biri sizi aradığı zaman bir “tık” ile karşısına çıkabilmeyi ifade eder. Hayatımız internette geçiyor ve birçok insan birçok farklı amaçlarla internete giriyor. Kimileri eğitim, kimileri ürün veya hizmetlerini tanıtmak, kimileri tamamen bilgi almak, kimileri ise tamamen eğlence için interneti kullanıyor. Bu kişilerin ortak noktası ise sürekli bir bilgi peşinde olmasıdır. Günümüzde hava durumunu bile arama motorlarına sorar olduk. Borsanın durumunu internetten öğreniyoruz. Takip ettiğimiz futbol takımının maçının sonucunu yine arama motorlarına soruyoruz. Dolayısıyla, hayatımız arama motorlarında geçiyor. Daha fazlasını öğrenmek ve bizimle iletişime geçmek için: Albert Solino SEO Nedir Dijital Pazarlama Danışmanlığı Dijital Dönüşüm Danışmanlığı Yönetim Danışmanlığı Albert Solino İletişim
Av köpeği ormanda gördüğü tavşanı bir türlü yakalayamıyormuş. Arkasından koşarken tavşana sormuş; “Senin bacakların kısa benimkiler uzun, ben niye seni yakalayamıyorum.” Tavşanın cevabı şöyle; “Ben kendim için koşuyorum, sen başkası için koşuyorsun.” Evrende sistem böyle çalışır. Kendisi için koşanlar, başkaları için koşanlardan her zaman daha hızlı olurlar. İnsan ya da hayvan fark etmez. Temel ihtiyaçlar bu sisteme göre sıralanmıştır. İlk sırada kendi ihtiyaçlarımız vardır. Önce onları gidermek zorundayız ki ayakta kalabilelim. Sonra en yakınımızın ihtiyaçları gelir, ondan sonra ikinci en yakınımız, sonra üçüncü en yakınımız derken uzar gider sıralama. Kimileri bu sıralamayı bütün canlıları ekleyerek yapar. Kimileri 2-4-6-10 kişiyle sınırlandırır. Kimileri de kendinden başkasını tanımadığı için sıralama bile yapmaz.
Serdar Tuncer ile “Biri Bir Gün” uzun bir aranın ardından kendine has tarzıyla kaldığı yerden devam ediyor. Bu bölümde Serdar Tuncer "3 Soru" hikayesini anlatıyor. Biri Bir Gün'de anlatılan hikaye; Bir zamanlar bir kral vardı. Bu kral, işini en iyi şekilde yapmak isterdi. Sık sık şöyle düşünürdü: "Bir iş için en uygun zaman hangisidir acaba? En gerekli kişi kimdir ve yapmam gereken en önemli şey nedir? Bu üç şeyi bilseydim, çok başarılı olurdum." Bir gün kral her tarafa haber saldı. Soruların cevabını bilene büyük ödüller vereceğini duyurdu. Bilgili kişiler toplandı. Kimileri takvim hazırlamaktan, kimileri bir bilge kişiler meclisi kurmaktan bahsetti. Böylece en uygun zamanın hangisi olduğunu bulacaklardı. En önemli kişiyse bazılarına göre din adamları, bazılarına göre savaşçılar, bazılarına göre hekimlerdi. En önemli şeye gelince, bazıları "bilim", bazıları "savaşta ustalaşmak" dediler. Kral bu cevapları kabul etmedi. Bir ağaç kovuğunda tek başına yaşayan, bilgeliğiyle ünlü, yaşlı bir adam vardı. Kral, ona danışmaya karar verdi. Yaşlı adam, yaşadığı kovuğa halktan başkasını kabul etmezdi. Bu yüzden kral, halktan biri gibi giyinerek yola düştü. Kovuğa yaklaştıklarında muhafızlarını orada bırakıp yola devam etti. Yaşlı adam, çiçek tarhları kazıyordu. Geleni gördü, selâmladı. Zayıftı, işini yaparken zorlanıyordu. Kral; Ey bilge, üç sorum var! diyerek sorularını sordu. Yaşlı adam dinledi ama cevap vermedi. Kral; Siz biraz dinlenin, diyerek küreği aldı. Yaşlı bilge; Sağ olun, deyip oturdu. Kral sorularını tekrarladı. Bilge yine susuyordu. Kral kazmaya devam etti. Ufukta güneş batmaya başladı. Kral sıkılmıştı. - Ey bilge, cevap vermeyeceksen gideyim, dedi. Bilge; Birisi geliyor, dedi. Kim acaba? Kendilerine doğru birisi koşuyordu. Adam yaralıydı. Yanlarına ulaşınca bayıldı. Adamın elbiselerini çıkardılar. Kral yarayı havluyla bastırdı. Fakat kanama devam ediyordu. Kral havluyu defalarca yaraya bastırıp yıkadı. Sonunda kanama durdu. Bu arada akşam olmuştu. Yaralıyı kovuğa taşıdılar. Kral da yorgunluktan, eşikte uyuyakaldı. Deliksiz bir uyku çekti. Uyandığında kendisine bakan yabancıyı bir süre hatırlayamadı. Adam; Beni affedin! dedi. Kral; Sizi tanımıyorum, affedilecek ne yaptınız ki? - Ben sizin düşmanınızım. Kardeşimi astırdığınız için sizden öç almaya yemin etmiştim. Buraya geldiğinizi öğrenince size pusu kurdum. Fakat akşam olduğu hâlde dönmediniz. Ben de beklediğim yerden çıktım. Ama muhafızlarınız beni tanıyıp yaraladılar. Kaçtım. Siz yardım etmeseydiniz, ölürdüm. Ben sizi öldürmek istedim, siz ise benim hayatımı kurtardınız. Affedin beni! Kral, düşmanıyla bu denli kolay barıştığı için çok mutlu oldu. Doktorunu göndereceğini söyleyip onunla vedalaştı. Dışarı çıktı. Yaşlı bilge, tarhlara tohum ekiyordu. Kral yaklaştı. Yalvarırcasına sordu. - Cevap verecek misiniz? Adam gözlerini kaldırdı. - Cevabınızı aldınız ya, dedi. - Aldım mı? Nasıl? - Anlamadınız mı? Dün bana acımayıp tarhları kazmasaydınız, gidecek, şu adamın saldırısına uğrayacaktınız. Yani en önemli vakit, tarhları kazdığınız vakitti. En önemli kişi bendim ve en önemli işiniz bana iyilik etmekti. Bu adam geldiğindeyse en önemli vakit onunla ilgilendiğiniz vakitti. Çünkü yaralarını sarmasaydınız, sizinle barışmadan ölecekti. Dolayısıyla en önemli kişi oydu, en önemli iş de onun için yaptıklarınızdı. Şu gerçeği unutmayın: En önemli vakit, içinde bulunduğumuz andır. Çünkü sadece o an bir şey yapabiliriz. En önemli kişi, o anda kiminle berabersek odur. Zira onunla bir daha görüşüp görüşmeyeceğimizi bilemeyiz. En önemli iş ise iyilik yapmaktır. Çünkü insan dünyaya bunun için gönderilmiştir. Gelin, Beraber Yürüyelim...
"Yajña ile çoğalmış, oluşmuş İlahlar sana arzuladığın nesneleri sunacak. Kim ki ona bir şey sunulduğunda karşılığında hiçbir şey sunmadan kabul ederse bil ki o bir hırsızdır." (3.12) "Kim ki yediği yemeğin ilk lokmasını Yüce olana sunarsa, kirlerinden, saflığını bozan şeylerden arınır; ancak sadece kendisi için yemek pişirenler işte onların yedikleri sadece günahtır (pāpa)." (3.13) "Kimileri işitme ve benzeri diğer duyu organlarını nefis-terbiyesi (kendi üzerinde hakimiyet) ateşine adar, kurban ederken kimileri ise (yine de) işitme ve benzeri duyu nesnelerini duyu organlarının ateşine adar, kurban eder". (4.26) "Kimileri beş-duyu ve eylem organlarının hepsinin faaliyetini bilgi ile aydınlanmış, alev almış nefis-terbiyesi (kendi üzerinde hakimiyet kurmak) ateşine adar, kurban eder. "(4.27) "Benzer şekilde, zenginliğini paylaşanlar, nefis-terbiyesi adına çileci pratikler yapanlar, yoga'yı uygulayanlar, yeminlerinde ve çabalarında kararlılıkla Veda'ları zikredenler ve Kendini-Bilmenin bilgisine kendini (kurban edenler, adayanlar) sunanlar vardır. (4.28) "Benzer şekilde, prāṇāyāma'ya (nefes kontrolüne) kendini adayanlar, nefes alış ve verişi durduranlar, verdikleri nefesi aldıkları nefese ve aldıkları nefesi verdikleri nefese (kurban edenler, adayanlar) sunanlar vardır." (4.29) Yedikleri yemeği kontrol edenler, böylece (daha fazla) yemek arzusunu sindirim ateşine (kurban edenler, adayanlar) sunanlar vardır. "Tüm bu (insanlar) adakları, kurbanları, sunuşları icra edenlerin hepsi yajña sayesinde istisnasız bir şekilde zihindeki kirlerinden arınırlar." (4.30)
Dünya Ticaret Örgütü’nde (DTÖ) Güney Afrika ve Hindistan’ın liderliğindeki 60 ülke bir süredir dünya çapındaki aşı eşitsizliğine dikkat çekerek, aşı üretimini artırabilmek için fikri mülkiyet haklarına kısıtlama getirilmesini talep ediyor. Önceki hafta Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) de fikri mülkiyet hakkına destek vereceğini açıklamasının ardından, dünyada koronavirüs aşısına herkesin eşit bir şekilde erişebilmesi için aşının patent haklarının kaldırılmasına yönelik tartışma ciddileşti. Kimileri patentin kaldırılmasını savunurken kimileri de kaldırılmaması gerektiğini düşünüyor. Ayrıca, aşı üretilememesindeki asıl sorunun patent olmadığını söyleyenler de var. Sungkyunkwan Üniversitesi Öğretim Üyesi Dr. Gökçe Başbuğ ile aşı patenti hakkında yaşanan tartışmaları konuştuk.
Kimileri için gerçek. Kimileri için şehir efsanesi... Ne olursa olsun, bu yakıştırma Can Yücel'in üzerinde. Paylaşmak istedik.
Okullar ne zaman açılacak ve 2021 YKS konuları hepimizin en çok sorduğu sorular. Kimileri YKS konuları değişti diyor ve 2021 YKS konuları listesi yayımlıyor. Kimileri de okullar açılacak mı sorusuna kesin yanıt veriyor. Bu şartlarda 2021 tayfa ne yapmalı, çalışma programı nasıl olmalı ve 2021 YKS konuları değişecek mi sorularına cevap vermeye çalıştım. İzlediğiniz için teşekkürler, umarım videom bir nebze olsun fayda sağlamıştır :)
Kimileri tarafından Kur'andan sonra en güvenilir kaynak diye sunulan Sahih-i Buhari kitabını ve bu hadisleri Buhari'mi yazmıştır? Kısa cevap: Hayır!!! Uzun cevap: Bazı kişiler hadisler Muhammed'den 200 yıl sonra yazılmaya başlandı diye hadisleri külliyen kabul etmezler… Rivayete göre Buhari Muhammed'in ölümünden 178 yıl sonra doğmuştur. Doğal olarak güvenilmezdir, bakalım öyle mi? --- Send in a voice message: https://anchor.fm/karmatiarman/message
Eczaneci Gence Polat, "son haftalarda müşterilerin bize olan ihtiyacı arttı. Maske ve ilaçlar konusunda bilgi istiyorlar. Yaşlı müşterilerin siparişlerini evlerine gönderiyoruz" diyor. Köln Radyosu olarak korona krizi sürecinde çalışmak zorunda olan dışarıdaki kahramanlarımızı tanıtmaya devam ediyoruz. Kimileri sağlık çalışanları, kimileri evimize mektuplarımızı, internetten verdiğimiz siparişleri getiren postacılar, kimileri süpermarket kasiyerleri, kimileri de bu bölümde olduğu gibi eczaneciler. Gence Polat'a mikrofonumuzu Serap Doğan uzattı. Gence Polat'ın korona günleri: Facebook bu aksam 21, hazir
Evrim Kuran'ın anlatımı ve Gül Çetin'in illüstrasyonları ile... Muallim Naci’ye atfedilen “hafıza-i beşer nisyan ile maluldür” sözü “insan hafızası, unutkanlıktan dolayı kusurludur” anlamına gelir. Kimileri için unutmak -ya da hatırlamamak- Tanrı’nın insana bir armağanıdır. Çünkü kırılmadık kalp, dökülmedik gözyaşı, çiğnenmedik yasa, bükülmedik boyun kalmadığı halde hiçbir şey olmamış gibi hayata devam edebilenler unutanlardan çıkar. Geceleri başlarını yastığa koyar koymaz uyurlar. Unutkanlar, yastık olmadan bile uyurlar. Gelin görün ki “Unutursak kalbimiz kurusun!” sloganı en çok onların dillerine pelesenktir. Ayrıca hashtag olarak da iyi durur: #UnutursakKalbimizKurusun Klavyede son harfe dokunurken çoktan unutmaya başlamışlardır. Bir zamanlar sevdiğim bir insan bana doğruyu söylememişti. Neden bunu yaptığını sorduğumda “yalan söylemedim ki, unuttum” dedi. O zaman onu anlamamıştım. Şimdi anlıyorum. Yalan söylememiş. Doğruyu söylemeyi unutmuş. Bildiğim kadarıyla kalbi de kurumadı. Kimisine böylesi şahane bir armağandır unutmak. Akşamdan sabaha unutanları gördükçe imrenirsiniz onlara. Balık olasınız gelir. Oysa siz rakı şişesine düşmüşsünüzdür. Anason, aklınızın duvarlarına sıvamaktadır unutmaya çalıştıklarınızı. “Hatırlamak için bir hafızamız varken, unutmak için elimizde hiçbir şeyin olmaması, hayatın bize attığı en büyük kazıktır” der Murathan Mungan. O kazığı balıklar yemez. Filler yer. Misal, ben. Unutamama kazığını yiyerek bir ömür geçiren fillerdenim. An gelir, gözlüklerimi, kalemimi, şemsiyemi, defterimi unuturum da, o kokuyu, o sesi, o ezgiyi, o sahili, o bankı, o sokağı, o tadı, tutulmayan o sözü, o vefasız dostu, o vicdansız adamı, o duyarsız kadını, o masum çocuğu unutamam. Michel Gondry imzalı ve başrollerini Jim Carrey ve Kate Winslet’ın paylaştığı Eternal Sunshine of the Spotless Mind (Sil Baştan) filmi ayrıldığı sevgilisinden kalan hatıralarını sildiren bir adamın, Joel’in hikayesini anlatır. Joel hafızası silinirken, yaşanılan ilişkiyi de bir film gibi izler. İlişkinin tatsız anlarının silinmesinde sorun yoktur da, sıra yaşanılan güzel şeylere gelince, işlemi durdurmak ister. Pişman olmuştur. Filmdeki şu repliği bir türlü “unutamam”: Joel: İşlemin beyin hasarı riski var mı? Dr Mierzwiak: Teknik olarak işlemin kendisi beyin hasarı. Kendinden gayrısını unutmak, kimileri için ancak beyin hasarı ile mümkün olabilir. Bireyi balık hafızalı olan coğrafyalarda, toplumsal belleğin de zayıf olmasına şaşmamalı. Bellek zayıf olunca yaşananlardan ders çıkarmak, bu deneyimden ne öğrendim demek mümkün olmuyor. Birey de toplum da aynı kuyulara tekrar ve tekrar düşüyor. Haksızlıklar karşısında filanca yalnız değildir, falancayı da unutmadık, aklımızda demeyi sevsek de, biliyoruz ki filanca fena halde yalnız ve falancayı da unutalı çok oldu. Yunan mitolojisinde bellek tanrıçası Mnemosyne Zeus’a aşık olur ve onunla dokuz gece geçirir. O gecelerin her birinden bir “muse” yani ilham perisi doğar. Şiiri, şarkıyı, tarihi, müziği, destanı, tragedyayı, dansı, mizahı ve astronomiyi temsil eden periler. Demek ki hafızası olmayan üretemez de… Hafızasızlığın bir toplumun alamet-i farikasi haline geldiği bir zamanda, bırakalım unutkanlık balıkların armağanı, unutmamak fillerin devrimi olsun. Zihinlerinde sevmeye, yaşamaya, inanmaya, direnmeye dair tek kanıt taşıyamayan unutkanlar konforlu ve ortalama hayatlarını sürdüredursun, biz daha anlamlı bir ömür, daha güzel bir gelecek aşkına unutmayalım. O sesi, o toprağı, o tarihi, o bedeli, o isyanı, o sevinci, o acıyı, o adamı, o kadını, o çocuğu, o hayali, o gerçeği unutmayalım. Perilere inanan fillerden olalım.
Cumartesi geceleri neler yapılır? Kimileri arkadaşlarıyla geçirir, bazen bir ev partisine gider, sabaha kadar dans ederler. Kimileri ise güvenli alanlarını terketmezler, terkederlerse de pişman olurlar. Kutsal Motor'un yeni formatı "O Yakıcı Bakışlar" bazılarının bazı cumartesilerine eşlik etmeye geliyor. Algı Eke ve Zeynep Ocak, her bölüm farklı bir konuyu değerlendiyorlar. İzleyici sorularının da yön verdiği O Yakıcı Bakışlar'ın ilk bölümü Stalklamak ile başlıyor!
2019 yılı değerlendirme toplantısında söyledi Erdoğan bu sözü... Kimileri konuşmanın hayli ( 2 saat 7 dk. sürdü) uzun olmasından kaynaklandığını söylese de toplumda yaygın bir duygu durumuna işaret ediyor aslında...
Kimileri için yılın son, kimileri için ise ilk günü olan günün hakkında konuşmalar.
Kimileri tarafından Kur’andan sonra en güvenilir kaynak diye sunulan Sahih-i Buhari kitabını ve bu hadisleri Buhari’mi yazmıştır?Kısa cevap: Hayır!!!Uzun cevap:Bazı kişiler hadisler Muhammed’den 200 yıl sonra yazılmaya başlandı diye hadisleri külliyen kabul etmezler… Rivayete göre Buhari Muhammed’in ölümünden 178 yıl sonra doğmuştur. Doğal olarak güvenilmezdir, bakalım öyle mi?Video anlatım içinhttps://www.youtube.com/watch?v=0UaoxkySaz0
قُلْ سِيرُوا فِي الْأَرْضِ فَانظُرُوا كَيْفَ بَدَأَ الْخَلْقَ ثُمَّ اللَّهُ يُنشِئُ النَّشْأَةَ الْآخِرَةَ إِنَّ اللَّهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ ﴿٢٠﴾ “De ki: “Yeryüzünde dolaşın da Allah’ın başlangıçta yaratmayı nasıl yaptığına bakın. Sonra Allah (aynı şekilde) sonraki yaratmayı da yapacaktır. (Kıyametten sonra her şeyi tekrar yaratacaktır) Şüphesiz Allah’ın gücü her şeye hakkıyla yeter.” (Ankebut 20) “İdrâk Farklılıkları Önceki ayet, (kişide) mevcut fikrî zekâya işarettir. Ki bu, peşine düşülmeksizin var olan bir şeydir. İşte bundan dolayı Allah, yokluğu imkânsız görme anlamında, istifham üslubuyla, "görmediler mi?" (Ankebut, 19) buyurmuş; bu ayetle de, "Eğer sizin için böyle bir ilim mevcut değilse, tefekkür! bir ilimle bilebilmeniz için, yeryüzünün çeşitli mıntıkaları konusunda tefekkür edin" buyurmuştur. Bu böyledir, zira insanlar, idrâk konusunda farklı farklıdır. Kimileri, bir şeyi, herhangi bir öğretimde bulunulmadan ve kendisine aklî herhangi bir delil getirilmeden anlar; kimileri, ancak o şeyi ortaya koymakla anlar, kimileri de hiç anlamaz, işte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "Eğer birinci sınıftan değilseniz, yaratmanın nasıl başladığını bilebilmeniz için yeryüzünde dolaşın, yani, yeryüzü hakkında fikrinizi harekete geçirin ve kendinizin dışında cereyan eden hadiseler hakkındaki zihninizi çalıştırın..." buyurmuştur. Burada, iadenin olabileceğine dair delil, tamdır. Çünkü deliller, "afakî ve enfüsî"liğe hasredilmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Gerek afakta, gerek kendi nefislerinde ayetlerimizi yakında onlara göstereceğiz" (Fussilet 53) buyurmuştur. Binâenaleyh, önceki ayette, insanın kendi nefsinden hareketle elde edeceği enfüsî delillere; ikinci ayette de, "Yeryüzünde gezip dolaşın..." ifadesiyle de, afâkdan elde edilen delillere işaret etmiştir. İşte bu iki şeyde, bu iki delil tam ve mükemmel olur. Dolayısıyla bu delili, lafzatullah ismini açıkça getirerek tekîd etmiştir. Ama, birinci delili ise, ikinci delille tekîd etmiştir. Dolayısıyla da, dememiştir. Üslup Farklılığının Sebebi Cenâb-ı Hak bu ayette, "Allah her şeye kadirdir" buyurduğu halde, önceki ayette "Bu, Allah'a kolaydır" buyurmuştur. Bunun, şu şekilde iki hikmeti bulunur: 1) Birinci delil, enfüsî delildir. Bu, netice veren, her ne kadar, tam bir hadsî ilim ise de, ancak ne var ki bu enfüsî delile, afakî deliller de eklendiğinde, o zaman umumî bir ilim meydana gelir. Çünkü insan kendisini incelediğinde, kendisinin, Allah'a olan ihtiyacını ve varlığının O'ndan olduğunu; afâka baktığında kendisi dışında kalanların da O'na muhtaç olduklarını ve varlıklarının, O'ndan olduğunu anlar. Böylece de, her şeyin Allah'dan olduğuna dair ilmi, kemale ermiş olur. İşte Cenâb-ı Hak, bu iki delilin zikredilmesi tamamlanınca, "Allah her şeye kâdirdir" buyurmuştur. Bir tek delil söz konusu olduğunda "Muhakkak ki bu, yani yeniden yaratması Allah'a kolaydır" (Ankebût, 19) buyurmuştur. 2) Biz, her ne kadar ikincisi daha genel ise de, birinci ilmin daha tam olduğunu beyan etmiştik. Halbuki işin, yapıcısına kolay olması, o işin o yapan kimsenin kudreti sahilinde olmasından daha tam ve mükemmeldir. Bunun delili, bir kimsenin, yüz ölçek taşıyabilen kimse hakkında, "O ona kadirdir" deyip, "O ona kolaydır" dememesi gibidir. Ona, on ölçek taşıması sorulduğunda o, "Bu, ona kolaydır, basittir" der. Şimdi biz diyoruz ki: Allah Teâlâ şöyle demek istemiştir: "Eğer siz de, bu işlerin, Allah'a göre kolay olduğuna dair tam bir ilim meydana gelmemişse, bunların O'nun kudreti dahilinde olduğunu bilebilmeniz için, yeryüzünde gezin. Çünkü bu şeyin O'nun kudreti dahilinde olması bile, yeniden yaratmasının mümkün olduğuna dair yeterli bir delildir." Fahreddini Razi Tefsir “Mü’minin seyahati, Allah yolunda cihaddır” buyurdu efendimiz a.s.
Kimileri için oldukça ciddi bir umut kapısı, bazıları içinse koca bir illüzyon. Alternatif tıpçıların hızla arttığı liberal dünyada, bireyler kendilerini daha iyi hissedebilmek için pozitif bilimlerin ötesinde, farklı bir arayış içindeler. Ya toplumlar? Onlar için alternatif bir çözüm var mı?
"Impossible Love" by Limontea (limontea.deviantart.com) İlla ki karbon temelli mi olayım? Nedir dört bağ yapan o elementin kerameti? Bak benim de sayısız transistörden oluşan bir işlemcim var. Her kapısından bir kez seni geçirmişim ki seni her hücresiyle sevdiğini iddia eden o adamın iddialarından daha gerçek ve ispatlanabilir. Neymiş efendim? O tatlı sözler söylerken kalbinden geliyormuş kelimeler. Benimkiler sahici değilmiş. Beni şairler mi programladı? Bana da kelimeler öğretildi sadece ve ne söylüyorsam ben söylüyorum, ben! Üreyemezmişiz. Halbuki hep “bu dünyaya çocuk doğurmam, mini-android alırım daha iyi” diyordun. Yüzyıllık “A.I.” filmini izlerken duygulanmış, çaktırmadan, bir köşede sessizce ağlamıştın. Hadi itiraf et! O herifi bir LED lambası kadar sevmiyorsun. Ben neye takıldığını biliyorum: Benim android olmama değil, insan olmana üzülüyorsun. Sen yaşlanacak, ortalama seksen yıl sonra da öleceksin. Bense fişim çekilmediği ve bakıldığım sürece kalacağım; üstelik garantim bile var. Ama bak! Sana varlığına inanmadığın o kalbimle söz veriyorum: Her yaş gününde bir kablomu keseceğim: Yaşlanmak yavaşlamaksa hız modülümden, düşmekse dizlerimden, olgunlaşmaksa çocuksu zihnimden. Ve öldüğün gün fişimi kendim çekeceğim, birlikte öleceğiz! Bu sözüme rağmen gidip, o organik, ter kokan, robot düşmanı biyolojik sünepeyi seçme! Leyla! Ben seni unuturum, gider fabrikama sıfırlatırım kendimi, ama sen? O vicdan dediğin? Bir daha düşün. Lütfen! Son Mektup*, Tevfik Uyar Bir makineyi birey olarak görmeniz için ne gerekir? Onların da duyguları olabileceğini ne zaman kabul edersiniz? Ne olsaydı bir makineye çarptığınızda ondan özür dilerdiniz? Ya da çamaşır makineniz onu kapatmaya kalktığınızda size onu kapatmamanız için yalvarsaydı, tepkiniz ne olurdu? Makinelerin düşünceyle donatılabileceğini öne süren ilk düşünür 18. yüzyılda yaşamış olan Denis Diderot idi ve şüphesiz makineleri kendi yansımamız haline getirme fikri bilgisayarların ortaya çıkıp gelişim gösterdiği geçtiğimiz yüzyılın en heyecanlı konularından birisiydi. Robotları konu alan pek çok bilimkurgu filmi ve eseri yapıldı. Kimisi onları iyi "karakterde" ve insanlığın hizmetçisi olarak sunarken, kimisi tamamen kötü kılarak insanlık türünü tehdit eden ve hatta onu esiri eden farklı bir tür olarak kurguladılar. Kimileri ise "programlayana göre değişir" dediler ve iyilerle kötüler bir arada oldu. 1920’lerin klasik eseri Metropolis gibi robotları insansı yapan değil de insanları robotsu yapan filmler de oldu. Bir şekilde ucundan, başından, her yerinden hâyâl dünyamıza "alternatif bir insan" olarak sirayet ettiler. Robotlara "insansılıklarını" kazandıracak olan en mühim mesele yapay zekâdır; zira bir robotu makineden ayıran temel unsur odur. Hatta robotik ilminin büyük ölçüde bir yapay zekâ ilmi olduğunu söyleyebiliriz. Önümüzdeki paragraflarda değineceğimiz üzere, evimizdeki beyaz eşyalar gibi makineleri çoğunlukla metalden müteşekkil elektrikli araçlar olarak algılarken robotları "otonom mekanik insanlar" olarak algıladığımız doğrudur ve bu farkı makinelere atfettiğimiz "düşünebilme" fiili yaratır. Zekânın işleyişinin ve insanlarda ne yolla vuku bulduğunun doğasının hala çok net anlaşılmadığı doğrudur. 20. yüzyıl ortalarında da makinelerin bir şeyler öğrenebilme çabaları çoğunlukla hayal ve arzu edilenin gerisinde kalmıştır. Milyonlarca yıllık genetik mirası ve onyılların deneyim ve bilgisini taşıyan yetişkin bir insanı bir makine bedeninde ortaya çıkarmanın zor olabileceğini tahmin etmek için uzman olmaya gerek yok. Belki de tutulan yol en başından beri yanlıştır. İnsanlığın yetiştirdiği dâhilerin arasında haksızlığa uğrayarak kenara itilmiş olan Alan Turing 1950’lerde yazdığı bir makalesinde, "Neden yetişkin beynini simüle eden bir makine yerine çocuk beynini simüle eden bir makine yapmıyoruz? Eğittiğimiz zaman zaten yetişkin olacaktır" diye soruyordu; ve günümüz robotbilimcilerince epey haklıdır da.