POPULARITY
Bir Aile, Bir Dönem, Bir Sanat Yolculuğu: Şakir Paşa Ailesi ve Fahrünnisa Zeyd
Yüce Allâh, kendisine ait isimlerden otuz kadarını Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'e isim olarak vermiş ve bu suretle O (s.a.v.)'e bir hususiyet bahsetmiştir. İşte o isimler sırasıyla şunlardır: “El-Ekrem, El-Emîn, El-Evvel, El-Âhir, El-Beşîr, El-Cebbâr, El-Hâkk, El-Habîr, Zü'1 Kuvve, El-Raûf, El-Rahîm, El-Şehîd, El-Şekûr, El-Sâdık. El-Azîm, El-Afüvv, El-Alîm, El-Azîz, El-Fâtih El-Kerîm, El-Metîn, El-Mü'min, El-Müheymin, El-Mukaddes, El-Mevlâ, El-Veliyy, ElNûr, El-Hâdî, Tâhâ ve Yâsîn.” Ali bin Zeyd bin Cüd'ân (r.âleyh) der ki: “Bazı arkadaşlar toplantı hâlinde idiler. Bir ara içlerinden birisi: “Arap şâirlerinin söylediği şiirler arasında en güzel beyt hangisidir?” diye sordu. Cevap olarak dediler ki: “Şüphesiz Hassân (r.a.)'in “Allâh (c.c.) ona isminden bir isim ayırdı” beytidir.” “Peygamber şairi” olarak anılan Hassan (r.a.)'in bu şiirinde, şu meâlde mısralar da bulunmakta idi: “Allâh (c.c.), O (s.a.v.)'in adını kendi adı ile berâber andırıyor: Müezzin beş vakit ezânları okuyup “eşhedü” dediği müddetçe... Lütfedip O (s.a.v.)'e kendi isminden bir isim ayırdı. Arş'ın Râbbi'nin bir adı Mahmûd. Peygamberinin adı da Muhammed (s.a.v.)” İbn-i Abbas (r.a.) demiştir ki: “Peygamberimiz doğduğu zaman, dedesi Abdü'l-Muttalib, O (s.a.v.)'in nâmına akika kurbanı olarak bir koç kesmiş ve O (s.a.v.)'e Muhammed (s.a.v.) adını koymuştur. Abdü'l-Muttalib'e demişler ki: “Torununa Muhammed (s.a.v.) adını vermenizin sebebi nedir? O'na niçin atalarının isimlerinden bir ad vermediniz?” O da şu karşılığı vermiştir: “O (s.a.v.)'in gökte Allâh (c.c.), yeryüzünde de insanlar övsün diye, O (s.a.v.)'e Muhammed adını verdim” (Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri,S.140)
Yüce Allâh, kendisine ait isimlerden otuz kadarını Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'e isim olarak vermiş ve bu suretle O (s.a.v.)'e bir hususiyet bahsetmiştir. İşte o isimler sırasıyla şunlardır: “El-Ekrem, El-Emîn, El-Evvel, El-Âhir, El-Beşîr, El-Cebbâr, El-Hâkk, El-Habîr, Zü'1 Kuvve, El-Raûf, El-Rahîm, El-Şehîd, El-Şekûr, El-Sâdık. El-Azîm, El-Afüvv, El-Alîm, El-Azîz, El-Fâtih El-Kerîm, El-Metîn, El-Mü'min, El-Müheymin, El-Mukaddes, El-Mevlâ, El-Veliyy, ElNûr, El-Hâdî, Tâhâ ve Yâsîn.” Ali bin Zeyd bin Cüd'ân (r.âleyh) der ki: “Bazı arkadaşlar toplantı hâlinde idiler. Bir ara içlerinden birisi: “Arap şâirlerinin söylediği şiirler arasında en güzel beyt hangisidir?” diye sordu. Cevap olarak dediler ki: “Şüphesiz Hassân (r.a.)'in “Allâh (c.c.) ona isminden bir isim ayırdı” beytidir.” “Peygamber şairi” olarak anılan Hassan (r.a.)'in bu şiirinde, şu meâlde mısralar da bulunmakta idi: “Allâh (c.c.), O (s.a.v.)'in adını kendi adı ile berâber andırıyor: Müezzin beş vakit ezânları okuyup “eşhedü” dediği müddetçe... Lütfedip O (s.a.v.)'e kendi isminden bir isim ayırdı. Arş'ın Râbbi'nin bir adı Mahmûd. Peygamberinin adı da Muhammed (s.a.v.)” İbn-i Abbas (r.a.) demiştir ki: “Peygamberimiz doğduğu zaman, dedesi Abdü'l-Muttalib, O (s.a.v.)'in nâmına akika kurbanı olarak bir koç kesmiş ve O (s.a.v.)'e Muhammed (s.a.v.) adını koymuştur. Abdü'l-Muttalib'e demişler ki: “Torununa Muhammed (s.a.v.) adını vermenizin sebebi nedir? O'na niçin atalarının isimlerinden bir ad vermediniz?” O da şu karşılığı vermiştir: “O (s.a.v.)'in gökte Allâh (c.c.), yeryüzünde de insanlar övsün diye, O (s.a.v.)'e Muhammed adını verdim” (Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, S.140)
Saîd b. Zeyd (r.a.) cennetle müjdelenen on sahâbînin sonuncusudur. Saîd b. Zeyd (r.a.)'den söz etmek için önce babasını tanımamız gerekir. Hz. Saîd (r.a.)'in babası İslâm'dan önce de putlara tapmaya karşı çıkan bir kimseydi. Babasının bu tutumu, daha sonraları oğlu Saîd üzerinde etkili olmuştur. Saîd b. Zeyd (r.a.)'in babası kendilerine “Hanifler” denilen topluluktandı ki bunlar putlara tapmaya karşı çıkarlardı. Âmir b. Râbîa'nın rivayet ettiğine göre, kendisi Mekke'nin dışında Zeyd b. Amr'in Hıra'ya doğru gittiğini görmüş. Zeyd, Âmir'e şöyle demiş: “Ey Amir! Bu bölgede bir peygamberin gelme zamanı yaklaşmış bulunuyor. Ben ona yetişeceğimi sanmıyorum. Şayet senin ömrün uzun olursa o peygambere tâbi ol ve benden selam söyle.” Âmir sözüne şunları ekliyor ve diyor ki: “Muhammed (s.a.v.) peygamber olarak gönderilince ben onun getirdiği dini kâbul ettim ve arkadaşım Zeyd'in selâmını ilettim. Hz. Peygamber (s.a.v.) onun selâmını aldı ve ona Allâh (c.c.)'un râhmet etmesi duâsında bulundu.” Said b. Zeyd (r.a.) de diyor ki: “Ben Hz. Peygamber (s.a.v.)'e gelerek dedim ki; “Babam Zeyd sizin işittiğiniz gibiydi. Onun için istiğfar edin.” Peygamber (s.a.v.) onun için istiğfar etti ve şöyle buyurdu: “O kıyâmet gününde benimle İsa peygamber arasında tek başına bir ümmet olarak diriltilecektir.” Saîd b. Zeyd (r.a.)'in rivayet ettiğine göre, “Tâğut'a kulluk etmekten kaçınıp, Allâh'a yönelenlere müjde vardır” (Zümer s. 17) ayeti cahiliye döneminde tek Allâh'a inanan şu üç kimse hakkında inmiştir: Zeyd b. Amr, Ebû Zer el-Gıfârî ve Selman-ı Fârisi (r.a.e.). Bundan dolayıdır ki, Zeyd b. Amr (r.a.)'in bütün varlığını ve gücünü İslâm'a veren, tepeden tırnağa ihlâs kesilen ve cennetle müjdelenen on kişiden birisi olan Saîd gibi bir oğlu olmasında bir tuhaflık yoktur. (Muhammed Mütevelli Şaravî, Cennetle Müjdelenen On Sahâbe,s.199-201)
Tay Kabilesinin Bileği Bükülmez Efendisi: Zeydül Hayr Örnek Nesil serimizin dördüncü bölümünde, Tay Kabilesi'nin önderi Zeydül Hayr (r.a.)'ın hayatına yakından bakıyoruz. İslam'la müşerref olmadan önce "Zeydül Hayl" (Atlı Zeyd) olarak tanınan bu yiğit sahabe, sahip olduğu sayısız atla nam salmıştı. Heybetli duruşu, gür sesi ve cesaretiyle kabilesinin en önde gelen ismiydi. İslam'ın haberini duyduğunda kabilesinin ileri gelenleriyle birlikte Yesrib'e gitti. Peygamber Efendimiz (s.a.v.)'in hutbesini dinleyerek şehadet getirdi ve Müslüman oldu. 7 gün boyunca Resûlullah'ın (s.a.v.) yanında kaldıktan sonra, kabilesine İslam'ı anlatmak için yola çıktı. Ancak Medine hummasına yakalanarak vefat etti. Fakat vasiyeti yerine geldi ve kabilesi daha sonra İslam'la şereflendi. Bu cesur sahabenin fedakârlık ve teslimiyet dolu hikâyesini keşfetmek için yeni bölümümüz yayında!
Step into the intricate world of exterior design with Zeyd Kan and his expert team at Future Design Stucco. Specializing in EIFS (Exterior Insulation Finishing Systems) and masonry, this show takes you behind the scenes of full exterior retrofits and new build construction.From the challenges of winter stucco work to achieving flawless limestone finishes, Zeyd and his crew explore techniques to get that perfect straight corner, reveal the hidden ways bad framing can sabotage a job, and discuss the importance of lighting in stucco design. Discover the latest trends, like granite-look finishes, and learn how to avoid the common pitfalls of stucco applications.And we get a little political talk and some food talk into the show too, but mostly stucco.Join them as they dive into trade secrets, share the importance of passing on knowledge, and expose where some contractors cut corners—and why they don't. Whether you're a pro in the field or just curious about what makes homes shine, "The Art of Stucco" is your guide to mastering this timeless craft."When you master the surface, you redefine the structure."Follow Us:
Zeyd b. Sabit (r.a.), Resûlullah (s.a.v.)'den naklen şöyle anlattı: “Bir kimsenin niyeti âhiret olursa, Allâh onun dağınık işlerini bir araya getirir. Ona gönül zenginliği, kanaat verir. Dünya nimetleri ona boyun eğer. Yine bir kimsenin, niyetinde dünya olursa, Allâh onun işlerini dağıtır. Kalbine açlık ve fakirlik korkusu salar. Dünyadan kendisine gelen ise, ancak Allâh'ın yazdığı kadardır.” Esved b. Kays (r.âleyh) diyor ki: “Cündüb'den dinledim, şöyle anlattı: “Bir gün, Ömer (r.a.) Resûlullah (s.a.v.)'ın huzuruna girdi. Bir hasır üstünde, yatmıştı. Yüzüne üzerinde yattığı hasırın izi çıkmıştı. Ömer (r.a.) ağladı. Resûlullâh (s.â.v.) sordu: “Seni ağlatan nedir?” Ömer (r.a.) şöyle dedi: “Kisra'yı ve Kayser'i hatırladım. Onların dünya bolluğunu düşündüm. Sen, Allâh'ın Resûlü olduğun halde yüzüne hasır izi gelmiş.” Bunun üzerine, Resûlullâh (s.a.v.) şöyle anlattı: “Onların ulaşabilecekleri iyilikler kendilerine dünya hayatında peşin olarak verildi. Fakat biz, öyle bir ümmetiz ki, iyilik ve ihsanlarımız âhirete bırakıldı.” Hz. Ali (r.a.)'in şöyle dediği anlatılır: “Sizin için iki şeyden korkarım. Uzun emel, nefsin kötü arzularına uymak. Uzun emel, size âhireti unutturur. Hevâî arzular ise doğru yolu kapatır. Dünya göçüp gitmektedir, âhiretin yüzü ise bize dönüktür. Herbirinin kendine has çocukları vardır. Siz, âhiret çocukları olunuz, dünya çocukları olmayınız.” (Ebû'l-Leys Semerkandî, Tenbihü'l-Gâfilin, s.270-271)
Hz. Muhammed (sav), gelini Zeyneb'i, evlatlığı Zeyd ile ev halinde görünce, hoşuna gider ve ona karşı içinde bir sevgi beslemeye başlar. Ve Zeyneb'e hitaben “Kalpleri döndüren Allah, noksan sıfatlardan münezzehtir” der. Zeyneb bu sözü işitir ve Zeyd'e söyler. Bunun üzerine Zeyd, Hz. Muhammed'in Zeyneb'i sevdiğini düşünür ve Peygamber'e gelerek eşi Zeyneb'i boşamak ister fakat Peygamber, Zeyd'e “Eşini yanında tut, Allah'tan kork,” der ve boşanmalarına müsade etmez. Bu olay bir kaç defa tekrarlanmasına rağmen Zeyd hanımını boşar ve sonrasında Hz. Muhammed eski gelini Zeynep'le evlenir. Bu iddiayı atanlar “Sen öyle diyordun ama içindekini saklıyordun” ayetinide delil göstererek kendilerince iddialarını Kur'an ile desteklemiş oluyorlar. Peki bazı ateist, deist ve agnostiklerin söyledikleri bu iddia sizce doğru mu? İsterseniz gelin bu konuyu mantık, tarih ve rivayet açısından farklı yönlerden ele alıp inceleyelim. Bakalım bu meselenin doğrusu neymiş. Yoksa Hz. Muhammed gerçekten de gelinine mi aşık oldu? * Video Linki: https://youtu.be/gbB2cBNqSZE * Bölümler: 0:00 Hz. Peygamber Hakkındaki İddia 1:11 Evlenme Hadisesi Aslında Nasıl Gerçekleşti 4:53 Peygamber(a.s.m) Hz. Zeyneb'ten Etkilenmiş Olabilir Mi? 7:04 Olaylar Böyle Gerçekleşmeseydi Hz. Zeyd'in Tavrı Nasıl Olurdu? 8:55 Peygamber(a.s.m) İçinde Gizlediği Şey Neydi? 10:39 Bu İki Evlilik Neden Yaşandı? 13:27 Son * Fatih Toprakoğlu * Takip Etmeyi Unutma: Instagram: @maksat114bursa YouTube: @maksat114 Spotify: Maksat 114 X: @maksat114bursa
Emîr-ül Mü'minîn Ali (k.v.) ve Ebû Saîd ve İmrân bin Hasîn (r.a.e.), Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'den şöyle bildirirler: “Gözlerinin ışığı hanımların efendisi, kerîmesi Fâtıma (r.anhâ)'ya: “Ey Fâtıma! Kalk! Kurbanının yanına git! Muhakkak ki, kurbanından yere damlayan ilk kan damlası ile ömründe işlemiş olduğun her günâh mağfiret olunur. Muhakkak yarın kıyâmet günü, kestiğin bu kurbanın kanını ve etini getirip, terazinin sevâblar kefesine koyarlar, yetmiş kat fazlasıyla” buyurdular. Zeyd bin Erkam (r.a.)'in, bu kurbanlar nedir suâline, Peygamber (s.a.v.) Efendimiz “Babanız İbrahim (a.s.)'ın milletidir” buyurdular. Bizim için onda ne vardır dediklerinde: “Kurbân edilen hayvanın üzerindeki kıllar sayısınca, sahibine sevâb yazılır” buyurdular. Kurban kesmesi gerektiği halde, içindekilerin kurban kesmediği ev inler ve sahibi için bedduâ eder ve: “Allâh (c.c.) sana iyilik yaptırmasın, bende kurban kesmediğin gibi” der. O ev, o sene belâ oklarına hedef olur. İçinde kurban kesilen ev memnun olur, sahibine iyi duâ eder. O evde rahatlıklar, iyilikler sürer. Kimin adına kurban kesilirse, o kişi üzerinde kazâ ve belâ uzaklaştığı gibi, işlemiş olduğu kabahât ve suçları da affedilmiş olur. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz bu konu hakkında şöyle buyurdular: “Kurbanlarınızı büyük yapınız, yâhud yağlı yapınız. Muhakkak ki, onlar Sırat üzerinde sizin binekleriniz olacaktır.” Yine Peygamber (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurarak “İnsanoğlu bu kurban bayramı gününde kan akıtmaktan daha üstün bir amel yapmamıştır. Meğer ki, akrabalar ziyaret edilmiş ola” (Taberani) kurbanın önemi dile getirmişlerdir. Diğer bir hadiste ise şöyle buyrulmuştur: “Gönül hoşnutluğuyla ve sevâbını umarak, Allâh rızası için kurban kesenin kurbanı, ateşe karşı bir örtü olur. ” (Taberani) (Mevlânâ Muhammed Rebhami, Riyadün Nasihîn, s.262-263; İmâm Şarani, Uhudul Kübra, s.256-258)
Rivayet olunur ki, ilk yılda namaz vakitleri olunca Ashâb-ı Kirâm (r.a.e.) kendiliklerinden gelip toplanırlardı. Namaz için davet yoktu. Sonradan Resûlullâh (s.a.v.) Efendimiz, ulu sahabelerle meşveret edip: “Halkı namaza ne şekilde dâvet edelim?” dediler. Bazıları, “Biz de Hıristıyanlar gibi çan kullanalım. Namaz vakitlerinde çanlar çalınsın” dediler. Bazıları, “Yahudilerin adeti üzere boru çalınsın” dediler. Kimisi de “Namaz vaktinde ateş yakıp yukarı kaldıralım. Halk görüp mescide gelsinler” dediler. Ondan sonra Abdullah bin Zeyd bin Sa'lebe (r.a.)'e, birisi rüyasında ezân ve kâmeti öğretti. Abdullah (r.a.), sabah olur olmaz Resûlullâh (s.a.v.) Efendimiz'in hizmetine geldi ve “Ya Resûlâllah, bu gece gördüm. Bir kimse geldi. Altına ve üstüne yeşil elbiseler giymişti. Bana şöyle şöyle öğretti. Ben öyle bir haldeydim ki, uyumuyordum desem gerçek söylerim” dedi. Ezânı ve kâmeti rü'yasında öğrendiği gibi Resûlullâh (s.a.v.) Efendimiz'e okuyuverdi. Resûlullâh (s.a.v.) Efendimiz dedi ki: “İnşâallâhü Teâlâ hak rü'ya görmüşsün. Kalk Bilâl'e de telkin eyle. Onun sesi seninkinden yüksektir. Senden işittiği gibi ezânı okusun.” Abdullah bin Zeyd (r.a.) der ki: “Şerefli emirleri üzere ben de kalkıp Bilâl'e telkin ettim, o da ezanı okudu.” Hz. Ömer bin Hattâb (r.a.) evindeydi; ezanı işitmiş, acele ile Resûlullâh (s.a.v.) Efendimiz'e geldi: “Ya Resûlâllah, seni hak peygamber gönderen Allâh (c.c.) hakkı için ben rü'yada nasıl gördümse Bilâl de ezanı öyle okudu” dedi. Meğer Hz. Ömer (r.a.) de rü'yasında Abdullah (r.a.)'in gördüğünü ayniyle görmüş imiş. (İmâm Kastalâni, Mevahib-ü Ledünniye, s.109-110)
*Amr ibn As, Halid ibn Velid ve Ebu Süfyan gibi insanların birden amudî yükselişlerine hayret ediyorum. Mesela; gerçek insanlık ve beklentisizlik ufkuna doğru dikey yükselenlerden biri olan Amr ibn As (radıyallahu anh) kendisine ganimet verilmek istendiğinde: “Ya Rasûlallah, ben ganimet için Müslüman olmadım!” demiştir. Onunla aynı ruh halini paylaşan bir sahabîye de İnsanlığın İftihar Tablosu (aleyhissalâtü vesselâm) ganimetten hissesini vermek istediğinde, o zat, “Ya Rasûlallah! Ben bunu kabul edemem. Ben (boğazını göstererek) şuradan bir ok yiyeyim de şehit olayım diye Müslüman oldum.” demiş ve neticede arzu ettiği gibi şehit olup ötelere yürümüştür. *Hazreti Halid (radıyallahu anh) âhirete yürürken geride hiçbir şey bırakmamıştı. Sa'd ibn Zeyd diyor ki: “Hazreti Halid, herkesin övdüğü bir kumandan olarak yaşadı, İslam'ın bir yitiği olarak gitti.. gitti ve geride sadece atını, kalkanını ve kılıcını bıraktı.” *Hazreti İkrime, Müslüman olduğunda “Yâ Rasûlallah! Sana ve İslâm'a düşmanlık uğruna ne kadar mal sarfettiysem, bundan böyle İslâm için bunun iki mislini harcayacağıma söz veriyorum…” demişti. Yermük'te sözünde durmuştu.. ancak orada verdikleri arasında, canı da vardı. Yermük Muharebesi'ne hanımı ve çocuğuyla beraber katılır. O bu muharebede yaralanır ve alıp bir çadıra getirirler. Hanımı başucunda ağlarken İkrime, “Ağlama!” der, “Ben zaferi görmedikçe ölmeyeceğim.” Bu da ona ait bir keramettir. Biraz sonra çadıra amcası Hâris b. Hişâm girer: “Müjde, der, Allah bize zafer verdi!” İşte o zaman İkrime, “Beni ayağa kaldırın. Çünkü içeriye Allah Rasûlü girdi.” der ve Allah Rasûlü'nün ruhaniyatına hitaben şunları söyler: “Yâ Rasûlallah! Sana verdiğim sözümde durdum mu? Ahdimi yerine getirdim mi?”
Saîd b. Zeyd (r.a.) uzun boylu olup, esmere çalan bir ten rengi vardı. Güzel huylu, sakin tabiatlı vera' ve takvâ sahibi bir kimseydi. Zühd ve tevazu sahibi, derinlemesine dindarlığı olan bir zât idi. Saîd b. Zeyd (r.a.) ilk müslüman olanlarla birlikte müslüman oldu. Kendisiyle birlikte Hz. Ömer (r.a.)'in kız kardeşi Fâtıma (r.anhâ) da müslüman olmuştu. Resûlullâh (s.a.v.)'in peygamber olarak gönderilmesinden beş sene sonrasına kadar, geç müslüman olan Hz. Ömer (r.a.)'den korktukları için müslüman olduklarını sakladılar. Zira Ömer (r.a.) şiddet ve katı davranışlarıyla meşhurdu. Hz. Ömer (r.a.) müslüman olduklarını öğrendiği eniştesi Saîd (r.a.)'in ve kız kardeşi Fâtıma (r.anhâ)'nın evine gelmişti. Hatta kız kardeşini tokatlaması üzerine Fâtıma (r.a.) “Bizi dövmeye hakkın yok!” demişti. İki kardeş arasında şiddet yoluyla başlayan görüşme, Saîd (r.a.)'in evinde Hz. Ömer (r.a.)'in müslüman olmasıyla sonuçlanmıştı. İşte Saîd (r.a.)'in evi, hâlâ günümüzde bile İslâm'ın ve müslümanların kıvanç duyduğu eşsiz bir şahsiyeti İslâmiyet'e kazândırmıştı. Bu şahsiyet Hz. Ömer (r.a.)'in şahsiyetiydi. Saîd b. Zeyd (r.a.) Bedir savaşına katılmamıştır. Çünkü savaş öncesinde Saîd ve Talha b. Ubeydullah (r.a.e.)'i Hz. Peygamber (s.a.v.), Ebû Süfyan'ın sevk etmekte olduğu Kureyş'e ait bir ticaret kervanı ile ilgili bilgi toplamak üzere görevlendirmişti. Fakat Resûlullâh (s.a.v.), Saîd (r.a.) ve arkadaşını Bedir savaşına katılanlardan saymış ve kendilerine ganimetten pay vermiştir. Çünkü onlar da Müslümanların yararına bir vazife ile Resûlullâh tarafından görevlendirilmişlerdi. Saîd b. Zeyd (r.a.) Bedir savaşına bilfiil katılamamış olsa da ondan sonra yapılan tüm savaşlara katılma fırsatını kaçırmamak için titizlik göstermiştir. Bu sebeple tarih, Saîd b. Zeyd (r.a.)'in bütün savaşlara katıldığını kaydetmektedir. (Muhammed Mütevelli Şaravî, Cennetle Müjdelenen On Sahâbî, s.203-204)
Bir önceki yazımda, Abdullah Maruf Ömer imzalı “Medine'den Kudüs'e – Hz. Peygamber'in (sav) Beytü'l-Makdis'i Fetih Stratejisi.” adlı kitabı (Ketebe Yayınları, 2023) konu edinirken, Hz. Peygamber'in (sav), Kudüs'e 50 km. uzaklıktaki Mute Savaşı'nda (629) şehit düşen üç komutandan biri olan evlatlığı Hz. Zeyd b. Hârise'nin (ra) oğlu Hz. Üsâme'ye (Üsâme b. Zeyd b. Hârise, ö. 674) “Ey Üsame! Babanın öldürüldüğü yere varıncaya kadar Allah'ın adı ve bereketi üzerine yürü.” şeklindeki emrini zikrederek, Kudüs'ün bizzat Peygamber Efendimizin zamanında kendilerinin İsra'sı ve Mirac'ı başta gelmek üzere bir dizi harekata da konu olarak “vahyî bir sorumluluk” esasında hem onun hem de halifelerinin en sıcak gündem maddesi hâline geldiğini söylemiştim. Abdullah Maruf Ömer'in bizim zamanımızın diliyle “fetih stratejisi” olarak adlandırdığı bu vahyî sorumluluğun, bugünkü anlamıyla stratejiyi de kendiliğinden içine alacak şekilde, “Deyin ki: ‘Biz Allah'a, bize indirilene (Kur'an'a), İbrahim, İsmail, İshak, Yakub ve Yakuboğullarına indirilene, Musa ve İsa'ya verilen (Tevrat ve İncil) ile bütün diğer peygamberlere Rab'lerinden verilene iman ettik. Onlardan hiçbirini diğerinden ayırt etmeyiz ve biz ona teslim olmuş kimseleriz.” mealindeki ayetten (Bakara 2/136) kaynaklandığı malumdur. Benzer ifadelerle Âl-i İmrân 3/84; Nisa 4/152. ayetlerinde de tekrarlanan ama bizlerin daha çok yatsı namazından sonra, dolayısıyla her gün okuduğumuz Bakara 2/285. ayetiyle bildiğimiz bu hükmün, her şeyden önce İslam tanımlı olarak Hz. Adem'den (as) Hz. Peygamber'e kadar ulaşan “Nebevî sürekliliğe” tabi olduğunu; Kudüs'ün (Filistin'in) Müslümanların hakimiyetinde bulunması emrinin aynı zamanda Hz. Musa (as), Hz. Davut (as), Hz. Süleyman (as) ve kendi şeriatımızın peygamberi dahil burayla bağı bulunan “İslam peygamberleri”nden tevarüs edildiğini peşinen belirtmeliyiz. İnternet malumatıyla Hz. Musa, Hz. Davud ve Hz. Süleyman'ın Benî İsrail'in ataları olduklarını ve bu sebeple Kudüs / Filistin meselesinde Siyonist taleplerin de kısmen makul görülmesi gerektiğini zanneden kimi Müslümanların, -sosyal medyadaki benzer telkinlerin de etkisiyle- bizim bu değerlendirmemize dudak büküvermeleri ihtimal dahilindedir. Bundan hareketle yazımıza başlık yaptığımız bu hususu zikrettiğimiz ayetlerin hükmüne tabi olarak Nebevi süreklilik esasında ele alacağız ama bundan önce Hz. Üsâme'nin -asıl konumuzla derin bir bağı da bulunan- hayatı ve cihadı hakkında birkaç önemli bilgiyi iletelim. Hz. Üsâme, 614 yılında Mekke'de doğmuştur. Hz. Peygamber Bedir (624) ve Uhud (625) savaşlarında yaşının küçüklüğü nedeniyle savaşmasına izin vermemiş ancak onun bundan duyduğu üzüntüyü gidermek için -boyunu da uzun göstermeye çalışarak katılmak istediği- Hendek savaşında yer almasına izin vermiştir. Hz. Üsâme gençliğinde babası Zeyd b. Hârise'nin sancağı altında Mute'de savaşmış (629); babasının şehadetine bizzat tanık olmuştur. Mute'den sonra Peygamber Efendimiz onu yanından hiç ayırmamış, Veda Haccı dahil tüm sefer ve fetih eylemlerinde yanında tutmuştur.
Dies ist der sechste Vortrag aus der neuen Reihe "Usame bin Zeyd ra. | Der Liebling des Gesandten Allahs | Teil 6 | Die jungen Sahabe in der Zeit des Propheten"
İnsanın geceleyin, gündüz yaptığı işlerini gözden geçirmesi gerekir. Çünkü gece dinlenip istirahât ettiği için akıl ve zekânın daha çok çalışacağı, düşüncenin daha çok yoğunlaşacağı zamandır. Eğer yaptığı işler doğru ve övgüye değerse devam eder, benzerlerini de yaparak onu izler. Yanlış ve kınanacak durumda ve düzeltmesi de mümkünse telâfi eder ve ilerde benzerini yapmaktan vazgeçer. Binaenâleyh insan bu şekilde düşünürse yapmış olduğu fiillerini dört hâlin dışında görmez: Ya fiilleriyle hedeflemiş olduğu gayeye isâbet etmiştir. Ya yanlış yapmış ve o fiilleri yapması gereken yerde yapmamış olur. Yahut da o fiiller konusunda ihmâli söz konusu olup sınırlarına varamamış olur. Veya ileri gitmiş ve sınırı aşmış olur. İşte bu gözden geçirme meselesi yapacağı işi yapmadan önce düşünmeyi öne çıkararak bir nevi yardım sağlamaktır ki böylece isâbet noktalarını bilsin ve hatayı telâfi ederek fırsatı ganimet saysın. Şöyle denilmiştir: “Kim geçen olaylardan çokça ibret alırsa ayak sürçmesi az olur.” İnsanın kendi nefsinin hâllerini gözden geçirdiği gibi başkalarının hâllerini de gözden geçirmesi gerekir. Olabilir ki başkalarının tavırlarından hareket ederek doğruyu bulmak daha kolay olur. Çünkü başkasının hadd-ü harekâtını değerlendirirken nefis hevâ-heves şüphesinden kurtulduğu gibi kendi yaptığı işlerde gösterdiği hüsn-i zannı başkalarının yaptıklarında göstermekten uzaktır. Başkasından gördüğü bir doğruyu yakalar veya onun güzel bir fiili hoşuna giderse kendi nefsini de o güzel fiili işleyerek ziynetlendirir. Çünkü asıl mutlu ve bahtiyar, başkasının fiillerini gözden geçirip en güzeline uyan ve kötüsünden de vazgeçendir. Zeyd ibni Hâlid el-Cühenî (r.a.)'in Resûlullâh (s.a.v.)'den rivâyet ettiğine göre Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Asıl mutlu insan başkalarının hâl ve tavırlarından öğüt alan kişidir.” (Abdürrezzâk) (İmâm Maverdî, Edebü'd-Dünya ve'd-Dîn, s.763-765)
Dies ist der fünfte Vortrag aus der neuen Reihe "Zeyd bin Thabit ra. | Der Übersetzer des Gesandten Allahs | Teil 5 | Die jungen Sahabe in der Zeit des Propheten"
Milattan hemen sonra, Filistin topraklarında hâkimiyet kurmaya çalışan Roma İmparatorluğu, Yahudilerle çetin bir kavgaya tutuşmuştu. 70 yılında ünlü Romalı komutan Titus tarafından Kudüs'ün altı üstüne getirildi, ancak kavga yine yatışmadı. Filistin'de oraya buraya dağılan militan Yahudi gruplar, Romalı efendilere yönelik saldırı ve sabotajlarını sürdürdüler. Söz konusu karmaşa ortamında, sivil Yahudi nüfusun farklı coğrafyalara göç etmekten başka seçeneği yoktu. Asya yaylalarından Arabistan içlerine, büyük bir Yahudi hareketliliği başladı. Bu çerçevede, binlerce Yahudi de Yemen'in yolunu tuttu. Yemen'i tercih etmelerinin birinci sebebi, hepsinin çok iyi bildiği ünlü Şeba Kraliçesi'nin (İslâmî literatürdeki Sebe Kraliçesi Belkıs) memleketi olmasıydı. Kadîm Sebe ülkesi, Yemen'in kuzeyindeki Ma'rib mıntıkasındaydı. İkinci sebep ise, baharat ticareti rotasında çok kârlı bir durak olan Yemen'deki ekonomik potansiyeldi. Birkaç yüzyıl sonra, Yemen, yine Bilâdüşşâm bölgesinden iki ayrı dinî grubun daha göçüne sahne oldu: İbâdîler ve Zeydîler. Hz. Ali'yi şehit eden Hâricîlerden ayrılan bir fırka, Abdullah bin İbâd et-Temîmî'nin öğretilerini benimseyerek 745 yılı civarında Yemen'in Hadramevt bölgesinde kendi yönetimini kurmuştu. Hz. Hüseyin'in torunlarından Zeyd bin Ali'ye bağlı olan Zeydîler ise, Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer'in hilâfetini meşru görmeleri sebebiyle, Ehl-i Sünnet'e en yakın ve mutedil Şia fırkasıydı. Merkezdeki kavga ve kaostan kaçarak Yemen'e sığındıklarında, tarihler 800'lü yılların başını gösteriyordu. Böylece farklı itikadî ve tarihî arka planlara sahip Yahudiler, Zeydîler ve İbâdîler, Yemen ve bugünkü Umman topraklarında yan yana yaşamaya başladılar. Yemen Yahudileri, 1800'lü yılların başından itibaren, Batılı araştırmacıların ve antropologların dikkatini çoktan çekmişti. Özellikle Alman Yahudi kâşif ve fotoğrafçı Hermann Burchardt'ın –1909'da Yemen içlerindeki bir seyahati sırasında öldürülünceye kadar– yaptığı çalışmalar, Yahudilerin tarihine, kültürüne ve Yemen'deki konumlarına dair çok önemli bilgiler sağladı. Yemen Yahudileri, 1880'lerin başında küçük gruplar halinde Filistin'e göç etmeye başladığından, bilahare Siyonistlerin de radarına girmekte gecikmediler. İsrail kurulduktan sonra ise, merkezinde Yemen Yahudilerinin bulunduğu korkunç bir skandal, gündeme bomba gibi düşecekti...
Cenâb-ı Hâkk, Kur'ân-ı Kerîm'in bir çok âyetinde Resûlullâh (s.a.v.)'in Ashâbı (r.a.e.)'ni övmüştür: “Ey Resûlüm! İyiliği emreder, fenalıktan alıkorsunuz ve Allâh (c.c.)'a îmânınızda devam edersiniz.” (Al-i İmrân s. 110) Bu âyetin açık delâletinden de anlaşılacağı üzere, Ashâb-ı Kirâm'ın bu ümmetin en iyileri ve en hayırlıları olmasında şüphe yoktur. Bazılarının lakâbları şöyledir: ERKEK SAHABİLER Hz. Ebû Bekir (SIDDIK - Doğru sözlü, hakkı tasdik eden) Hz. Ömer (FARUK - Hâk ile batıla ayıran) Hz. Osman (ZÜNNÛRAYN - İki nur sahibi) Hz. Ali (ESEDULLAH - Allâh (c.c.)'un aslanı) Halid b. Velid (SEYFULLAH - Allâh (c.c.)'un kılıcı) Hz. Hamza (SEYYİDÜ'Ş-ŞÜHEDÂ - Şehitlerin efendisi) Abdullah b. Ravâha (SEYYİDÜ'Ş-ŞUARÂ - Şairlerin efendisi) Muaviye (KÂTİBU VAHYİ'R-RASÛL - Resûlullâh (s.a.v.)'in vahiy katibi) Huzeyfe b. el-Yemân (SÂHİBU SIRR-I RASÛLİLLÂH - Resûlullâh (s.a.v.)'in sırdaşı) Zeyd b. Hârise (HİBBU RASÛLİLLÂH - Resûlullâh (s.a.v.)'in bitanesi) Bilal-i Habeşî (MÜEZZİNÜ'R-RASÛL - Resûlullâh (s.a.v.)'in müezzini) Enes b. Malik (HÂDİMU'R-RASÛL - Resûlullâh (s.a.v.)'in hizmetkarı) Zübeyr b. Avvam (HAVÂRİ'R-RASÛL - Resûlullâh (s.a.v.)'in havarisi) Hasan b. Sâbit (ŞAİRU'R-RASÛL - Resûlullâh (s.a.v.)'in şairi) Sabit b. Kays (r.a.) (HATÎBU'R-RASÛL - Resûlullâh (s.a.v.)'in hatibi) Radıyallâhü anhüm ecmain (Allâh onlardan razı olsun) (www.mevlanatakvimi.com
Hz. Sa'd (r.a.) Allâh (c.c.) için ilk kan döken kimsedir. Rivâyet olunduğuna göre Sa'd (r.a.) Mekke'nin mahallelerinden birisinde; Ammar b. Yâsir, Saîd b. Zeyd ve Abdullah b. Mesud (r.a.e.) olduğu halde namaz kılmaktaydı. Onların namaz kılmakta olduklarından haberdar olan Ebû Süfyan, Ahnes b. Şüreym ve Abdullah b. Hatal bulundukları yere geldi. Hep birlikte namaz kılmakta olan Müslümanlar la alay ediyorlar, onlara söverek dinlerini alaya alıyorlardı. Bunlar arasında en şiddetlisi İbn Hatal idi. Alay etmek üzere harekete geçtiği zaman saldırıda da bulunuyordu. Hz. Sa'd (r.a.) bu düşmanlık gösterilerine tahammül edemiyordu. Yakınında bulunan bir kemik parçasını alarak İbn Hatal'a vurdu ve İbn Hatal'ın kanı akmaya başladı. İslâm'da bu türden bir olay ilk olarak meydana gelmişti. Böylece Sa'd b. Ebî Vakkas (r.a.) Allâh yolunda ilk kan akıtan kişi olarak meşhur oldu. Hz. Âişe (r.anhâ) rivâyet ediyor: Hz. Peygamber (s.a.v.) Medine-i Münevvere'ye gelişini izleyen günlerde bir tehlike hissettiği için gecelerini uyanık geçiriyordu. Bu sebeple “Keşke ashâbımdan iyi bir adam olsa da geceleyin beni koruma görevi yapsa” buyurmuştu. Biz bu halde iken bir silâh hışırtısı duyduk. Resûlullah (s.a.v.): “Kim o?” buyurdu. Bu soruya şöyle bir cevâp geldi: “Ben Sa'd b. Ebî Vakkas'ım!” Hz. Peygamber (s.a.v.) ona: “Seni buraya getiren nedir?” diye sordu. Sa'd (r.a.) cevâp verdi: “İçimden öyle geldi ki size bir şey olacak diye korktum ve sizi geceleyin korumak üzere geldim.” Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.) güven ve huzur içerisinde uyudu ve Sa'd (r.a.) için duâ etti.(Muhammed Mütevelli Şaravî, Cennetle Müjdelenen On Sahâbî, s.167-168)
Allâhü Teâlâ buyuruyor: “Hem evlerinizde oturun ve evvelki cahiliyet zamanında süslenerek, açılıp saçılarak sokağa çıkan kadınların çıkışı gibi çıkmayın. Namazı gereği gibi kılın. Zekâtı verin. Allâh (c.c.)'a ve Resûlüne itaat edin. Ey Ehl-i Beyt (Peygamber ailesi)! Allâh sizden sırf günâhı gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor. Peygamber, mü'minlere her hususta nefislerinden evlâdır. Peygamberin zevceleri, mü'minlerin anneleri hükmündedir. (Ahzab s. 6, 33) Zeyd b. Erkâm (r.a.)'den rivâyet edilmiştir: “Resûlullâh (s.a.v.) üç kere: “Allâh için Ehl-i Beytime ihsân etmenizi, onları hoş tutmanızı istiyorum.” buyurdu. Biz, Zeyd b. Erkâm (r.a.)'e Resûlullâh (s.a.v.)'in Ehl-i Beyt'inin kimler olduğunu sorunca şöyle cevâp verdi: “Ali'nin ailesi, Ca'fer'in ailesi, Âkil'in ve Abbas'ın aileleri.” Resûlullâh (s.a.v.) buyuruyor: “Ben size öyle büyük bir şey bırakıyorum ki, eğer siz ona sımsıkı yapışırsanız, asla sapıtmazsınız; Allâh (c.c.)'un kitabı ve ehl-i beytim. Düşünün, onlar hakkında bakalım bana nasıl uyacaksınız.” Kur'ân-ı Kerim'e uymak, onun emirlerini yerine getirmek, yasaklarından da kaçınmak ile olur. Resûlullâh (s.a.v.)'in Ehl-i Beyt'ine uymak ise, onları sevmek ile olur. Resûlullâh (s.a.v.) buyuruyor: “Muhammed (s.a.v.)'in hanedanını bilmek, cehennemden kurtulmaktır. Muhammed (s.a.v.)'in hanedanını sevmek, sırat köprüsünden kolay geçmeye vesiledir. Muhammed (s.a.v.)'in hanedanına yardım etmek ise azâptan emin olmaktır.” (Kadı Iyâz, Şifâ-i Şerif, s.432)
Uzun masal dinlemek isteyen çocuklarımız için hazırladığımız videomuzda Asr-ı Saadet döneminde geçen 7 gerçek olay çocukların anlayacağı dille anlatılmaya çalışılmıştır. Ezanla Dala Geçen Çocuki Ay Yarıldı, Üzüm Tanesi, Dilenci, Halim Selim Peygamberim, Suya Zam Geldi, Peygamberimiz ve Zeyd, ve Zarif İkaz Masalları bu videomuzda birleştirilmiştir. Ezanla Dala Geçen Çocuk: 00:00Ay Yarıldı: 04:06Üzüm Tanesi: 10:55Dilenci: 16:07Halim Selim Peygamberim: 20:24Suya Zam Geldi: 25:18Peygamberimiz ve Zeyd: 32:12Zarif İkaz: 36:59 #masal #erdem
Annesi tarafından, Müminlerin annesi Ümmü Seleme'nin (r.anha) eline doğan ve onun gözetiminde büyüyen, babası tarafından Peygamber Efendimiz'in (s.a.v.) kâtibi ve tercümanı olan Zeyd bin Sabit'e (r.a.) mensup bulunan, çocukluğundan itibaren Peygamber Efendimiz'in terbiyesi altında yetişen Enes b. Malik'e (r.a.) kâtiplik yapan, öncelikle tasavvuf ehlinin ve sonraki zamanda tarikatların meşruiyetleri esasında kendisiyle bağ kurdukları Hasan-ı Basrî (rahimehullah), zahitlik ve sûfîliğinin yanı sıra kıraat, tefsir, hadis ve kelam âlimlerinin de ilklerindendir. Yukarıda zikredilen aile bağlarının da bir gereği olarak, Ehl-i Sünnet arasında, İslamî vasatı esas alan bir zat olarak otorite kabul edilmiş, hem Eş'arî hem de Mutezîle mezhepleri düşünce ve amel yönünden ona mensup olduklarını ileri sürmüşlerdir. Zaten o, “...Medine'de yetişmesi, sahabe ve devlet adamlarıyla birlikte oluşu, ikinci olarak Basra'da yerleşmesi, oradaki ders halklarına özellikle İbn Abbas'ın halkasına katılması, dolayısıyla pek çok hafız ve kurrâyı tanıması yüzünden böyle bir konuma lâyıktı. Bu halkalardaki derslerde ise, Hz. Peygamber'in savaşları ve şemaili; tefsir, hadis, şiir ve geçmişteki haberler anlatılırdı. Muaviye zamanında doğu ülkelerindeki fetihlere katıldı, bu ülkelerde on yıla yakın kaldıktan sonra Basra'ya döndü, ilmi etkinliğe yeniden başladı. Deneyim kazanmış, bilgisi artmış, Hz. Peygamber'in çevresine mensup olmanın yanı sıra, ilim ve cihat şerefine de sahip büyük şahsiyetlerden biri oldu. İşte bu özellikleri, Emeviler'in kendisini takdir etmesini, ona eziyet etmekten çekinmelerini, hatta rızasını ve desteğini kazanma çabalarını da açıklar. Çünkü o Basra'da ‘tek başına bir ümmet'ti.” Muhammed Âbid el-Câbirî, Arap-İslam Siyasal Aklı, Trc.: Vecdi Akyüz, Kitabevi Yayınları, 2001 Dolayısıyla Hasan-ı Basrî, sıradan bir kişi değildir; çevresinde seçkinlerin ve halkın toplandığı bir zattır; ilim, temizlik, açıklık ve doğruluk niteliklerini şahsında toplayan bir semboldür ve o, en yüksek mertebeye ulaşmak üzere engelleri aşan bir mevladır. Bu hususları kaydeden el-Câbirî, Hasan-ı Basrî'nin kriz zamanlarındaki tutumunu, tercihlerini de şu cümlelerle nakleder: Hasan-ı Basrî sosyal kökenine bağlı kalmıştır. Devlet memuru olmayı kabul etmemiş, fikri ve siyasi bağımsızlığını korumayı yeğlemiştir. “Üçüncü olarak o, devlete, haksızlığına ve zulmüne karşı muhalif bir tutum takınmıştır ama bunda aşırı ve mutaassıp olmamıştır. İşte bu özellikleri, ona, tekfir ideolojisi ile imamet mitolojisi yandaşları dışındaki bütün muhalefet güçlerinin güvenini kazandırmış, ondan yararlanmalarına neden olmuştur. Başka bir deyişle, Hasan-ı Basri, 1) bir yanda cebir (zorlama, baskı) ve olan duruma teslimiyet ideolojisini geliştiren zalim Emevi devletinin, 2) öte yanda tekfir ideolojisini benimsemiş Havaric'in, 3) imamet mitolojisinde yok olmuş Râfıza tutumlarının ortasını bulmaya çalışmış, çoğunluk içinde genellikle tarihin yapıcısı olan orta güçlerin varlığını gözeterek onların siyasi muhalefetini temsil etmiştir. Bu üç tutumun birlikte ortaya çıktıkları devirde, kaderle ilgili ilk tartışmalarının başlamasını da doğal saymak gerekir. Çünkü büyük tarihçi İmam Taberi'nin bile Müslümanların hafızasına acı yer etmesin düşüncesiyle üstünü örttüğü Kerbela'dan Herre'ye birçok elim olaylar yaşanmış bu da ister istemez Müslümanların kader konusunu sorgulamalarını beraberinde getirmiştir. Hasan- ı Basrî yukarıda zikrettiğimiz tutumuyla da kaderde cebir ve ihtiyar konusundaki tartışmaların merkezinde yer almıştır.
Hz. Osman hilafetinin son yıllarında (650'li yıllarda) başlayıp, Hz. Ali'nin şehadeti (661), Kerbela hadisesi (680) vb. önemli olaylarla şiddetini zaman zaman artırarak, Abdülmelik b. Mervan saltanatının (685-705) ilk on yılına kadar devam eden iktidar krizinde, İslamî vasatta durmalarıyla ünlü isimlerin, bugünkü ilgili krizlerde de halen Müslümanlar için örnek olmayı sürdürmeleri garipsenecek bir durum değildir. Zira meselenin aslı din ve dünya algısında toplanmakta, yönetme anlamında siyaset esaslı tartışma ve çatışmaların mahiyet ve seyrine göre çeşitlenmektedir. Öyle ki, 2023'te yapılacak olan Türkiye'deki siyasi seçimler bile millilik ve vesayetçilik, bağımsızlık ve mandacılık tercihlerinde bulunma bakımından hâlen aynı bağlama oturmaktadır. Din ve dünya algısından, siyasi tavırdan söz ettiğimiz yerde, aynı zamanda zihniyet kurucu ya da halk dilindeki karşılığıyla kurucu baba (pîr) vasıflarını da yüklenen örnek isimlerin başında ise Hasan-ı Basrî (rahimehullah) yer alır. 21-110 / 642-728 yılları arasında yaşayarak, ilk iktidar krizlerinin tamamına tanık olan Hasan-ı Basrî'nin babası Yesâr, Meysan'ın fethinde, büyük sahabilerden Zeyd b. Sabit tarafından köle edinilen bir Hristiyan'ın oğludur. Zeyd b. Sabit, Yesâr'ı azat ettikten sonra, o da annelerimizden Ümmü Seleme'nin azatlı kölesi olan Ümmü Hayra ile evlenmiş, Hasan bu evlilikten doğmuştur. “Böylece Hasan-ı Basrî vela yoluyla, anası tarafından Hz. Peygamber katındaki konumu Aişe'den sonra gelen Ümmü Seleme'ye, babası tarafından Hz. Peygamberin kâtibi ve kaynakların İbranice ve Süryanice bildiğini belirttiği tercümanı olan Zeyd bin Sabit'e mensuptur. Zeyd bin Sabit, Ebu Bekir zamanında Kur'anı toplamış, Osman zamanında öteki vahiy kâtiplerinden bir grupla toplama işinin bitirilmesi için çalışmıştır.” (el-Câbirî, Arap-İslam Siyasal Aklı, Trc.: Vecdi Akyüz, Kitabevi Yayınları, 2001) İbnü'n-Nedim, Hasan-ı Basrî'nin künyesinin Ebû Said olduğunu, Hz. Ömer'in hilafetinin sona ermesinden iki yıl önce doğduğunu ve 89 yaşında vefat ettiğini kaydederek, Horasan'da Rebî' b. Ziyad'a, Sâbûr şehrinde, yaklaşık üç yıl kadar da Enes b. Malik'e kâtiplik yaptığını, Abdurrahman b. el-Eş'as'a biat ettiğini söylemektedir. (el-Fihrist, Trc.: Ramazan Şeşen, TYEK Başkanlığı Yayınları, İstanbul 2019) Bunlardan, Rebî' b. Ziyad, Peygamber Efendimizle (sav) ile görüştüğü kesin olarak bilinmemekle birlikte, ilgili sahabe hakkındaki kaynaklarda sahabeden sayılmış, 671'den itibaren iki buçuk yıl Horasan valiliği yapmıştır. Hicrette on yaşında olan Enes b. Malik, daha o yaşta Peygamber Efendimizin hizmetine girmiş, bizzat onun tarafından terbiye edilmiş ve vefatına kadar da onun yanından hiç ayrılmamıştır. Eş'as ise, Haccac yönetimine isyan eden sahabidir; Hasan-ı Basrî ona biatı yüzden Haccac'ın tenkidine uğramışsa da zulmüne muhatap olmamıştır.
Allâhü Teâlâ'nın emirlerini yaptırırken ve münkerden, kötü işlerden men ederken şeriata uygun hareket etmeli, ihtiyâtı gözetmelidir. Tecessüs etmemelidir. Çünkü Allâhü Teâlâ bunu yasaklıyor. Kimseye kötü zanda bulunmamalıdır. Müslümanların işi iyilik üzere olduğundan, bundan da men olunmuşlardır. Önce kendini şeriata uydurmalı, her sözünü ve hareketini şeriata uygun yapmalıdır ki, sözü tesirli olsun, gönüllerde yer etsin. Şerîati kendine uydurmamalıdır. Hadîs-i şerîfte, Üsâme bin Zeyd (r.a.) rivayeti ile buyuruluyor ki, “Kıyâmet günü birini getirirler. Onu Cehenneme atın emri gelir. Bağırsakları dışarı çıkar. Merkebin dolap etrafında, dönmesi gibi, bunun etrafında döner durur. Cehennemde olanlar, kendisine, “Sen emr-i ma'rûf ve nehy-i münker yapmadın mı, şimdi bu hâl nedir? Seni bu hâle düşüren nedir?” derler. “Evet, başkalarına iyiliği emrederdim, fakat kendim yapmazdım. Kötülüklerden men' ederdim, kendim ise yapardım” cevâbını verir.” (Buharî) O halde ihtiyat etmeli, doğruyu söylemek ve ulaştırmaktan susmamalıdır. Ancak şer'î bir özrü varsa, sözünü dinlemeyeceklerse, hakkı aşağılıyacaklarsa yapmaz. Çünkü bundan bir fayda hâsıl olmaz. Aksine fesâd ve zarar doğar. Münker işleyen kimse, kafa tutar, kabûl etmezse, ya'nî şerîatin emrini beğenmezse, kâfir olur. İş böyle olunca, bu tip kimselere doğruyu ulaştırmamak lâzım olur. Bu sebebdendir ki, âlimler yazıyorlar. Emr-i ma'rûf ve nehy-i münker yapacak olan, doğruyu söylemekle bir fayda hâsıl olacağını, kabul edileceğini yâhud münkerin kaldırılacağını bilirse, o zaman söylemesi vâcib olur. Kabul edilmeyeceği bilinirse, söylememek vâcib olur. (Muhammed Rebhami, Riyâdü'n-Nâsihîn, s.253)
münafıkların gerçek simasını resmetmekle birlikte, alamet ve nişanelerini zikrederek, Müslümanlara karşı yaptıkları komplolarla ilahi rahmet ve mağfiretten ve aynı zamanda Peygamber'in (s.a.a) duasından mahrum kaldıklarını konu edinmektedir. Bu sure lafız ve hacim bakımından mufassal surelerden olup Vakıa Suresi'nden sonra “اذا” (iza) ile başlayan surelerin ikincisidir. 180Harf Sayısı800 v t e Münafikun Suresi Bu sure, çoğu ayetlerinin münafıklar hakkında nazil olmasından ve onların sıfat, hal ve amellerinden bahsetmesinden dolayı “Münafikun Suresi” olarak adlandırılmıştır. İslam'da nifak ve münafıklar konusunun önemli bir yeri bulunmaktadır. Zira bundan dolayı da bu surenin konusu ve ismi olmuştur. Rivayette bu surenin Cuma namazının ikinci rekâtında okunması tavsiye edilmiş ve vurgulanmıştır. 11 ayetten oluştuğu noktasında hiçbir görüş ayrılığı bulunmayan bu sure, 180 kelime ve 800 harften ibarettir. Medeni olan bu sure Mushaf'taki resmi sırası itibarıyla 63. ve iniş tertibine göre ise, Kur'an'ın 104. suresidir. Münafikun Suresi lafız ve hacim bakımından “Mufassal” surelerden ve 28. cüzün hizblerinden bir kısmını teşkil etmekle birlikte, diğer surelere oranla daha kısadır. Bu sure Vakıa Suresi'nden sonra “اذا” ile başlayan surelerinin ikincisidir. Konuları Münafikun Suresi, münafıkların gerçek simasını tersim etmekle birlikte, alamet ve nişanelerini zikrederek, Müslümanlara karşı yaptıkları komplolarla, ilahi rahmet ve mağfiretten ve Hz. Peygamberin (s.a.a) duasından mahrum olduklarını konu edinmektedir. Bu surede ayrıca Allah'ın zikrinden gaflet etmenin etkenleri hatırlatılmakla birlikte, dünyevi ve fani yaşamın, mal, makam ve evlatların, Allah'a ibadet etmekten ve Allah'ı zikretmekten alıkoymaması gerektiğinden bahsetmektedir.[1] İniş Sebebi Münafikun Suresi'nin iniş sebebi hakkında Tefsir-i Kummi'de şu şekilde yazmaktadır: Peygamber Efendimiz'in (s.a.a) gazvelerinden birinde sahabeden iki kişi arasında kuyudan su çekme konusunda anlaşmazlık çıktı ve tartışma sırasında Ensar'dan bir kişi yaralandı. Bu haberi duyan Abdullah b. Ubey, haddinden fazla öfkelendi ve Medine'ye döndüklerinde sığıntı olanları şehirden çıkarmakla tehdit etti.[3] Abdullah b. Ubey'in bu sözü, bir bakıma Muhacirleri Medine'den sürgün etmek anlamına geliyordu. Münafikun Suresi'nin sekizinci ayet-i kerimesinde şöyle beyan edilmektedir: Bu olaya şahit olan Zeyd b. Erkam, Abdullah'ın konuşmalarını Allah Resulü'ne (s.a.a) aktardı. Abdullah, Allah Resulü'nün (s.a.a) yanına giderek, Allah'ın birliğine ve Peygamber Efendimiz'in (s.a.a) peygamberliğine şehadet etti ve Zeyd'in söylediklerini yalanladı. Bundan kısa bir süre sonra Münafikun Suresi 1-8. ayet-i kerimeleri nazil oldu. [4] Fazilet ve Özellikleri Mecmau'l Beyan Tefsiri'nde Allah Resulü'nden (s.a.a) şöyle bir hadis-i şerif nakledilmiştir: Münafıkun Suresi'ni okuyan herkes, her türlü nifaktan temizlecektir. [5] “Sevabu'l Amal” kitabındaki diğer bir hadise göre, İmam Sadık (a.s), Cuma günü öğlen kılınan namazda Şiilere Münafıkun ve Cuma surelerini okumalarını tavsiye ederdi. Hadiste yazılana göre her kim bu düstura amel ederse, Allah Resulü'nün (s.a.a) amelini yapmış gibi olur ve bu kişinin mükafatı da cennet olur. [6] Bazı fakihlerin görüşüne göre Cuma namazının ikinci rekatında Münafıkun Suresi'ni okumak müstehaptır
Bu video 30/10/2016 tarihinde yayınlanan " VUSLAT İŞTİYÂKI VE TEMİZ KALBLERİN NİYAZI" isimli bamtelinden alınmıştır. Tamamı burada: https://www.herkul.org/bamteli/bamtel... “Benim bayramım Sana kavuştuğum gündür!..” Hazreti Ömer (radıyallahu anh), bir gün coşup O'na (sallallâhu aleyhi ve sellem) karşı sevgisini ifade ettiğinde, “Yâ Rasûlallah, Sen'i, kendimden başka her şeyden fazla seviyorum!” demişti. Gerçekten öyledir. Fakat meseleyi o andaki ufka bağlı, o andaki kalbin tarassuduna bağlı olarak anlamak lazımdır ki bunun manası şudur: “Çok rahatlıkla ben eşimi, çoluk-çocuğumu, evlatlarımı Sana kurban edebilirim!” Hazreti Ömer, Rasûl-i Ekrem Efendimiz'e (sallallâhu aleyhi ve sellem) karşı dile getirdiği böyle bir ifadeye, böyle bir itirafa mukabil beklediği cevabı almıyor. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) kemâl-i ciddiyetle meselenin hakikatini vurguluyor; “Yâ Ömer! Beni kendinden de artık sevmedikçe hakiki imanı elde etmiş olamazsın!..” diyor. Var mı bu mevzuda “ben!” diyen?!. “Ben, Seni aile efradımdan, dünyamdan, mal u menâlimden çok daha fazla seviyorum! Öyle ki ölümü, bir şeb-i arûs gibi bekliyorum. Ama izin henüz Sen'in tarafından çıkmadığından dolayı, ‘emre itaatteki incelik'e bağlılık içinde Sen'den ferman geleceği âna kadar bu zehir-zemberek firkate, bu dâüssılaya katlanmaya çalışıyorum. Yoksa, derdim Sen'sin. Benim bayramım Sana kavuştuğum gündür!..” Kaç insan gösterebilirsiniz böyle söyleyebilecek olan?!. Kendi dünyanızda.. serkârlarınızda.. zâviyeleri tutanlarınızda… Hazreti Ömer, o zaman kükrüyor; “Yâ Rasûlallah! Şu andan itibaren, içimin sesi, Sen'i nefsimden de artık seviyorum!..” diyor. O nasıl bir tabiat ve nasıl bir fıtrat ise, hemen, birden bire bir amudî yükseliş ortaya koyuyor. Dikey yükseliş demek; kavsî değil, ufkî değil, amudî yükseliş; birden bire. Bu, Hazreti Ebu Bekir gibi kimselerde, Hazreti Ömer gibi kimselerde, Hazreti Ali gibi kimselerde, Hazreti Osman gibi kimselerde, Hazreti Hâlid gibi kimselerde (radıyallahu anhüm ecmaîn) görülüyor. Birkaç senede ihsan ufkuna erenler olduğu gibi yıllarca kâmil imandan nasipsiz gezenler de var. Hazreti Hâlid'in Peygamber Efendimiz'le mevcudiyeti üç sene. O ne kazanımdır?!. Cennetleri peyleyebilecek bir ufku ihraz ediyor. Evet, vefat ederken arkada bıraktığı şey, sadece sırtına binip savaştığı atı, kullandığı kırılmadık kılıcı. (Elinde yalnızca Yermük'te on beş tane kılıcın kırıldığından bahsederler.) Ve bir de oku ile yayı. Onun için, Hazreti Halid ruhunun ufkuna yürürken başında bulunan Sa'd b. Zeyd hazretleri diyor ki: عَاشَ حَمِيدًا، مَاتَ فَقِيدًا “Hazreti Halid, herkesin övdüğü bir kumandan olarak yaşadı, İslam'ın bir yitiği olarak gitti.”
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın Türkiye'de yakalandığını açıkladığı DEAŞ terör örgütünün sözde üst düzey yöneticilerinden “Abu Zeyd/Üstad Zeyd” kod adlı terörist Bashar Hattab Ghazal Al Sumaidai çıkarıldığı mahkemece tutuklandı
Lübnan asıllı meşhur İngiliz tarihçi Albert Habib Hourani (1915-1993), Londra Üniversitesi bünyesinde çıkan Doğu ve Afrika Çalışmaları Okulu Bülteni'nin 1986 tarihli bir sayısında, Lübnan'ın güneyindeki Cebel-i Âmil bölgesi hakkında şu bilgileri verir: “Cebel-i Âmilli Şiî âlimler, Lübnan'ın güneyinde Sûr ile Saydâ'nın dağlık iç kesimlerinde uzanan memleketlerinde yaşayan cemaatlerinin, en eski Şiî grubu olduğunu iddia ederler. Buranın kuruluşunu da Peygamber'in sahabilerinden ve Ali'nin onun siyasî varisi olduğu tezini destekleyen isimlerden Ebû Zerr'e atfederler. Ebû Zerr, Medine'den Şam'a gelmiş, daha sonra da Cebel-i Âmil mıntıkasına sürgün edilmiş, burada ilk Şiî cemaati kurmuştur. Onun adına inşa edilmiş bir mescidi bugün de görmek mümkündür. Gerçekte ise, Şiîliğin Cebel-i Âmil bölgesine nasıl yayıldığı belirsizdir. Hakikat, 10'uncu yüzyılda buralarda artık Şiîlerin varlık göstermeye başladığıdır. Halep merkezli bir yönetim kuran Şiî hanedan Hamdânîler ve sonrasında onların topraklarını da içine alacak şekilde genişleyen Fâtımîler döneminde, Suriye ve Lübnan bölgelerinde Şiîlerin ekseriyeti teşkil etmiş olması muhtemeldir. Birçok seyyah da bu duruma tanıklık etmiştir. 1047'de Sûr'dan geçen Nâsır-ı Hüsrev, nüfusun çoğunluğunu Şiîlerin oluşturduğunu, ancak kadılık vazifesini bir Sünnî'nin deruhte ettiğini gözlemlemiştir. İbn Cübeyr'e göre, 1184 tarihi itibariyle Şam diyarında Şiîlerin oranı Sünnîlerden fazlaydı ve Şiîler kendi aralarında İmâmîler, Râfızîler, Zeydîler, İsmâilîler ve Nusayrîler şeklinde bölünmüştü. Yarım yüzyıl sonra Halep'i ziyaret eden Yâkût el-Hamevî de, bölgedeki fakihlerin fetvalarını İmâmiyye Şiası'na göre verdiklerini söylüyordu...” Günümüzde Hizbullah'ın ve ona bağlı Şiî fraksiyonların denetiminde bulunan Cebel-i Âmil, geçtiğimiz yüzyılın başından itibaren Lübnan, Suriye, Irak ve İran arasında mekik dokuyarak, Ortadoğu'da derin dinî ve siyasî etkiler meydana getiren çok sayıda Şiî din adamının çıkış yeri oldu. Bunlar arasında Sadruddîn Muhammed bin Sâlih'in (1779- 1848) soyundan gelenler, özellikle büyük şöhret kazandılar. Şeceresi Şia'nın yedinci imamı Mûsâ Kâzım üzerinden Hz. Ali'ye kadar ulaşan Sadruddîn Muhammed bin Sâlih, Osmanlı İmparatorluğu'nun gücünün zayıflamaya başladığı bir dönemde yaşamıştı. Onun oğlu İsmail es-Sadr (1842- 1919) –ki bu unvanı kullanan ilk kişiydi– tam anlamıyla bir “geçiş dönemi şahsiyeti”ydi. Ama tesiri bütün bir yüzyıla yayılacaktı. Necef'e giderek Şiî ilim hiyerarşisinin ana akımına konuşlanan İsmail es-Sadr'ın en büyük oğlu Muhammed Mehdî es- Sadr (1879-1939) idi. Onun oğlu Muhammed Sâdık es-Sadr (1906-1986), Irak iç siyasetinin en çalkantılı yıllarına tanıklık etti. Osmanlı'nın yıkılışını, Irak Hâşimî Krallığı'nı, krallığın dağılışını, ardından askerî darbeleri ve nihayet Saddam Hüseyin rejimini gören Muhammed Mehdî es-Sadr, oğlu Muhammed Sâdık es-Sadr'ı (1943-1999) da tıpkı kendisi gibi sıkı bir Baas Partisi karşıtı olarak yetiştirmişti. Aynı siyasî duruşu 1974 doğumlu oğlu Muktedâ'ya aktaran Muhammed Sâdık es-Sadr, Saddam rejiminin düzenlediği bir bombalı saldırı sonucu öldürülecekti. İsmail es-Sadr'ın ikinci oğlu Sadruddîn Muhammed Alî es-Sadr (1882-1953), dinî eğitimini İran'ın Kum kentinde tamamladı. Dünya çapında şöhret kazanacak olan oğlu Mûsâ es-Sadr da 1928'de Kum'da dünyaya geldi. Lübnan'a yerleşerek atalarının topraklarında Şiîliği tekrar canlandırmaya odaklanan Mûsâ es-Sadr, 1969'da Şia Yüksek Konseyi başkanlığına getirildi. Suriye Devlet Başkanı Hâfız Esed'in mensubu olduğu Nusayrîlik mezhebini Şia'nın “makbul ve meşru” bir kolu olarak tasdik eden de yine Mûsâ es-Sadr'dır. 1975'te patlak veren Lübnan İç Savaşı sırasında ülkenin en aktif şahsiyetlerinden biri haline gelen Mûsâ es-Sadr, 1978 yazında Libya'ya gerçekleştirdiği resmî ziyaret sırasında ortadan kayboldu. Akıbeti hâlâ gizemini korumaktadır.
Peygamber Efendimizin rehberliği ışığında okuma-yazma ve yabancı dil öğrenen Zeyd'in ilham veren hikayesi.
6. Bölümde Şakk-ı Kamer mucizesi, Peygamberimiz'in amcası'nın ve eşi Hz. Hatice'nin vefatı, Taifte yaşananlar ve Hz. Zeyd b. Hariseyi Osman Sungur Yeken anlatıyor. Ramazan'da her gün 23.00'da O'nun yolu aşkın yolu diyoruz (sav). Bu Ramazan Peygamberimizin hayatını öğrenip Ramazanı dolu dolu geçirmek için videoları kaçırmayın. Hadi bu haberi sen de herkese duyur ve bir kişinin daha Peygamberimizi (sav) tanımasına vesile ol. Unutma sebep olan yapan gibidir. Abone olmak için tıklayın ► http://goo.gl/g7eq9L Osman Sungur Yeken'in kitaplarını instagram üzerinden nüve design sayfasından temin edebilirsiniz. Detaylı bilgi için 0551 231 01 43 numaraları telefondan iletişime geçebilirsiniz. nuve.design ► https://www.instagram.com/nuve.design/
Şerî'at ile hakîkati toplayanlardan birisi olan Bişr ibn Hâris (r.âleyh), Süfyan-ı Sevrî (r.a.)'den naklettiği rivâyetinde “Huşû ile kılmıyan kimsenin namazı fâsiddir” demiş ve Hasan-ı Basri (r.a.)'den “Huzûrsuz kılınan namazın, sevâbtan daha ziyâde ukubete (cezaya) sebeb olur” dediğini rivâyet etmiştir. Muaz İbn Cebel (r.a.): “Kılarken sağında ve solunda olanları bilmeye çalışan kimsenin namazı namaz değildir” diye rivayet etmiştir. Yine müsned olarak Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'den: “Çok kimseler var ki kıldığı namazın altıda, hattâ onda biri de kendisi için yazılmaz. Ancak bilerek huzûr ile kıldığı kısmı yazılır” buyurduğu rivayet olunmuştur. Abdülvâhid bin Zeyd (r.âleyh): “Kul için ancak bilerek huzûr ile kıldığı namazın sevâbı olacağında ulemâ ittifak etti” diyerek bu hükmü, icmâ hâline getirmiştir. Yesar (r.âleyh), içinde namaz kıldığı câminin bir köşesi yıkıldığından haberi bile olmamıştır. Hattâ bâzıları o derece huzûr içinde kılarlardı ki, cemaate devâm ettikleri hâlde sağ ve solundakilerin kimler olduğunu bilmezlerdi. Hülâsa; huzûr-u kalb, namazın rûhudur. Bu rûhun en az derecesi de tekbîr ânındaki huzûrdur. Artık bundan noksanı olursa helâk demektir. Ne kadar çoğalırsa o nisbette namazın cüzleri arasına rûh yayılır, nice hareketsiz diriler var ki onlar ölü hükmündedir. Yalnız iftitah tekbirinde huzûr olup, diğer kısımları gaflet ile geçen namaz da son nefeslerini yaşayan hasta gibidir. Bunun içindir ki Hz. Âişe (r.anhâ): “Resûlullâh (s.a.v.) bizim ile konuşur, gülerdi. Fakat namaz vakti gelince sanki ne o bizi tanır ve ne de biz onu tanırdık” buyurmuştur. (İmâm-ı Gazâlî (r.âleyh), İhyâu Ulûmi'd-dîn, c.1, s.439-440)
Sevgilinin yoluna adanmış bir hayat, aileden vazgeçip Efendimizin (sav) yanında İslama hizmet eden,4. müslüman Hz.Zeyd... Abone olmak için tıklayın ► http://goo.gl/g7eq9L
Serdar Altınel, Mustafa Cihad'a ait Zeyd'in Gözleri ilahisini canlı seslendiriyor. Müziksiz ilahi. Abone olmak için tıklayın ► http://goo.gl/g7eq9L
EVLİYALAR ANSİKLOPEDİSİ - Tabakat'ül- Kübra (İmam Şarani) Bu eseri okuduktan sonra bir kimsenin içinde; Allah yoluna koşmak arzusu doğmuyor ve içinde aşk ateşi patlamıyorsa. O ölülerle aynı seviyededir.. (İmam Şarani) #evliya #dua #yalandünya #namaz #islam #hadis #cehenem #ramazan #alimbbilici #iftar #mevlana #ilahi #hzmevlana #siir #kusur #islamic #ilahiyat #hamd #esmaülhüsna #cennet #sahur #ayet #islamiyet #kuran #cami #ilahiler #hzmuhammed #elhamdulilah #umut #adıyaman #dini #hikaye #islam #istanbul #kitap #dua #kitaplar #edebiyat #book #şiir #allah #roman #namaz #sevgi #dinisözler #masal #din #izmir #kuran #şiirsokakta #ayet #wedding #instagram #hadis #video #platformu #hayat #hediye #ilahi #islam #namaz #dua #kuran #allah #hadis #istanbul #ilahiler #türkiye #ayet #huzur #hzmuhammed #islamic #mevlana #secde #ankara #tbt #kitap #muhammed #mekke #ibadet #cuma #video #hzmevlana #izmir #ilim #din
• Bütün peygamberlerin dâvâlarında esas olan imanın dört rüknü. • İçtimai meselelerin beşerin düşünceleriyle halledilemeyeceği. • Yüce davaların hayata geçirilmesi için o davaya uygun mükemmel kişiler gerekir. • Efendimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) Arap yarımadasındaki kötülükleri kısa zamanda nasıl iyiliklere çevirdi? • Raiyetin lidere itimat etmesinin önemi. • Zeyd b. Harise'nin, anne babasını terk ederek Resulü Ekrem'in (sallallahu aleyhi ve sellem) yanında kalması. • Âlem şümûl dava, her insanın her meselesini içine alabilecek çapta olmalıdır. • Bir lider, raiyetini her yönüyle tanımalı onların sahip olduğu potansiyel enerjiyi en iyi şekilde kullanabilmeli. • Resulü Ekrem Bedir'de, Uhud'da, Ahzab'da, Mekke fethinde ashabıyla neden istişare etti? • Efendimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) Bedir'de Habbab ibni Münzir'in, Hendek'te Selman-ı Farisi'nin görüşlerine uyması. • Efendimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) kısa zamanda örnek bir nesil yetiştirmesinin sırları. • Hz. Ali Yemen'de yığın yığın cemaatı nasıl topladı?
In der heutigen Folge könnt ihr den Impulsvortrag von Zeyd Taha Candan zum Thema Metaverse anhören. Die Session kann man auch auf unserer Youtube Seite nachschauen. Bei Fragen ist Zeyd per E-Mail unter zeyd@candan.media zu erreichen. Bei Fragen, Feedback oder Themenideen sind wir auch auf Instagram oder Facebook erreichbar als BDMJ.
Our guest at SBS Kurdish is Dr. Zaid Brifkani, a successful transplant nephrologist. In fact, today we are not speaking to Dr Brifkani about his medical expertise - we are speaking about his new book "The Mountains We Carry". The book is about the Anfal genocide, a genocidal operation carried out by Ba'athist Iraq that killed between 50,000 and 182,000 Kurds in the late 1980s. - Dr Zeyd Brifkanî doktorekî serkeftî û taybetmendiya wî ya pizîşkî guhaztina gurçikê ye/transplant nephrologist. Lê îroj me navêt em bi wî re li ser pisporiya wî ya pizîşkî biaxafin – emê li ser pirtûka wî ya bi navê “The Mountains we Carry” wate Çiyayên Em Heldigrin biaxafin. Çîroka di nav pirtûkê li ser serpêhatiyên Enfalê ye.
Bakara suresi - 171 وَمَثَلُ ٱلَّذِينَ كَفَرُوا۟ كَمَثَلِ ٱلَّذِى يَنْعِقُ بِمَا لَا يَسْمَعُ إِلَّا دُعَآءً وَنِدَآءً ۚ صُمٌّۢ بُكْمٌ عُمْىٌ فَهُمْ لَا يَعْقِلُونَ “İnkâr edenleri imana çağıran (peygamber) ile inkâr edenlerin durumu, bağırıp çağırmadan başka bir şey duymayan hayvanlara seslenen (çoban) ile hayvanların durumu gibidir. Onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Bundan dolayı anlamazlar.” Hayvanlar sesi duyarlar ama ne denildiğini anlayamazlar. Kâfirler de Hazret-i Peygamberin sesini ve sözlerini duyuyor, ama bunların manasından yararlanmıyorlardı. İşte, böylece vech-i şebeh ortaya konulmuş oldu. Kâfirlerin putlardan olan ilâhlarına duâ etmeleri hususundaki misalleri, çobanın, hayvanlar hiçbir şey anlamadığı halde, davar gibi duymayan hayvanlara bağırıp çağıran ve onlara sözler söyleyen çobanın misâline benzer. Böylece putlar, anlamama hususunda hayvanlara benzetilmişlerdir. Şüphesiz hayvanla konuşan kimse cahil sayılınca, taşa dua edip konuşan kimse kınanmaya ve cehalete daha uygun ve lâyık olur. İbn Zeyd ise şöyle demiştir: Kâfirlerin putlara duâ etmeleri hususundaki misâli, çobanın dağda bağırıp çağırması gibidir. Çünkü o çoban, kendi sesinin aks-i sedasından başka hiçbir şey duymaz. Çoban, "Ey Zeyd" dediği zaman, sesinin yankısından, "Ey Zeyd" sesini duyar. Kâfirler de böyledir. Onlar bu putlara seslendiklerinde, kendi telâffuzlarının gürültü ve sesinden başka bir şey duymazlar. Ayeti, bir takdirde bulunmaksızın, zahirine hamledenlere göre de, burada iki husus vardır: a) Şöyle demesidir: Şu putlara ibâdet ettikleri için akıllarının kıtlığı hususunda kâfirlerin misâli, hayvanlarla konuştuğu zaman çobanın hatine benzer. Bu, çobanın aklının kıtlığını gösterdiği gibi, kâfirlerin durumu da böyledir. b) Onların atalarına tâbi olup onları taklid etmelerindeki durumları, hayvanlarla konuşan çobanın durumu gibidir. Hayvanlarla konuşmak nasıl anlamsız ve faydasız bir şeyse, taklid de abes ve faydasız bir şeydir. Cenâb-ı Hakk'ın, kavline gelince, bil ki Allahü Teâlâ onları hayvanlara benzetince, onları iyice susturmak için, "sağırdırlar, dilsizdirler ve kördürler" demiştir. Çünkü onlar, duydukları şeyler hususunda sağır kimseler gibidirler. Sanki onlar onu hiç duymamışlardır. Çağırıldıkları şeye icabet etmeme hususunda dilsiz ve delillerden yüz çevirmiş olmaları bakımından da körler mesabesinde kabul edilmişlerdir. Böylece onlar bu delilleri hiç görmemiş gibi olurlar. Cenâb-ı Hakk'ın, buyruğuna gelince, bundan maksad "akl-ı iktisabı" dir. Çünkü yaratılıştan olan akıl kâfirler için de söz konusudur. Nitekim âlimler, "akıl, yaratılıştan ve sonradan elde edilmiş olmak üzere, iki kısımdır" demişlerdir. Akl-ı iktisâbî'nin yolu, bu üç kuvvetin yardımıyla olunca, onlar da bu üç kuvvetten yüz çevirince, böylece sonradan elde edilmiş olan aklı kaybetmişlerdir. İşte bundan dolayı, şöyle denmiştir: "Duyu kabiliyetlerini kaybeden, ilmini kaybetmiştir." Razi din,ilim,fıkıh,dini videolar,sohbet,sohbetler,dini sohbetler,kerem önder,kerem önder hoca,tefsir,Allah,ilim yayma,ihramcızade,ihramcızade ilim yayma,
Mrz - İlk üç ayette, saf tutmuş meleklere, bulutları sevk ve idare eden güce, zikri yapan dile yahut insana yemin edilerek, Allah'ın bir olduğu gerçeği ortaya konmuştur.Bu surenin ilk üç ayeti, meleklerden üç gruba yeminle başlar. Birinci grup, İlahi ferman için saf tutmuş melekler; ikinci grup, insanı günahtan alıkoyan veya gökteki bulutlardan görevli olan, onları her yöne süren ve çorak toprakları sulayan melekler; üçüncü grup ise, vahyin nazil olma esnasında Kur'an'ın ayetlerini Allah Resulü'ne (s.a.a) okuyan melekler. [1] Sure, adını ilk ayetinde geçen “ve's-Saffat-ı Saffen” “Saffat” (sıra-sıra duran meleklere andolsun) kelimesinden almıştır. [2]Saffat kelimesi, “saff” kökünden ve “saffe” kelimesinin çoğuludur. Bazıları bundan maksadın İlahi emri bekleyen saflar halindeki müminlerin ve meleklerin olduğunu söylemişlerdir Anlamı Sıra-sıra dizilenler, saf-saf duranlar Sınıfı Mekki Nüzul Sırası 45 Sure Numarası 37 Cüz 23 Ayet Sayısı 182 Kelime Sayısı 866 Harf Sayısı 3903Rızkın bollaşması ve belalardan âmânda olmak: İmam Sadık'tan (a.s) şöyle bir rivayet nakledilmiştir: Her kim her hafta Cuma günü Saffat Suresi'ni okursa, her türlü beladan âmânda olur. Dünyada olduğu müddetçe tüm belalar ondan def edilir ve rızkı da mümkün olduğunca bollaşır. Şeytan onun bedenine, evlatlarına ve malına hiçbir şekilde zarar veremez. Eğer bu sureyi okuduğu gece veya gündüz vefat edecek olursa, şehit olarak haşredilir. Allah-u Teâlâ ona şehitlerle birlikte cennettin en yüce mertebesinde yer verir.[15] [16] Duanın kabul olması: Yine aynı şekilde Allah Resulü'nden (s.a.a) şöyle bir hadis-i şerif nakledilmiştir: Her kim Yasin ve Saffat surelerini Cuma günü okur ve ardından dua ederse, Allah-u Teâlâ onun duasını kabul ederAl-i Yasin سَلَامٌ عَلَى إِلْ يَاسِينَ Esenlik İlyas'a ve ona uyanlara. (Saffat Suresi / 130) Bu ayet-i kerimenin kıraati noktasında farklı görüşler bulunmaktadır. Bazıları «آل یاسین» (Al-i Yasin) okumuş ve maksadın Ehlibeyt (a.s) olduğunu söylemişlerdir. Bazıları da «ال یاسین» (el-Yasin) olarak okumuş ve ayet-i kerimenin de siyakına bakarak, maksadın Hz. İlyas (a.s) olduğunu söylemişlerdir. [12] İmam Sadık'tan (a.s) şöyle bir rivayet nakledilmiştir: «آل یاسین» Al-i Yasin'den maksat, biz Ehlibeyt'iz (a.s); zira Yasin'den maksat, Allah Resulü'dür (s.a.a). Allame Tabatabai bu rivayeti doğru bilmektedir ve «آل یاسین» (Al-i Yasin) sözcüğünü Nafi, Yakup, Zeyd ve İbn-i Amir kıratına uygun olması için «آل یاسین» Al-i Yasin okumalıyız. [13] Yine aynı şekilde Ehlisünnet alimlerinden İbn-i Ebi Hatem, İbn-i Merdûye ve Tabarani, İbn-i Abbas'tan nakledilen bir rivayete göre, “el-Yasin” ve “Al-i Yasin”den maksadın, İslam Peygamberinin (s.a.a) Ehlibeyt'i (a.s) olduğunu söylemişlerdirBu surenin 100. ayet-i kerimesinden 107. ayet-i kerimesine kadar olan bölümü, Hz. İbrahim'in (a.s) oğlu Hz. İsmail'i (a.s), kurban etmeye memur edilmesi olayını ele almaktadır. Hz. İbrahim (a.s) Allah-u Teâlâ'dan bir evlat istedi ve Allah, “ona bir oğlu olacağı” müjdesini verdi. Hz. İbrahim (a.s) Hz. İsmail (a.s) doğduktan sonra hatta buluğ çağına erinceye dek, birçok kez rüyasında oğlu Hz. İsmail'i (a.s) kurban ettiğini gördü. Nübüvvet ilmi sayesinde oğlu Hz. İsmail'i (a.s) kurban etmeye memur edildiğini anladı. Hz. İbrahim (a.s) bu konuda, oğlu Hz. İsmail'in de (a.s) görüşünü almak istedi. Hz. İsmail (a.s) babasına şöyle cevap verdi: “Memur edildiğin şeyi yerine getir”. Hz. İbrahim (a.s), oğlu Hz. İsmail'i (a.s) kurban etmek için alın üzere yatırdığı esnada, Allah-u Teâlâ Hz. İsmail'in (a.s) yerine kurban etmesi için bir koç gönderdi. Allah-u Teâlâ, imtihanın zorluğuna işaret ederek, şöyle buyuruyor: “Dünya ve ahrette en iyi mükâfatı onlara vereceğim”. “İmtihan” kelimesinden de anlaşıldığı üzere, Allah-u Teâlâ, Hz. İbrahim'i (a.s) sadece sınamak istiyordu
Hicaz'ın doğu kapısı sayılan Tâif, tarih boyunca Arap Yarımadası'nın en müreffeh şehirlerinden biri ola gelmişti. Tarım, hayvancılık ve ticareti bir arada yürüten Tâifliler, ürettiklerini yabancı pazarlarda bizzat satarak uluslararası piyasalarda da tecrübe ve şöhret kazanmışlardı. Tâifliler başlangıçta, yaklaşık 100 kilometre mesafedeki Mekke şehrinin eşrafıyla dayanışma içinde hareket ediyordu. Ekonomik ve siyasî yardımlaşmaya akrabalık bağları da eklenmişti. Pek çok Mekkeli zengin, serin ikliminden dolayı yaz mevsimlerini Tâif'te satın aldıkları konaklarında ve bahçelerinde geçiriyordu. Ancak iki şehir birbirine ne kadar yakın olursa olsun, Kâbe'nin varlığının sağladığı doğal üstünlükten dolayı, Mekke daima Tâif'in bir adım önündeydi. İslâmiyet öncesinde, Tâif'le Mekke arasındaki bu statü farkı, Tâiflilerin Kâbe'ye bir alternatif olarak “Lât” putunu ihdas etmelerine yol açtı. Ukaz Panayırı'nda aktif rol alan Tâifliler, böylece Mekke'yle açıktan rekabete giriştiler. Bu rekabet öylesine büyük bir düşmanlık halini aldı ki, Yemen Valisi Ebrehe Kâbe'yi yıkmak üzere Mekke'ye giderken şehirlerine uğradığında, Tâifliler onun yanına içlerinden birini kılavuz olarak verdiler. Müslümanlar Mekke'de işkence ve türlü zulümlerle karşılaştığında, onlara güvenli bir yurt bulmaya çalışan Hz. Peygamber, Tâif'i bir seçenek olarak düşünürken muhtemelen iki şehir arasındaki tarihî rekabetten istifade etmek istemişti. Ancak maalesef netice müspet olmadı, Tâifliler, Hz. Peygamber ve Zeyd bin Hârise'yi taşlama bahtsızlığına sürüklendiler. Hz. Peygamber'in “Benim için Uhud'dan daha zorluydu” şeklinde tarif ettiği Tâif tecrübesinden kısa bir süre sonra, Mekke'nin yaklaşık 450 kilometre kuzeyindeki Yesrib şehrinden gelen bir grup insanın Müslüman oluşu, tarihin seyrini değiştiren bir sürecin de başlangıcını teşkil edecekti. Hz. Peygamber ve Müslümanlara kucak açan Yesrib, bundan böyle “Medînetu'n-Nebî” (Peygamber'in şehri) ve “Medîne-i Münevvere” (Nurlanmış Medîne) olarak anılacaktı.
Peygamber efendimizin mubârek yüzünü görmekle, tatlı sözlerini işitmekle şereflenen müslimânlara, “Eshâb-ı kirâm” denir. Peygamberlerden sonra, gelmiş ve gelecek bütün insanların en hayrlısı, en üstünü Ebû Bekr-i Sıddîkdır “radıyallahü anh”. İlk halîfe budur. Bundan sonra insanların en üstünü Fârûk-ı a'zam, ikinci halîfe Ömer bin Hattâb, sonra en üstünü ve Resûlullahın üçüncü halîfesi, îmân, hayâ ve irfân kaynağı hazret-i Osmân bin Affân “radıyallahü anh”, bundan sonra insanların en hayrlısı, dördüncü halîfe, şaşılacak üstünlükler sâhibi, Allahü teâlânın arslanı Alî bin Ebî Tâlibdir “radıyallahü anh”. Hadîs-i şerîflerden anlaşıldığına göre hazret-i Fâtıma, hazret-i Hadîce, hazret-i Âişe, hazret-i Meryem, hazret-i Âsiye dünyâ kadınlarının en üstünüdürler. Hadîs-i şerîfde: “Fâtıma, Cennet hâtunlarının üstünüdür. Hasen ve Hüseyn de, Cennet gençlerinin yüksekleridir” buyuruldu. Bunlardan sonra Eshâb-ı kirâmın en üstünleri (Aşere-i mübeşşere)dir. Cennetle müjdelenmiş on kişidir. Bunlar, hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk, Ömer-ül-Fârûk, Osmân bin Affân, Alî bin Ebû Tâlib, Ebû Ubeyde bin Cerrâh, Talha, Zübeyr bin Avvâm, Sa'd bin Ebî Vakkâs, Sa'îd bin Zeyd, Abdürrahmân bin Avf “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma'în.” Sonra Bedr muhârebesinde, sonra Uhudda, sonra da Bî'at-ür-rıdvânda bulunanlardır. Resûlullahın yolunda canlarını, mallarını fedâ eden, Ona yardım eden, Eshâb-ı kirâmın hepsinin ismlerini saygı ve sevgi ile söylemekliğimiz bize vâcibdir. Onların büyüklüğüne yakışmıyan sözler söylememiz, aslâ câiz değildir. İsmlerini saygısızca söylemek dalâletdir, sapıklıkdır. Resûlullahı seven kimsenin, Onun Eshâbının hepsini de sevmesi lâzımdır. Çünki bir hadîs-i şerîfde buyurdu ki: “Eshâbımı seven, beni sevdiği için sever. Onları sevmiyen kimse beni sevmemiş olur. Onları inciten beni incitir. Beni inciten de, Allahü teâlâyı incitmiş olur. Allahü teâlâyı inciten kimse, elbette cezâ, acı karşılıklar. Günahlar sebebiyle âhirette çekilecek cezâ. '> azâb görecekdir.” Başka bir hadîs-i şerîfde: “Allahü teâlâ, benim ümmetimden bir kuluna iyilik yapmak isterse, onun kalbine Eshâbımın sevgisini yerleşdirir. Onların hepsini canı gibi sever” buyurdu. Peygamberimiz vefât etdiği gün, Medîne şehrinde 33 bin Sahâbî vardı. Sahâbîlerin hepsi, yüzyirmidörtbinden fazla idi. Namâz Kitâbı | Sayfa : 26
Bir gün Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Eshâbına, yârın herkes bir sadaka getirsin, buyurdu. Utbe bin Zeyd “radıyallahü anh” şöyle anlatmışdır: O gece Allahü teâlâya şöyle münâcâtda bulundum: “Yâ Rabbî! Resûlünün bize sadaka getirmemizi emr etdiğini biliyorsun. Benim sadaka edecek hiç bir şeyim yokdur! Ben de kendi kendimi, şânımı sadaka ediyorum” dedim. Sabâh olunca, Eshâb-ı kirâmın herbiri bir sadaka getirdi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” bana bakdı ve “Dün gece kendi şânını sadaka eden kimse nerededir?” buyurdu. Hiç kimse cevâb vermedi. Yine buyurdular ki: Dün gece kendi şânını sadaka eden kimse nerededir? Yine hiç kimse cevâb vermedi. Bunun üzerine ben ayağa kalkıp, o kimse benim yâ Resûlallah, dedim. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” üç def'a, “Allahü teâlâ sadakanı kabûl etdi” buyurdu. Şevâhid-ün Nübüvve | Sayfa : 232
Resûlullâh (s.a.v.) Efendimiz'e kadınlardan ilk önce îman getiren Hz. Hatîce (r.anhâ)'dır. Kadın tâifesine bu fazîlet ve şeref yeter ki, herkesten önce îman getirmek onlara müyesser oldu. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz hazretlerinin daima şerefli rızasını gözetip O (s.a.v.)'e en üstün derecede meyil ve muhabbet üzere olduğu için Hâkk Teâlâ hazretleri Hatîce (r.anhâ)'ya bu saadeti lâyık gördü ve ihsân buyurdu. Erkeklerden ilk önce îman getiren ise Ebû Bekir Sıddık (r.a)'dır. Allâhü Te‘âlâ ondan razı olsun. İbn-i Abbâs, Hassan bin Sâbit, Esmâ binti Ebû Bekir, Nehaî, İbnü'l-Maceşûn ve Muhammed bin Münkedir (r.a.e.) ittifâk etmişlerdir ki, erkeklerde ilk önce îman getiren Hz. Ebû Bekir (r.a)'dir. Bâzıları dediler ki: “Hz. Ali bin Ebî Tâlib (r.a) henüz bülûğ çağına ermemişti ve Resûlullâh (s.a.v.) Efendimiz'in hizmetinde bulunurdu. Hz. Hatîce (r.anhâ)'dan hemen sonra o îmân getirmiştir.” Taberî (r.âleyh)'in bildirdiği üzere Hz. Ali Efendimiz o vakit on yaşında idi. Selmân, Ebû Zerr, Mikdad, Habbab, Câbir, Ebû Saîd Hudrî ve Zeyd bin Erkam (r.a.e.) ittifâk etmişlerdir ki, Hz. Hatîce (r.anhâ)'dan sonra hemen Hz. Ali (r.a.) imâna gelmiştir. Ama erkeklerde olsun dişilerde olsun Hz. Hatîce (r.anhâ)'dan önce kimse imâna gelmeyip herkesten önce Hz. Hatîce (r.anhâ)'nın imâna geldiğinde ittifâk vardır ve bunda asla ihtilâf yoktur. İbn-i Salâh (r.aleyh) der ki: “Bu ümmetin ilk önce îmana gelenleri hakkında lâyık olan şöyle demektir: Hür olup âkil ve bâliğ olanlardan ilk önce imâna gelen Ebû Bekir Sıddık (r.a.)'dir. Oğlancıklarda Hz. Ali (r.a)'dir. Kadınlarda Hz. Hatîce (r.anhâ)'dır. Âzâd olmuş kullarda Zeyd (r.a.)'dir. Âzâd olmayan kullarda Bilâl-i Habeşî (r.a.)'dir. Allâh (c.c.) onların hepsinden razı olsun.” (İmâm Kastalânî, Mevâhib-i Ledünniyye, c.1, s.69-70)
Hadîs-i şerîfde, (Tevbe eden, günâh işlememiş gibi olur) ve (Günâhına pişmân olmayıp, dili ile istigfâr eden, günâhında devâm edicidir. Rabbi ile alay etmekdedir) buyuruldu. İstigfâr etmek, (estagfirullah) demekdir. Bunun ma'nâsı, (Beni afv et Allahım) demekdir. Muhammed Osmân Hindî “kuddise sirruh Şifâ için, [Tevbe ediniz ve] istigfâr düâsını çok okuyunuz.) [Ya'nî, Estagfirullâhel'azîm ellezî lâ ilâhe illâ hüv el hayyel kayyûme ve etûbü ileyh deyiniz!] Ölümden başka bütün derdlere, hastalıklara karşı fâidelidir. Ölüm hastasının ağrılarını, sancılarını yok eder, râhat ölmesini sağlar. Bu düâ, (Hak Sözün Vesîkaları) kitâbında sahîfe 344 de uzun yazılıdır. Hûd sûresinde elliikinci âyetinde meâlen, (İstigfâr okuyunuz! İmdâdınıza yetişirim) buyuruldu. Hadîs-i şerîfde (İstigfâra devâm edeni Allahü teâlâ derdlerden kurtarır) buyuruldu. Her zemân ve her yerde ve nemâzlardan sonra ve yatarken, ma'nâlarını düşünerek, çok (Estagfirullah min külli mâ kerihallah) veyâ kısaca (Estagfirullah) demelidir. Allahü teâlâ, şifâ ve halâs ve dileklerini ihsân eder. Muhammed Ma'sûm hazretlerinin 6.cild, 121.ci mektûbundaki hadîs-i şerîfde, (Kalbim üzerinde perde hâsıl oluyor. Hergün yetmiş kerre istigfâr ediyorum!) buyuruldu. Hâlid bin Zeyd câmi'inin müezzinleri her nemâzdan sonra şu düâyı okurlardı: (Rabbenâ amennâ bi mâ enzelte vetteba' nerresûle fektübnâ ma'aşşâhidîn). Hadîs-i şerîfde, (Allahü teâlâ, günâh işleyip sonra pişmân olan kulunu, istigfâr etmeden önce afv eder) ve (Günâhınız çok olup göklere kadar ulaşsa, tevbe edince, Allahü teâlâ, tevbenizi kabûl eder) buyuruldu. Bu hadîs-i şerîfler, kul hakkı bulunmıyan günâhlar içindir. Hadîs-i şerîfde, (Günâh, üç dürlüdür: Kıyâmetde magfiret olunmıyan, terk edilmiyen ve Allahü teâlâ dilerse afv edeceği günâh). Kıyâmet günü muhakkak afv olunmıyacak günâh, şirkdir. İslâm Ahlâkı | Sayfa : 122
Allâhü Te‘âlâ: “Zinâya yaklaşmayın, çünkü o şüphesiz bir hayâsızlıktır, kötü bir yoldur.” (İsra s. 32) Hz. Davud (a.s.)'a indirilen Zebur'da şöyle yazıldığı rivâyet edilir: “Zinacı kadın ve erkekler cehennemde tenasül organlarından asılırlar ve kendilerine demirden sopalarla vurulur. Her vuruluşta feryad edince cehennem zebanisi: “Ne sızıldanıp duruyorsun, dünyada iken aklın neredeydi? Halbuki sen dünyada o ahlâksızlığı işlerken gülüyor, eğleniyor, Allâh (c.c.)'un hakkını gözetmiyor, O'ndan utanmıyordun” der. Sahih-i Buhârî'de, Semüre b. Cündüb (r.a.) Resûl-i Ekrem (s.a.v.)'in rüyasında Cebrail ve Mikâil'in kendisine gelerek birlikte gayb âlemini seyre çıktıklarını anlattığını rivâyet ettiği uzunca hadisin bir bölümünde Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır: “Birlikte yürüdük, üstü dar, altı oldukça geniş, içinden şamata ve seslerin geldiği fırın gibi bir yere vardık. İçine baktığımız vakit çıplak bir takım erkek ve kadınlar gördük. Altlarından alevler hücum ettikçe ateş hararetinin şiddetinden bağrışıyorlardı. Cebrail (a.s.)'a: “Bunlar kimlerdir dedim?” Cebrail (a.s.): “Bunlar zina yapan kadınlar ve erkeklerdir, kıyâmete değin azâbları budur” cevâbını verdi.” “Onun (cehennemin) yedi kapısı vardır” (Hicr s. 44) âyetinin tefsirinde şöyle demiştir: “Bu kapıların musibet, sıcaklık ve belâ yönünden en fenâsı, haram olduğunu bildikleri halde zinada ısrar eden zânilere aittir.” Mekhul ed-Dimeşkî (r.a.)'in şöyle dediği rivâyet edilmiştir: “Cehennem ehli çok pis bir koku duyar ve “Bundan daha pis rayiha hissetmemiştik” derler. Kendilerine: “Bu koku zinakârların tenasül organlarının kokusudur” denilir.” Tefsir imâmlarından biri olan İbn Zeyd (r.a.) şöyle söylemiştir: “Allâhü Te‘âlâ'nın Musa (a.s.)'a levhalar halinde indirdiği on emirden biri de şu idi: “Cehennemlikler zinakârların tenasül uzuvlarının yaydığı pis kokudan rahatsız olurlar.” (İmâm Şemsüddin ez-Zehebî, İslâm Şeriatinde Büyük Günâhlar, s.34-36)
In this episode of the podQast, Q talks to her friend Anwear Pandit, a father of two giant teens - Zeyd and Amani. Residing in Cypress, TX just outside Houston Anwar has lived in (Karachi, Lahore, Rawalpindi, and Murree) Pakistan, (Bangkok) Thailand, (Dayton) Ohio, (Falls Church) Virginia, (Clinton) Maryland, (Chicago) Illinois, (Howell, and Perth Amboy)New Jersey, and (Dallas, Carrollton, and Cypress) Texas. Cooking, community service, and travel are Anwar's favorite activities other than work and raising kids. He's a self-proclaimed proud basic dude, feminist, LGBTQI ally, and costcoholic. Anwar's favorite quote is "Every Saint Has a Past and Every Sinner A Future" by Oscar Wilde.
İsmi Ahmed bin Sehl el-Belhî olup, künyesi Ebû Zeyd'dir. 849 (H. 235) senesinde Belh'e bağlı köylerden birisinde doğdu. İlim tahsil etmek için bir çok beldelere gitti. 934 (H. 322) senesinde Belh'de vefat etti. Ebû Zeyd; fizik, astronomi, matematik, târih, coğrafya, tıb, edebiyat, fıkıh ve kelâm ilimleri ile ilgili altmışa yakın eser yazdı. Suvar-ul-akâlîm-il-İslâmiyye adlı eserinde arzın (yerin) resmini kullanan ilk İslâm âlimidir. Yazdığı eserlerden sâdece bir tanesi zamanımıza ulaşabilmiştir. Tıp ilmine ait, Mesâlik-ül-Ebdân vel-Enfüs adlı eserinin iki yazma nüshası, İstanbul Süleymâniye Kütüphanesi Ayasofya bölümü 3741 numarada kayıtlıdır. Ebû Zeyd, tıp ilimleri târihinde ilk defa olarak bu eserinde bedenî hastalıklar yanında, ruhî hastalıkları ele alıp inceleyerek tedâvî yolları üzerinde çok önemli ve ilgi çekici bilgiler ortaya koydu. Bugünkü modern tıpta parapsikoloji, psikoterapi ve psikosomatik sahalarını ilgilendiren konuları ayrı ve başlı başına oldukça uzun bir şekilde ele aldı. Elimizde bulunan bu tek eseri, onun ilmî seviyesini çok güzel bir şekilde ortaya koymaktadır. Aynı metodu, yâni insanı ruh ve beden olarak tıbbî yönden tetkik, teşhis ve tedâvî usûlü, iki asır sonra İspanya'da yetişen ünlü bir İslâm âlimi İbn-i Zühr'ün eserlerinde görüldü. Ebû Zeyd, bu eserinin ön sözünde; “Allâhü Te'âlâ, insanoğluna diğer yaratıklardan farklı olarak idrâk kuvveti ihsan buyurdu. İnsan, bu kuvvet yardımıyla faydalı ve zararlı şeyleri tanıyıp birbirlerinden ayırt eder. Bu bilgi ve kuvvetini kullanması sebebiyle dünyâ ve âhirette saadete kavuşur. Tıp ilmi herkes için çok önemlidir. İnsan, tıp ilmi yardımıyla hastalıkları ve bunların tedâvî yollarını öğrenir” demektedir. (İslâm Tarihi Ansiklopedisi, 4.c.)
Zeyd bin Sabit (r.a)'den rivayet edildiğine göre şöyle demiştir: “Resûlullâh (s.a.v) Beni Neccar'a âit bir duvarın yanında, katırın üzerinde iken, birden binek koşup neredeyse Resûlullâh (s.a.v.)'i yere düşürecekti. Orada altı veya beş veya dört kabir vardı. Resûlullah (s.a.v) : “Kim bu kabirlerin sahiplerini tanır.” diye buyurdu. Bir adam “Ben bilirim.” dedi Resûlullâh (s.a.v): “Ne zaman öldüler?” deyince “Bunlar şirk üzere öldüler.” dedi. Sonra Resûlullâh (s.a.v) şöyle buyurdu: “Bu ümmet kabirlerinde mutlaka imtihâna çekilirler. Eğer siz ölüleri defnediyor olmasaydınız, Allâh (c.c.)'a duâ edip benim işittiğim kabir azabını size de işittirmesini dileyecektim.” Câbir (r.a) ‘dan rivayet edildiğine göre, şöyle demiştir: “Resûlullâh (s.a.v) Beni Neccar'a ait bir hurma bahçesine girdi. Benî Neccârlı bazı adamların (ki cahiliyet döneminde ölmüşler) azap görürken seslerini işitti. Hemen çıkıp sahabelerine kabir azabından Allâh (c.c.)'a sığınmalarını emretti.” Ebû Said-i Hudri (r.a)'den rivayet edildiğine göre, Resûlullâh (s.a.v) şöyle demiştir: “Kâfirin başına kabrinde doksan dokuz ejderha musallat olur. Kıyâmet kopuncaya kadar, onu ısırırlar.” Ebû Hüreyre (r.a)'den, rivayet edildiğine göre, Resûlullâh (s.a.v) şöyle buyurmuştur: “Bilir misiniz şu âyeti kerime hangi konuda nazil olmuştur: “Kim zikrimden yüz çevirirse muhakkak ona dar bir geçim vardır.” Sahabeler, Allâh (c.c.) ve Resûlü (s.a.v.) daha iyi bilir dediler. Resûlullâh (s.a.v) buyurdu ki; “O dar geçim, kabir azabıdır. Nefsim kudret elinde olan Allâh (c.c.)'a yemin ederim ki, ona doksan dokuz ejderha musallat olur. Vücudunu şişirirler, onu sokarlar ve kıyâmete kadar cesedini tahriş ederler.” (İmâm Suyuti, Kabir Alemi)
İbn Ömer (r.a.) rivayet etti: Peygamber (s.a.v.): “Kureyş'ten üç kişi vardır ki, yüzleri yönünden insanların en güzelleri olduğu gibi ahlâkları ve hayâları yönünden de insanların en sabit olanlarıdırlar. Seninle konuşurlarsa, yalan söylemezler. Kendileriyle konuşursan, seni yalanlamazlar. Onlar Ebûbekir, Osman b. Affan ve Ebû Ubeyde b. el-Cerrah (r.a.e.)'dir” dedi. Bir gün Allâh (c.c.)'un Resûlü (s.a.v.) kızının evine girdi. Kızı, kocası Hz. Osman (r.a.)'in başını yıkıyordu. Hz. Peygamber (s.a.v.): “Ey kızım! Ebû Abdullah'a (Hz. Osman'a) daima iyilikte bulun. Çünkü o Ashâbımın içinde, ahlâk bakımından, bana en çok benzeyendir” buyurdu. Resûlullâh (s.a.v.)'in kızı, Hz. Osman (r.a.)'in hanımı Hz. Rukiyye (r.ânhâ)'nın hanesine gittik; elinde bir tarak vardı. Bana: “Resûlullâh (s.a.v.) şimdi benim yanımdan çıktı. Onun başını taradım. Babam benden Hz. Osman (r.a.)'i sordu. Ben de: “Hayırlıdır, iyidir” dedim. Babam: “Ona ikrâm et! Çünkü o, ahlâk bakımından bana Ashâbım'ın hepsinden daha çok benzer” buyurdu” dedi. Hz. Alî (r.a.) şöyle anlatıyor: “Ben, Cafer ve Zeyd birlikte Resûlullâh (s.a.v.)'e vardık. Hz. Peygamber (s.a.v.), Zeyd (r.a.)'e: “Sen bizim kardeşimiz ve arkadaşımızsın” dedi. Bunun üzerine Zeyd (r.a.), sevincinden sıçrayarak çıktı. Sonra Hz. Peygamber (s.a.v.) Cafer (r.a.)'e “Sen şekil bakımından da, ahlâk bakımından da, bana benziyorsun!” dedi. Bunun üzerine Cafer (r.a.) de Zeyd (r.a.) gibi sıçrayarak sevincini gösterdi. Sonra bana: “Sen benden, ben de sendenim” dedi. Ben de sıçrayarak Cafer (r.a.)'in arkasından gittim. (Muhammed Yusuf Kandehlevi, Hayâtü's-Sahâbe, 3.c., 97.s.)
Biraz daha ezber bozalım. Koca bir devlet kuruluyor, fetihler yapılmaya başlanmış. Kurdukları devlette kanunlar oluşturmaya çalışıyorlar ve tabiri cazise kabile toplumundan yazılı kanunları olan bir topluma geçiş yapılmaya başlanıyor. Bir kişinin bir dönem yöneticisi olduğu toplumda, kendi gelinini nikahına geçirdi, ya da yok efendim gençlik aşkına sahip olmak için evlatlık olarak ilan ettiği adamın karısına el koydu gibi basit bir biçimde düşünmek size keyif de verebiliyor olabilir. Evet bu düşünce biçimi basitliktir. Sizi seneler önce kendi oluşturdukları girdabın içine çekmeyi başarmışlar demektir. Bu düşünce yapısı, düzeni oluşturan ve bu metinleri yazan kişileri hafife alıyorsunuz demektir. Olay daha derin, ve sizin düşündüğünüz gibi basit olmayabilir. Dönemi, kültürü, gelenekleri öğrenmeden kendi değer yagılarınızla, basit biçimde "ama geliniyle yatmış" diye ağzından köpükler saçarak konuşanlardan olmayın. Bu olayı yazıp raviler aracılığı ile halka yayanların daha büyük dertleri vardı. Olayın Emeviler açısından başka, Abbasiler açısından başka boyutları var. --- Send in a voice message: https://anchor.fm/karmatiarman/message
Hz. Peygamber (s.a.v), köle ve cariyelerini bir müddet sonra âzâd ederdi ve onları kendi hizmetinde kalmak veya başka yere gitmek hususunda serbest bırakırdı. Vefat ettikleri zaman âzâd edilmemiş hiçbir köle ve cariyesi yoktu. Önce validesinden kendisine kalan Ümmü Eymen (r.a.) adındaki Habeşli cariyeyi âzâd etmişti. Fakat Ümmü Eymen (r.a.) yine hizmetlerinde kaldı. Sonra Hz. Hatîce (r.ânhâ), Resûl-i Ekrem (s.a.v.)'e Zeyd bin Harise (r.a) adındaki köleyi hediye etti. Resûl-i Ekrem (s.a.v) onu da âzâd ederek, kendisine oğul yaptı ve “Cennetlik bir kadın almak isteyen, Ümmü Eymen ile evlensin” demiş oldukları için, Zeyd (r.a.), Ümmü Eymen (r.ânhâ) ile evlendi ve Usâme (r.a.) adında bir oğulları oldu. Hz. Peygamber (s.a.v.) onu da kendi evlâdı gibi severdi. Baba ile oğul her ikisi Resûl-i Ekrem (s.a.v)'in seçkin ashâbındandı. İkisi de sağlığında serasker olmuşlardı. Ümmü Eymen (r.ânhâ) da mübarek ve uğurlu bir kadındı. Uhud gazasında bulunarak, askerlere su yetiştirir ve yaralılara bakardı. Resûl-i Ekrem (s.a.v.)'in vefatından sonra Hz. Ebû Bekir (r.a.) ve Ömer (r.a.) onu ziyaret ederlerdi. Süheyb-i Rûmi (r.a.), Musul taraflarından olup, Rumlar oralarını yağma ettikleri zaman onu esir almışlar ve bedevilere satmışlardı. İbn-i Cecı'ân (r.a.) da onlardan alıp, Resûl-i Ekrem (s.a.v.)'e göndermişti. İlk mûslüman olan seçkin ashâbdandı. Selmân-ı Fârisî (r.a.), İran ahalisinden olup, bir aralık esir düşerek bir Yahudiye satılmış ve Resûlullah (s.a.v) onu esaretten kurtarmıştır. O da mümtaz sahabelerdendir. Ebû Râji' (r.a.), Hz. Abbâs (r.a.)'in kölesi olup, onu Resûl-i Ekrem (s.a.v.)'e bağışlamıştı. Hz. Abbâs (r.a.)'in mûslüman olduğunu müjdeleyince, Resûl-i Ekrem (s.a.v.) onu âzâd etti ve yine âzâdlılarından Selmâ (r.ânhâ) ile evlendirdi. Bunlardan başka Resûlullah (s.a.v.)'in daha birtakım âzâd edilmiş köle ve cariyeleri vardı. Allâh (c.c.) hepsinden razı olsun. **(Ahmet Cevdet Paşa, _Peygamber (s.a.v.) Efendimiz_, s.325-326)**
Peygamberimiz (s.a.v.)'in torunları şöyledir: **1. Alî (r.a.) 2. Ümâme (r.anhâ) 3. Abdullah (r.a.) 4. Hasan (r.a.) 5. Hüseyin (r.a.) 6. Muhsin (r.a.) 7. Ümmü Gülsüm (r.anhâ) 8. Zeyneb (r.anhâ) 9. Rukiyye (r.anhâ)** Kız Torunları **Ümâme(r.a.):** Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, Hz. Zeyneb (r.anhâ)'nın kızı Ümâme (r.anhâ) Hazretlerini çok severdi. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, namaz kılarken Ümâme (r.anhâ) Hazretleri gelir, Peygamber (s.a.v.) Efendimiz Hazretlerinin mübârek omuzlarına binerdi. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, Ümâme (r.anhâ) Hazretlerini hep omuzlarında taşırdı. Peygamberimiz (s.a.v.), namaza başlarken Ümâme (r.anhâ) Hazretlerini mübârek başlarına alırdı. Rükû ve secdeye gideceği zaman onu başından yere indirirdi. Kıyâma kalktığı zaman yine onu başına koyardı. **Hz. Fâtıma (r.anhâ):** Vefat edeceği zaman, Hz. Alî (r.a.)'e, Hz. Ümâme (r.anhâ) ile evlenmesini vasiyet etti. O da evlendi. Hz. Ali (r.a.) vefat edeceği zaman Müğira bin Nevfel bin Hars bin Abdulmuttalib hazretlerine, Ümâme (r.anhâ) ile evlenmesini vasiyet etti. Ümâme (r.anhâ) hazretlerinin evladının olup olmadığı kesin olarak bilinmiyor. **Rukiyye (r.anhâ):** Hz. Fâtıma (r.anhâ) ile Hz. Alî (r.a.)'in kızlarıdır. Daha küçük yaşta iken irtihâl etti. **Ümmü Gülsüm (r.anhâ):** Hz. Fâtıma (r.anhâ) ile Hz. Alî (r.a.)'in kızlarıdır. Ümmü Gülsüm (r.anhâ), Hz. Ömer (r.a.) ile evlendi. Bu evlilikten Rukiyye ve Zeyd adında iki çocuğu oldu. Bir rivâyete göre Rukiyye ile Zeyd küçük yaşta irtihâl ettiler. Zeyneb (r.anhâ): Hz. Fâtıma (r.anhâ) ile Hz. Alî (r.a.)'in kızlarıdır. Hz. Zeyneb (r.anhâ)'nın çocuklarına “Zeynebî” denilirdi. Hz. Zeyneb (r.anhâ)'nın soyunun devam edip etmediği kesin olarak bilinmemektedir. **(Ömer Faruk Hilmi, _Ehli Beyt'in Fazîleti_, 136.s., Misvâk Neşriyat)**
hakikatbookstore@gmail.com (Hakikat Kitabevi)
hakikatbookstore@gmail.com (Hakikat Kitabevi)