POPULARITY
Dünyada süregelen çatışmalar ve uzlaşmazlıklar, barışın ne kadar değerli olduğunu bir kez daha hatırlatıyor. Peki, kalıcı barış mümkün mü? Toplumlar, bireyler ve kurumlar bu süreçte nasıl bir rol oynayabilir? Prof.Dr. Nezih Orhon'un, İstanbul'da açılan Rotary Barış Merkezi vesilesiyle Uluslararası Rotary Başkanı Stephanie Urchick ile gerçekleştirdiği özel röportajda, barış inşasının temellerini ele aldı. Uzlaşı, iş birliği ve karşılıklı anlayışın toplumsal istikrar ve ekonomik kalkınmadaki kritik rolünü konuştu.
Toplumların kendilerine verdiği en büyük zarar pasifist bir yaklaşım benimsemeleri. Atalarımızın emek harcadığı hiçbir işe artık o emeği harcamıyoruz. Eskiden akşam tavuk yemek isteyen biri saatlerce önce başlıyordu bunu hazırlamaya. Şimdi öyle mi istersen evine pişmiş bile getiriyorlar. Bu zamanı daha aktif değerlendirmemiz gerekirken çok daha tembelleşiyoruz. Hatta bazıları o kadar tembelleşiyor ki yaralarını sarmak yerine geçmesini beklemeyi tercih etmek istiyor. Toplum içindekilerin bazıları da onlara bunu öğütlüyor. Zamanla hiçbir şey geçmez. Hiçbir şey kendi kendine olmaz. Elde etmek istediğin başarı, mal, sağlık her ne ise bunun için mücadele etmen gerekir. Ben söylediğim sadece bu. Çünkü kendi yolunda olmak işleyen demirin ışıldadığını bilen olmaktır.
IPI Medyada İnovasyon podcast serisinin 3. bölümü yayında! Medyada İnovasyon serisinin bu bölümünde Uraz Kaspar'ın konuğu gazeteci, iletişim akademisyeni ve aynı zamanda Türkiye Gazeteciler Sendikası (TGS) Akademi eğitim koordinatörü Orhan Şener Deliormanlı. Gazetecilerin kariyerlerini inovatif araçlarla güçlendirmesi, geleneksel gazetecilik kaslarının günümüzdeki karşılıkları gibi konuların konuşulduğu bölümde; geleneksel dönemden gelen gazetecilerle yeni nesil gazeteci-içerik üreticilerinin sektörel konumlanmaları ve ihtiyaçlarından da bahsedildi. Bölümde değinilen konu başlıklarından bazılarını şöyle özetleyebiliriz: Medyada yaratıcı yıkım kavramı Toplumların ve kuşakların internet kullanımına adaptasyonu Gazetecilerin kazandıkları inovatif yeteneklerin sektörün değişim hızına yetişip yetişememesi Gazetecilerin yeni nesil içerik üretim araçlarına yaklaşımı ve kullanımı ile bunun sektöre yansıması Deliormanlı'nın yayında bahsettiği içerikler ise şunlardır: Morning Brew Podcast T24 Mynet Haberler.com New York Times Financial Times Onedio Aposto 6:30 Podcast Kapsül Bülten
Toplumlar kapitalist öğretiye göre ekonomi, kültür ve sanat ve bilime dair ihtiyaç ve arayışları için bir araya gelenlerden oluşan kalabalıklardır demiştik evvelki yazılarımızda. Elbette bu kabulün birkaç yüzyıllık bir mazisi var.
Toplumları ayakta tutan, yaşayan ve yaşatan yegâne kaynak, toplumların şeriatlarıdır. Bu şeriatlar din kökenli de olabilir, seküler, dindışı kökenli de. Hukuk sistemi, toplumların şeriatının ete kemiğe büründürülmüş ince elenerek sık dokunarak geliştirilmiş, tarihî tecrübeyle adım adım inşa edilmiş işleyiş mekanizmasıdır. Hukuk, toplumun ruhunu, değerlerini ve geçmişten geleceğe çileyle biriktirdiği, hem karakterini hem de kaderini şekillendiren varolma iradesini eksene alarak varolur ve anlam kazanır. Toplumun ruhu, değerleri ve tarihî tecrübesi ile irtibatı olmayan bir hukuk sistemi, hem o topluma hiçbir şey kazandırmaz hem de daha da kötüsü o toplumun altını oymaktan başka bir işe yaramaz. Özetle, bir toplumun hukuk sistemi, o toplumun şeriatı'dır: O toplumu vareden ruh, değerler manzumesi ve ilkeler bütünü. TÜRKİYE'DEKİ HUKUK SİSTEMİ: VESAYETÇİ BÜROKRATİK OLİGARŞİ Türkiye'deki vesayet rejiminin dayandığı bürokratik oligarşi sistemini ayakta tutan güç, bu topluma dışarıdan ve tepeden Jakoben yöntemlerle dayatılan ithal seküler hukuk sistemidir. İthal seküler hukuk sisteminin temel hedefi, İslâm'dan arındırılmış bir devlet / siyaset sistemi ve İslâm'dan uzaklaştırmış bir toplum biçimi icat etmekti'r. Başka bir ifadeyle, Türkiye'deki hukuk sistemi, toplumun ruhunu, değerlerini ve tarihî varoluş iradesini ve ilkelerini eksene almaz. Aksine, toplumun ruhunu, değerlerini ve tarihî varoluş iradesini ve ilkelerini oluşturan yegâne kaynağımızı, İslâm'ı normal şartlarda devre dışı bırakma, anormal şartlarda yani askerî darbe ortamlarında ise yıkma, yok etme kaygısını eksene alır. Dikkatinizi çekerim: Türkiye Cumhuriyeti, 1928 yılına kadar İslâmî bir hukuk sistemi ile meşruiyetini tesis etmeye çalışmış, 1928 yılından itibaren ise tam tersi bir istikamete kayarak Türk devletinin ve toplumunun kaderi, İslâm'ı devre dışı bırakan bir yöne ve yörüngeye oturan bütünüyle Batı'dan ithal seküler bir seküler hukuk sistemi tarafından belirlenmiştir. Seküler devletin ve seküler toplum inşası çabasının kaynağı vesayet rejimi bürokratik oligarşi olarak adlandırdığımız işte bu ithal seküler hukuk sistemidir. Devleti kuran şey, siyasî rejim değil, siyasî rejimi de kuran seküler hukuk sistemidir. Hukukunu kaybeden bir toplum, ruhunu, değerlerini ve varolma iradesini de kaybeder; ruhu, değerleri ve varolma iradesine dayanarak geliştirilen, dolayısıyla ruhunu, değerlerini yaşatan ve varolma iradesini diri tutan devletini de. HUKUK DARBESİ İLE Mİ KARŞI KAŞIYAYIZ? Anayasa Mahkemesi, Cumhurbaşkanı'nın Merkez Bankası Başkanı'nı görevden alma ve üniversitelere rektör atama yetkileri olmadığına hükmetti! Çok tehlikeli bir karar bu! Milletin iradesinin ithal bir zihniyet tarafından nasıl ipotek altına alındığını göstermesi bakımından son derece tedirgin edici ve çokça tartışılacak bir karar! Nedir bu? Hukuk darbesi mi?
Understanding the diversity within the First Nations of Australia is crucial when engaging with Aboriginal and Torres Strait Islander peoples and building meaningful relationships. - Aborijin ve Torres Boğazı Adalı toplumlarla iletişim ve anlamlı ilişki kurabilmek için Avustralya'nın İlk Ulusları arasındaki kültürel farkları anlamak önemli.
Toplum yolundakiler canlının dış görüşüne göre ona zarar verebilmeyi kendilerine bir hak olarak görürler. Yani güzel olana zarar verene kızarlar ama çirkin olanın öldürülmesine ses çıkarmazlar. Bunun bir örneği kelebekleri öldürenlere bağırıp çağıranların zevkle ve hınçla hamam böceklerini öldürmeleridir. Toplumların bu iki yüzlülüğü hakkında konuştuk bu hafta. Ben buna tahammül edemediğim için topluma sırtımı döndüm ve kendi yoluma çıktım. Lütfen şunu asla unutma: Kendi yolunda olmak görünenin arkasındakini görebilen olmaktır. --- Send in a voice message: https://podcasters.spotify.com/pod/show/kendi-yoluna-giden-adam/message
Selam fularsızlar. MÖ 396 olimpiyatlarında at arabası yarışlarını Spartalı bir prenses kazanmış. Hem de iki defa üstüste. Oradaki Zeus tapınağının girişine bronz heykelini diktirip altına "bu yarışı ilk kazanan kadın benim, deal with it" yazdırmış.Ondan tam 23 asır sonra Atina'da yeniden başlayan modern olimpiyatlarda yarışan kadın sayısı ise 0 idi. Projenin mimari Pierre de Coubertin, ölene kadar “kadınların olimpiyatlardaki tek görevi erkekleri alkışlarıyla ödüllendirmek ve onlara çelenk takmaktır” gibi şeyler diyecekti. Tarih bazen uzun dönemler boyunca tekrar eder, sonra bir anda coşar. Pierre de Coubertin, Berlin Olimpiyatlarındaki kadın sporculara söylene söylene öldü. Bu sene yapılacak olimpiyatlardaysa ilk defa eşit sayıda kadın ve erkek sporcu yarışacak, mirası böyle yaşayacak.2000 seneyi aşkın bu inişli çıkışlı süreçte kısa bir yolculuğa çıkalım, en sonunda da Türkiye'ye varalım.Bölümler:(00:03) 1700 yıllık bikini resimleri.(04:00) Antik Olimpiyatlar.(05:35) Viktoria Çağı'nın hurafeleri.(06:50) Şampiyon Prenses Kyniska.(11:36) 1896 Olimpiyatları: Kadınlar Giremez.(15:09) Alice Milliat ve Kadın Olimpiyatları.(18:01) Toplumların evrimi.(20:47) Türkiye'de spor (Vodafone'un Dünya Kadınlar Günü filmi).Kaynaklar:Yazı: Kadın Yarışabilir Mi? Pierre Coubertin Alice Milliat'a KarşıMakale (pdf): BATI KÜLTÜRLERİNDE KADINLARIN SPORA KATILIMLARININ TARİHSEL GELİŞİMİYazı: Women at the OlympicsYazı (pdf): Women in the Olympic MovementHaber: Son 20 yılda kadın sporcu sayısı 30 kat arttıYazı: Şampiyonluğun ardındaki düğüm.Bu podcast, Vodafone hakkında reklam içerir.Vodafone'un Filenin Sultanları için hazırladığı 8 Mart Dünya Kadınlar Günü filmi: https://youtu.be/6mOwkeEkdM8 See Privacy Policy at https://art19.com/privacy and California Privacy Notice at https://art19.com/privacy#do-not-sell-my-info.
İsrail'in Gazze Şeridi'ne düzenlediği saldırlar karşısında protestolar ve boykotlar düzenlenmeye devam ediyor. Boykot eyleminin toplumlar ve kişiler üzerindeki etkilerini, İbn Haldun Üniversitesi Psikoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Medaim Yanık ile konuştuk.
Auswchitz'den sonra şiir yazılamaz” diyordu Theodor Adorno. Bu tespit Holocaust sonrasında yaşanan pek çok hâdise için de tekrarlanabilir. Bir misâl verelim. Akla hemen geliveren atom bombası felâketleri..O hâlde derhâl soralım: Hiroşima'dan, Nagazaki'den sonra şiir yazılabilir mi? Burada gâye, şiir gibi, bize insanlığımızı en derinden hissettirme kaabiliyetine sâhip olan bir san'atı dışlamak , gözden düşürmek değil..Şiirsiz bir dünyânın ne kadar fakir bir dünyâ olacağını bilmiyor değiliz. Mesele, bu muazzam yıkımlar karşısında hislerimizi, mânâ duygumuzu kaybetmekle alâkalı. Yâni burada bahsedilen, böyle felâketler karşısında, şâirin ilhâm kaynaklarının kurumasıdır. Adorno, şiirin mânâsını kaybetmesinden bahsetmiyor. Şiire ilham verecek pınarın yok olması, onun bahsettiği..Yâni soru teknik olarak şiirin yazılamayacağı... Pekiyi, Gazze'den, daha doğrusu Gazzecoust sonra şiir yazılabilir mi? Evet, belki..Ama herhâlde mersiye tarzında.. Bu da ne işe yarar, bilmiyorum.. Modern dünyânın târihsel şekillenişinde yatan bâzı tuhaflıklar bizi Holocaust ve Gazzecoust'a taşıdı. Bu iki soykırım doğrudan modernliğin eseri..Sakatlıklara şöyle bir bakalım.. İlk kıpırdanma Haçlı Savaşlarına kadar geri götürülebilir. Bu savaşlar dâiresinde İlk olarak Doğu'nun zenginlikleriyle tanışan, tüccar İtalyan devletçiklerinin elleri bolardı. San'atları da patlatan gösterişçi bir tüketime savruldular. Leonardo Da Vinci, Michelangelo, Erasmus, Machiavelli, Montaigne, Borgia'lar, Mediciler aynı sahnenin aktörleridir. Süreci sürükleyenler zırâi aristokrasiden ayrışan ticârî aristokrasiydi. Herşey bununla sınırlı kalsa iyiydi. Akdeniz'in doğusundan gelen ve gözünü Roma'ya dikmiş olan genç Fâtih Sultan Mehmed başarsaydı, muhtemelen her şey bir dengeye gelebilirdi. Ama öyle olmadı. Batı Akdeniz bambaşka gelişmeleri yaşıyordu.1492 iki mühim hâdiseyi eşlendiriyor. Amerikalar'ın keşfi ve Reqonquista .. Braudel'in anlattığı II.Felipe İspanya'sı ve onu tâkip eden Portekiz, Atlantik'i aşıp yeni bir kıt'anın yağmacısı oldular. Portekiz ayrıca Hint Okyanusu'na sarkıp Osmanlı'nın arka bahçesinde onu zora sokuyordu. Reqonquista ve Amerikalar'ın keşfi ve yağmalanması o günlere kadar olan târihte eşi menendi olmayan bir kıyım idi. Asırlarca devâm etti. Avrupa'ya getirilen zenginlikler, adına ekonomi denilen modern olgunun temel kaynaklarını oluşturdu. İberik Avrupası bunu derin bir dönüşüme aktaramadı. Doğu Akdeniz ticâretinden beslenen İtalya da bunun hayli gerisinde kaldı. Ama Fransa, Hollanda ve İngiltere, bunu kapitalist mânâda yatırımcı bir zihniyetle değerlendirmeyi bildi. Bu birikim ve yatırım süreçleri, târihin şâkulini şaşırttı. (Elyevm bu şaşkınlığı idrâk ediyoruz). Toprak dönüştü, küçük köylülükler insafsızca tasfiye edildi. Nüfuslar kentlere yığıldı. Batı Akdeniz'den başlayan ve Atlantik'e bakan Avrupa'yı içine alan ve kuzeyde Baltık'ı da kapsayan bu dönüşümler devletliydi. Modern devlet, merkantlist yapıdaydı. Bizâtihî reel olan ekonomik çıkarlarla eşlenen reelpolitik bir oluşumdu. Ekonomi ile siyâsetin eşlenmesinden doğan ve adına ekonomipolitik veyâ politikekonomi denilen bir hâdise zuhûr ediyordu. Reelpolitik ise moralpolitik'ten esaslı kopuşun adıydı. Mazarin, Richelieu gibi, kafalarında binbir tilkinin dolaştığı insafsız; lâkin çok becerikli idâreciler kıt'ayı, giderek dünyâyı tekellerine aldılar. Yağma büyüdü, Amerikalar, Afrika ve Asya sürece dâhil oldular. Nihâyet 19.Asır'da, kapitalizm kemâline erdi. Toplumların üzerinden silindir gibi geçen sanâyi kapitalizmi sahneye çıktı. Bu da modern dünyânın vahşi ihtiraslarını daha da kabarttı. Daha da mücehhez oldular. Bilimler, teknolojik ilerlemeler, tekmil modern kurum ve kuruluşlar, bilerek bilmeyerek, en azından neticeten modern felsefe, bu vahşetin ortaklarıydı. Sürece kültürel dâirede baktığımızda vahşeti başka bir açıdan görüyoruz. Batı ve Doğu kiliseleri arasındaki nefret yüklü bölünme veriydi.
Canberra Üniversitesi siyaset bilimi profesörlerinden Selen Ayırtman Ercan'a göre 14 Ekim'de yapılacak referandumda Parlemento'da Ses'le beraber "Nasıl bir demokrasi istiyoruz?" sorusunu da yanıtlayacağız...
Bu yılki NAIDOC Haftası Aborijin ve Torres Körfezi Adalıların büyüklerini onurlandırıyor. Avustralya yerlisi olsun veya olmasın, birçok insanın hayatında aile büyüklerinin yeri çok önemli.
Son üç seçimin hem siyaset hem de yeni politik kültür açısından tartışılması önemli sonuçlar doğurduğuna hükmederek son dört yazımızda bu sonuçların anlaşılmasına mütevazı bir katkıda bulunmaya niyet etmiştik. Ancak sözümüz seçimlerin pratik sonuçlarını ele almaktan çok kendiliğinden teorik durumun anlaşılmasına evrildi. “Kendiliğinden” diyoruz çünkü, her iş kendi hakikatine tabidir ve bu manada pratiğin zemini teoridir. Dolayısıyla konunun teorisini doğru kurmadığımızda pratiği de doğru okuyamayız. Nitekim bu bağlamda son olarak “Müslüman münevverler için zorunluluk tahtında, 1-Modernizm ve ona tabi görünen sistem tarafından devşirme ve devşirilmenin hakikatini, gelecekte yüklenebileceği ivmeyle birlikte işleyişini doğru tespit etme, 2-Ferdi planda değilse de toplumsal planda neredeyse engellenemez gibi görülen devşirilmeyi, devşirilirken devşirmeye uğratmanın mümkün yollarını özenle araştırma” şartına ulaşmış ve birinci hususu, Abdurrahman Arslan'ın Nehri Geçerken adlı kitabında yer alan 2007 yılına ait bir söyleşisi üzerinden izah etmeye çalışacağımızı iki kez vadetmiştik. Peki, neden Abdurrahman Arslan? Mevlana'ya da nispet edilen şu hikmet nedeniyle: “Azgın sele içeriden müdahale edilmez. Selde kapılmadan ondan bir şeyleri kurtarmanın yolu sele dışarıdan müdahale etmektir.” Toplumların hareketle, bu hareketin sevk ve idaresinin ancak siyasetle yani yönetimle kaim olması nedeniyle birbirini tamamlayan bu iki hususu kesintisiz olarak akan azgın bir sele benzetebiliriz. Biz son seçimlerde özellikle Türkiye'nin beka meselesine şartlandığımız ya da şartlandırıldığımız için, istesek de mezkur selin dışında kalamadığımızın farkındayız. Öyle ki, bundan yirmi yıl önceki seçimlerde CHP ile hesaplaşma; CHP'den geçmişteki zulmünün hesabını sorma saikiyle sandıklara giderken, şimdi bunun yerine beka meselesini ikame edişimizin sebepleri üzerinde henüz enine boyuna düşünme ihtiyacı duymuyor, sadece siyasette Başkan Erdoğan gibi olmanın had olarak seçilmesini nihai gerçeklik olarak alıp, benzeşendeki bir benzeşmezlik yani beka hususundaki anlayış farkına şahitlikten haz duymakla yetiniyoruz. İşte bu sebeplerle, kat ettiğimiz söz yolunda bilinçli olarak selin dışında duran birine muhtacız ve o da Abdurrahman Arslan'dan başkası olamaz.
Family, domestic and sexual violence are major health and welfare issues in Australia, as two in five people have experienced physical or sexual violence since the age of 15. Family violence can affect anybody, but migrant women face additional barriers when they need to get help. - Psikolojik ve fiziksel sağlığımıza yönelik en büyük tehditlerden ikisi aile içi şiddet ve cinsel şiddet. Verilere göre Avustralya'da 15 yaş üstü nüfus içinde her 5 kişiden ikisi fiziksel veya cinsel şiddete maruz kalmış. Toplumun her kesiminden bireyler aile içi şiddete maruz kalabilir ancak mağdur göçmen kadınların desteğe erişebilmesi için aşması gereken engeller çok fazla.
Avustralya'nın yabancı casuslarla mücadelesinde göçmen toplumlar ön safhada. Avustralya Federal Polisi yeni bir kampanya ile göçmen toplumlara yönelik yasadışı yabancı istihbarat eylemlerini önlemeyi amaçlıyor. Yetkililer ayrıca siber güvenlik eksikliklerini gidermek için de önemli adımlar atıyor.
Tarih boyunca hikayeler anlatan yani hikayenin yaratıcısı konumunda olan insan, bir yerden sonra anlattığı hikayelere esir olmuş ve yaratılan konumuna gelmiştir - ya da o konuma düşmüştür. Her ne kadar biz bu hikayelerin bazılarını mitoloji olarak adlandırsak ve gerçeklikten uzak olduğuna emin olsak… Seslendiren: Altay Kenger
İnsanlar birbirinden farklı yaratılmış. Toplumlar bir fark koyuyor ortaya, toplumlar içinde aşiretler, kabileler, etnik gruplar, bunların içinde aileler, bireysel kişiliklerin hepsi kendine özgü bir fark koyuyor. Sadece toplumlar değil, her insan diğerinden farklı. Gelmiş geçmiş milyarlarca insan arasında birinin aynısı olan kimse yok. Herkesi ayırt eden bir yüzü, bedensel özellikleri, parmak izi, retinası, DNA'sı var. Adli tıpta kimlik tespitlerini yapmak farklar üzerinden mümkün oluyor. Bir insan cinsinin bütün bireylerini birbirinden farklı kılarak yaratan, büyük mucizelerinden birini de görene ve anlayana göstermiş ve anlatmış oluyor. Toplumları birbirinden farklı yaratan rabbimiz bir yandan da bütün bu farklılıkları insanlar birbirlerini tanısınlar diye yarattığını söylüyor ama bir yandan da bu farklılıklar üzerinden birbirlerine üstünlük taslamayı da zinhar yasaklıyor. Farklar üzerinden, hele de bize verilmiş, tahsilinde en ufak bir katkımızın olmadığı farlarımız üzerinden birbirimize üstünlük taslamanın anlamı cahiliye asabiyesidir, yani ırkçılıktır. Irkçılık her bir birey farklı olduğu halde bazı topluluklar arasında var olan asgari benzerlikler, yakınlıklar veya bağlar üzerinden bazı gruplara atfedilen üstünlük. Tevhid dininin zirve ismi Hz. İbrahim'in babası bir put yapıcısı olan Azer'dir oysa ve Allah onu bağışlamak için dua etmeyi bile kendisine yasaklamıştır. Aynı Hz. İbrahim kendi torunlarının da insanlara öncülük etmesi için dua ettiğinde rabbinden “Allah'ın vaadi zalimler topluluğuna erişmez” cevabını alacaktır, çünkü hakk üzere olmak bir soya bağlı olmakla temin edilen bir şey değil, istikamet üzere çaba lazım, emek lazım, irade ve duruş lazımdır. Hz. Nuh'un oğlu, mesela kendi babasına inanmamayı, kavmi gibi onu alaya almayı tercih ederek zalimler topluluğu arasında yer alır. Soyu onu kurtarmadı. Daha geriye gidelim Hz. Adem'in iki oğlundan biri ilk cinayeti ve ilk kibri irtikap eden Kabil'dir. Yine Hz. Peygamber'in Hz. Hamza gibi bir amcası var ama Ebu Leheb gibi Kur'an'da ismi adeta şirkin, zulmün ve kötülüğün simgesi olarak zikredilen bir amcası daha var. Soya sopa kutsallık aftetmek İslam'ın temel felsefesiyle çelişe bir şeydir. Elbette bu felsefe, akrabalara karşı sorumluluğu, onlara iyilikte bulunmayı emreden düsturla çelişmez. Soya, kavme, yani hiçbir katkımızın olmadığı, bize verilmiş olan özelliklerle bizi irtibatlandıran özelliklere atfedilen ortaklıklar her bir birey olarak farkımızdan kaynaklanan sorumluluğu yok etmiyor. Bilakis bu farklı ortaklıklar üzerinde fazla durarak sadece kibrimizi, istiğnamızı, dolayısıyla cehaletimizi artırırız, başka bir şey değil. Yine de vurgulamadan ve üstünlük veya aşağılık atfetmeden kendimizi bilmek, tanımak, şeceremizi takip etmek açısından farkları bilmek de gereklidir. Türkiye'de yaşanan İslam'ın başka ülkelerdeki veya toplumlardakine nazaran bir farkı elbette vardır. Bu farkı daha önce şu veya bu özelliklerde arayanlara karşı epey yazmıştım. “Türk Dininin Sosyolojik İmkânı” tam da bu fark iddialarıyla yüzleşmek üzere yazılmıştı. Farklı olmak veya farklılık politikaları gütmek arasındaki farkı da vurgulayarak elbette. Türkiye'de anlaşılan ve yaşanan İslam'ın başka ülkelerdekine nazaran farkını Hanefilik-Maturidilik üzerinden kurmak isteyenlere karşılık, Afgan, Hint, Pakistan ve bilhassa Taliban'ın da İslam anlayışının aynı kaynaklara dayandığını göstermiştik. Ayrıca Anadolu'da Maturidi anlayışın büyük ölçüde Eşari bir talim ve tedrisatla içiçe olduğundan bunun kayda değer bir fark üretme ihtimalinin olmadığını da söylemiştik.
Konuğumuz ekonomist Prof. Daron Acemoğlu ile kendisinin James Robinson ile birlikte geliştirdiği "Dar Koridor" teorisine farklı bir perspektifle bakıyoruz. Toplumların özgürlüklerinden başlayarak biyoçeşitliliğe geliyor ve "Biyoçeşitliliğin Dar Koridoru" perspektifini konuşuyoruz. Ayrıca, ekonomi denklemlerine biyoçeşitlilik bileşenini sokma gerekliliği üzerinde duruyoruz.
Şiraze dergisi 12. sayıyı, iki ayda bir yayımlanışına göre iki yılı geride bıraktı. Bu 12 sayıyla iki yılın hikayesini bir de Şiraze'nin maddi ve editöryal yükünü omuzlayanlardan sormak gerekir aslında. Ama konunun bu yönü kağıt fiyatlarından şikayette, iyi yazılar temin etmenin güçlüğünde toplanarak, genel olarak dergiciliğin -elbette Şiraze'yi de içine alan- ekonomik ve sosyal problemlerine bağlanır ki, bu da mevcut ekonomik ve sosyal şartlarda sonuç üretmeyecek görüşlerin bolluğunda boğulmaktan başka bir işe yaramaz. Hal böyle olunca Şiraze – ve halen yayımlanabilen diğer nitelikli dergiler- esasında son tahlilde ancak şu söylenebilir: Sözü olan konuşur, derdi olan yazar, iddiası olan yaşar ve ancak bedelini ödemeyi göze alanlarla proje sahibi olanlar dergiler çıkarabilirler. Şiraze de bunları kendi yayım amacında birleştiren ve yoluna istikrarlı olarak devam eden bir kaç dergiden biri. Şiraze ilk sayısından beri dosya ağırlıklı olarak çıkıyor. Kitap kültürü dergisi olması nedeniyle dosya konuları da doğal olarak kültür ve edebiyat merkezli olarak seçiliyor. Hüseyin Su'nun dergicilik yaptığı yıllarda ihdas ettiği ve hakkını vererek uyguladığı bu tarzın iyi yanı, dergiyi yazılar seçkisi olmaktan kurtarıp, yazı gayretini ve haliyle dergiyi daha dinamik kılmasıdır. Zira, bu dosyalarda, çoğunlukla seçilen konuya daha önceden emek harcamış kişiler yazıyor ve bu sayede ilgili konu okurlarına çoğu zaman efradını cami ağyarını mani bir bilgilenme imkanı veriyor. Söz konusu tarzın kötü yanı ise, derginin genel hacminde aslan payının dosya konusuna verilmesi halinde, yeni yeteneklerin kendilerini ispat etme alanın daraltılması, farklı türlerdeki yazı hareketlerinin baskılanmasıdır. Bu bağlamda Şiraze'nin zikredilen iki durum arasında iyi bir denge kurduğunu söylememiz gerekir. Nitekim derginin Temmuz-Ağustos 2022 tarihli 12. sayısı seyahati dosya konusu olarak seçmekle birlikte, yayımlanan yeni kitapları, yazarları takip etmekten geriye kalmadığı gibi, roman, şiir ve öykü türleriyle ilgili yazı ve söyleşileri de ihmal etmiyor. Seyahat yazı ve kitaplarının tür olarak sadece edebiyatın içine çekilmesinin güçlüğü malumdur. Zira seyahat edebi planda belâgatlı bir yol(culuk) ve mekan zevkinin ifadesi olduğu kadar, örneğin meraklısının dokuma sanayinin mazisi hakkında bilgi edinebileceği ilk kaynaklardan da birisidir. Toplumların yaşayışlarının ve bu bağlamda eriştikleri medeni seviyenin aynelyakin kaydı hükmünde coğrafyayı, şehirleri, kültürleri ve sanatları ihtiva eden seyahatin bu yanıyla edebiyata sığmaması normal olduğu gibi, kendi pekinliğinde müstakil bir tür olarak nitelenmesi de mümkündür. Nitekim seyahat konusu Şiraze yazarları tarafından da bu minvalde ele alınmış; kültür-sanat-edebiyat ve ilim ekseninde farklı farklı değerlendirmelerin muhatabı olmuştur. Necmettin Turinay'ın Gölgesi Ufuklara Vurmuş 'Evliyâ-yı Bi-riyâ' yazısında yerli seyahatnamelerin en meşhurlarının bir panoraması verilerek Evliyâ Çelebi merkeze çekilirken, yapılan önemli değerlendirmelerin özetinde -yukarıda zikrettiğimiz çeşitlilik esasında- şu hususun altı çizilmiş: “İçinde yaşadığı mekânlara sığmayan Evliya Çelebi'de realiteyi aşmak isteyen bir arayış söz konusu. Necip Fazıl'ın ifadesi ile, 'varlığın dar hendesesinden' kurtulmak gibi bir arayış bu! Sürekli yer değiştirme, yeni yeni yerler görme arzusu bundan ileri geliyor. Neredeyse sonu gelmez bir tekrara dönüşüyor onun çabaları. Bunun da farkında olan Evliya Çelebi, ruhunda barındırdığı bir aşkınlık ihtiyacı ile tasavvufa, şiire, sanata, daha ötede de rüyaların soyut âlemine evriliyor. O yüzdendir ki rüyaların bu kadar güzel anlatılması Seyahatname'ye bambaşka bir katman daha ilave ediyor...”
New South Wales Hükümeti, eyaletin çok kültürlü toplulmları için 28 milyon dolarlık bir fon desteği açıkladı. Para, dil ve çeviri hizmetleri, festivaller ve kültürel etkinlikler ve ayrıca yeni bir Dini Toplumlar Danışma Konseyi'nin kurulması gibi girişimler için ödenecek. Eyalet Hükümeti, paketin çok kültürlü ve inançlı toplumların COVID-19 salgını sırasında oynadığı kritik role yanıt olduğunu söylüyor.
Bi' De Buradan Bak yine çok çarpıcı, yine çok gerçekçi! Savaş Şafak Barkçin, Bi' De Buradan Bak programında, tarihte iz bırakan olayları, kendine has üslubu ve tüm gerçeklikleriyle enine boyuna anlatıyor... Savaş Şafak Barkçin yeni bölümde başlıca şunları söyledi: Toplumların üç yumuşak karnı var; birincisi gıdadır, ikincisi enerjidir, üçüncüsü nüfustur. Yıllar yılı Türkiye'de nüfus düşürülmek için çok çalışıldı. Ben devlete de çalışırken nüfus politikalarına bir ara Birleşmiş Milletler ve diğer batılı ülkelerin nasıl müdahale ettiği ile ilgili bir çalışma yapmıştım, Türkiye'ye yardım vermeyen ülkeler bile nüfus azaltmak için büyük yardımlar verdiler ve sonuçta Türkiye dünyada örnek olarak gösterilen bir nüfus düşüşünü yaşadı, Şu anda Türkiye'nin nüfus artışı maalesef 2050 yıllara geldiğimizde bu kadar genç olmayacak. Şu anda ki Avrupa seviyelerine maalesef düşmüş olacak. Bu ne demek? Az çalışan, çok yiyen, az risk alan, çok güvence arayan dolayısıyla dengesi bozulmuş bir toplum. Aslında bir toplum nüfus konusunda çok çok dikkatli olmalıdır, bu konuda zaten bir zaafımız var. İkincisi gıda dedik onu zaten birazdan konuşacağız... Üçüncüsü enerji çünkü şimdi de görüyorsunuz Rusya vanaları kapattı mı Avrupa'nın bir çok ülkesini kilitliyor. Bunların üçü de bağımlılıkla ilgili bir şeydir. Aynı bir insanın belli bir gıdaya veya belli bir faaliyete bağımlı olması gibi, onsuz yapamaması gibi... Onu kendisi üretemiyorsa başkalarının, üretenlerinin elinde oyuncak olma ihtimali çok yüksektir. Ülkeler maalesef insani gerekçelerle bu işlerden uzak durmuyorlar yani karşıdakinin ümünü sıkmak için elinden gelen her şeyi yapıyorlar, bu konuda ahlak falan dinlemezler, o ahlak denen laflar lafta kalan şeylerdir... Şimdi, gıdayı insanın kendi kendine üretmesi çok zordur. Hepimizin bir yerde tarlası yok, bir yerde ağacımız yok. Ülke içinde de hep birilerine bağımlıyız, o bir zincir... Eğer bir ülke kendi içinde tarımsal üretimini belli bir seviyeye getiremediyse ki o da şu anda ki nüfusunu doyurmakla ilgili değildir, gelecek nesilleri de doyurabilecek şekilde şimdiden alt yapı hazırlamakla ilgilidir... Devamı videoda... Gelin, Beraber Yürüyelim...
Mîlâdî takvime göre, İstanbul'un fethinin 569. yıldönümünü idrak ediyoruz. Fethin ruhunu gerçekten idrak edebilmiş durumda mıyız, merak ediyorum doğrusu. Fetih ruhu'nun bu ülkede bir karşılığı var mı, insanları kanatlandırmaya yarar mı, bilmiyorum. Ama Türkiye'nin özellikle seküler aydınlarının fetihle işgali karıştırdıklarını biliyorum. Fetihle işgali karıştıran müslüman bir toplumun aydınının zihni işgal altındadır, iğdiş edilmiştir, diyorum. Bilim, düşünce, sanat, siyaset ve ahlâkta büyük açılımlar, insanlığın önünü açan çığır açıcı atılımlar nasıl gerçekleştirilir? Fetih ruhuyla... Eşyanın hakikatini keşfetme çabasıyla... Eşyanın hakikatini keşfetme çabasını diri tutan kanatlandırıcı bir ruhla ve bu ruhu canlı kılan büyük rüyalarla... Unutmayalım: İddianız yoksa rüya göremezsiniz. Rüyasını göremediğiniz bir iddiayı hayata geçiremezsiniz. Fetih ruhunu ve rüyasını işlediğim bir yazımı, tozunu alarak paylaşıyorum. ÜÇ TARZ-I FETİH Üç tarz-ı fetih'ten ya da fethin üç boyutundan sözedilebilir: Manevî fetih, fikrî fetih ve maddî fetih. Manevî fetih, kalple gerçekleşir. Fikrî fetih, zihnin eseridir. Maddî fetih, kılıcın meyvesidir. Bir kez daha hatırlatmak istiyorum: Bu ülke Batılı emperyalistler tarafından fiilen işgal edilemedi ama zihnen işgal edildi. Bu ülkenin sözümona aydınları celladına âşık edildi. O yüzden bu ülkenin hâs aydınları, ön açacak, ön alacak çilekeş öncü kuşakları, tarihî derinliğinin ve kültürel zenginliğinin eseri kolektif iradesinin temsilcisi yerli entejijansiyası yok. Öncü kuşakları olmayan toplumlar, bugün yaşıyor olabilirler ama yarın bir ânda yok olmaktan kurtulamazlar. Bir Gazâlî'niz, Alparslan'ınız, İbn Arabî'niz, Fatih Sultan Mehmed'iniz, Sinan'ınız, Itrî'niz, Yunus'unuz, Yavuz'unuz ya da bir Eflatun'unuz, Kant'ınız, Bach'ınız, Rafael'iniz, Bruegel'iniz, Beethoven'iniz, Nietzsche'niz, Dostoyevski'niz, Tarkovski'niz varsa, varolduğu için, varolabildiği için varsınız. ZİHİN, KALP VE RUH FÂTİHLERİ: İLİM, İRFAN VE HİKMET FETİHLERİ... Bu öncüler, fikirleriyle, eserleriyle, şahsiyetleriyle yaşıyorsa, sizi de yaşatabiliyorsa, sizin varolduğunuzdan ve yaşadığınızdan sözedebiliriz. Bunlar, bir toplumun medeniyet ruhunu diri ve canlı tutan, yaşayan ve yaşatan öncü kuşakları değil sadece, kurucu ve konumlandırıcı öncü kuşakları: Yönünü ve yörüngesini belirleyen, ruhunu harekete geçiren, geleceğini şekillendiren yol fenerleri. Her medeniyet, öncü kuşakları vasıtasıyla geçmişten nefes alır, geleceğe nefes verir. Bütün diğer medeniyetlerin öncü kuşakları gibi bizim medeniyetimizin öncü kuşakları da birer fâtihtir; fetih ruhuyla nefes alıp veren, medeniyeti yeşerten ve gölgesinde herkesin serinlediği birer çınar. Maddî fetih, kılıçla gerçekleşir ama önce zihinde ve zihinle şekillenir, sonra kalpte ve kalple olgunlaşır, en sonundaysa ruhta ve ruhla gerçeğe dönüşür. Fetih, işgal değildir; kapıların açılmasıdır. Zihin, gönül ve ruh kapılarının canlanması, hayata kavuşması. Aynı şekilde, maddî fetih de toprakların işgali değildir. Toprağa, hakikatin hayat bahşeden elinin değmesi, toprağı sulayacak ötelerden yankılanan bir sesle diriltici bir nefes vermesidir maddî fetih. Toplumları fatihleri ayakta tutar, fatihleri taze hayat sunar, fatihleri yol açar. Zihin, kalp ve ruh fatihleri: İlim, irfan ve hikmet fetihleri. Fetih ruhunu yitiren, yeni fatihler yetiştiremeyen toplum, dengesini yitirir, işgal edilir zamanla.
Kitabı şöyle bir karıştırmaya başladığımda ilk izlenimim; hayli zor bir meseleyle karşılaştığımdı... “Demir bilye gibi” dedim içimden... Prof. Gülper Refiğ'in son kitabı “Ruh Doğu'dur Beden Batı” başucumda duruyor. Sindire sindire okuyorum. Size tadımlık olarak kitabın giriş bölümünden bir parça sunacağım. Aslında her şeyi anlatıyor: “Onlarca asrın kemikleşmiş ön yargılarının tam aksi tezini savunan gerçekleri anlatmak ve inandırıcı olmanın zorluğu ötesinde neredeyse imkânsız olduğunun elbette farkındaydım. Ama sonuç her ne olursa olsun bu maceradan asla pişmanlık duymadım, tersine önümde açılan yeni ufuklar öylesine tanıdık, aydınlatıcı ve heyecan verici idi ki, soylu aile köklerini araştıran amatör bir histografın coşkusunu yaşadım. 'Ruh Doğu'dur Beden Batı' sözü Fransız düşünür/yazar Michel Chevalier'e aittir. Toplumların ruhunu oluşturan kültürel olguların en başında kuşkusuz inançları ve buna bağlı gelenekleri vardır. Bu kitapta özel olarak dört büyük besteci, Wolfgang Amadeus Mozart, Richard Wagner, Philip Glass ve Ahmet Adnan Saygun'un farklı zamanlar ve mekânlarda yaşamalarına, inanç ve kültürel farklılıklarına rağmen dünyaya bakış ve yaşam felsefelerinde nasıl ruhsal birlik içinde olduklarını, bu duyarlılığın yaratıcılıklarında nasıl benzer tezahürleri olduğunu anlamaya ve anlatmaya gayret ettik. Çalışırken gitgide puslarından arınan gerçeğin, bütün zahmetlere değecek kadar kıvanç ve umut verici olduğunu görmek coşkulu bir deneyimdi. Özlenen, aranan 'gerçek' bize aldığımız nefes kadar yakındı. Hırs ve egodan arınmış, adil, merhametin ve şefkatin ön planda olduğu, birlikte huzur içinde doğayla barışık bir yaşam özlemi her dört besteciyi de aynı hedefte birleştiriyordu: Doğu'nun 'ruhu' ile Batı'nın 'bedeni'nin uyumlu buluşması. Bu hayalin gerçekleştiği dönemler insanlık tarihinin en huzurlu ve uygar kültürlerini yaratmıştır. Anadolu tarih boyunca bu yüksek irfan, soylu insanlık örneğinin temeli ve odak noktası olmuştur. Kitapta ele aldığım dört bestecinin eserlerindeki düşündürücü ve hikmetli irfanın, bugün içinde yaşadığımız kaotik, karanlık ortama yol gösterici, uyarıcı rehberler olmasını arzu ettim. Başarıp başaramadığıma siz okuyucular karar vereceksiniz.” Prof. Gülper Refiğ'in kitabına da taşıdığı ve ele aldığı 'öz'e de ileride sık sık değineceğiz...
İhtiyacı olan 65 yaş ve üstü Avustralyalılara sunulan Evde bakım paketleri hakkında Melbourne merkezli Sensible Care kurumunun Genel Müdürü Bora Akdeniz SBS Türkçe'ye bilgi verdi.
2021 Kıraathane Kitap Şenliği'nde İstos Yayınları tarafından Yesayan Salonu'nda düzenlenen bu toplantıda, Seçkin Erdi'nin moderatörlüğünde Özgür Kaymak ve Anna Maria Beylunioğlu konuğumuzdu. "İstanbul'un gayrimüslim toplumlarında karma evlilikler" konusunu, bu konuya odaklanan Kısmet Tabii kitabının iki yazarından dinledik: Farklılıklarla bir arada yaşamak nasıl mümkün?Farklı etno-dinsel gruplara ait “azınlıkların” geniş toplumdan bireylerle deneyimledikleri evlilikler/ilişkiler özel alanda azınlık olma hâlini kamusal alandan nasıl farklılaştırıyor? Kısmet Tabii… karma evliliklerin çok derinlerde gömülü olan toplumsal önyargıları, ayrımcılıkları sağaltmada, sınırları aşmada, farklılıklar arasında köprü kurmada ne derece işlevsel olduğunu, karma ailelerde hibrit kimliklerin ne tür pratikler aracılığıyla inşa edildiğini mercek altına alıyor.
İlk bölümde Pakrat Estukyan ile Türkiye'nin ve Ermeni toplumunun gündemini konuşuyoruz. İkinci bölümde Prof. Dr. Ayhan Aktar ile yeniden gündemde olan Varlık Vergisi'nin azınlık toplumları üzerinde yarattığı tahribatı konuşuyoruz. Son bölümde avukat Deniz Bayram ile 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü vesilesiyle içinde bulunduğumuz koşulları ele alıyoruz.
İlk bölümde Pakrat Estukyan ile Türkiye'nin ve Ermeni toplumunun gündemini konuşuyoruz. İkinci bölümde Prof. Dr. Ayhan Aktar ile yeniden gündemde olan Varlık Vergisi'nin azınlık toplumları üzerinde yarattığı tahribatı konuşuyoruz. Son bölümde avukat Deniz Bayram ile 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü vesilesiyle içinde bulunduğumuz koşulları ele alıyoruz.
“Alternatif Siyaset”in 17. bölümünde Ayhan Bilgen, dış politikada bağımsızlık, egemenlik, içişlere karışma kavramlarını ele aldı. Egemenlik ile hukuk devletinin birlikte var olduğunu vurgulayan Bilgen, şöyle dedi: “Devletler birbirinin içişlerine saygılı aynı zamanda taleplerini yansıtabilirler. Dışarıdan gelecek baskıları en aza indirebilmenin yolu içeride sorunları çözebilme kapasitesinden geçer. İçeride kemikleşmiş sorunları olan ülkelerinde dışarıdan müdahale ve baskı yapılması tarihsel bir gerçekliktir. Toplumların dayanışması yani insanlık ailesinin empati yaparak birbirinin sorunuyla ilgili duyarlılık göstermesi başka bir şeydir. Devletin bunu araçsallaştırılması ve bir baskı aracı olarak kullanması başka bir şeydir. Galiba egemenlik tartışmasında ayırt etmekte zorlandığımız nokta burası. Uluslararası dayanışmanın konusu olmakla devletler arası pazarlığın aracı olma konusunu birbirinden bir türlü ayıramıyoruz.” Medyascope'u Google Haberler üzerinden takip edin Share on facebookShare on twitterShare on pocketShare on emailShare on print Medyascope'un yeni mobil uygulamasını indirin
Onurlu bir gelecek için devrim! İçinde yaşadığımız toplum iki karşıt sınıfa bölünmüştür. Bir tarafta üreten çoğunluk, yani proletarya (işçi sınıfı), diğer tarafta ise sömüren azınlık, yani burjuvazi (sermaye sınıfı) var. Bu bölünmede burjuvazi, işçi sınıfının emeğini sömürerek elde ettiği parasal gücü siyasette, medyada, kültürde ve hayatın her alanında hâkim sınıf olmak için kullanıyor. Apaçık gerçekleri böyle gizliyor. Bir avuç sömürücünün çoğunluğa hükmetmesini böyle sağlıyor. Böylece devleti sınıfsal çelişkilerde hakemmiş gibi, kendi çıkarını da tüm milletin çıkarıymış gibi gösteriyor. Ama kriz zamanlarında mızrak çuvala sığmaz oluyor, işçi sınıfı ayağa kalktığında makyaj akıyor, maske düşüyor. Tekirdağ Valiliğinin önünde anayasayı ve yasaları uygula diyen işçiye vahşice saldıran devlet gerçek yüzünü, sınıfsal niteliğini, burjuva karakterini gösteriyor. Anayasanın sendika hakkına dair 51. Maddesinin, herkese izin almadan toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkı veren 34. Maddesinin değil, burjuvazinin çıkarlarının gereğini yapıyor. MESS grevlerini yasaklarken Anayasa'nın grev hakkını güvence altına alan 54. Maddesini değil, metal sanayii patronlarının menfaatini esas alıyor. Yine aynı devlet barınma hakkı isteyen öğrenciye Anayasa'nın barınma hakkıyla ilgili 57. Maddesine göre değil, sömürü düzenini sürdürme gayesiyle yaklaşıyor. 2 milyon konut fazlasının olduğu ülkede yurt isteyen, karşılanabilir kiraya konut talep eden öğrencileri polis nezaretinde yatırıyor. Bu liste uzayıp gider… Sonuç hep aynı! Toplumlar anayasaya ve yasalara göre değil, hâkim sınıfın çıkarlarına göre yönetilmektedir. Mehter marşlarıyla çıkılan sınır ötesi seferlerin aslında emperyalistlerin çıkarları doğrultusunda girişilen bir tür taşeronluk olması da bundandır. Elbette ki "ABD'ye hizmet ediyoruz, emperyalist paylaşım kavgasından bize de bir kırıntı düşerse ne âlâ" demeyecekler. "Vatan, millet, Sakarya" diyecekler ve diyorlar… Ve onların çocukları şu ya da bu sebeple askere gitmezken, zenginler bedel verirken, bizim çocuklarımız, emekçi halkın çocukları savaşlarda can veriyor. Ve düzen siyaseti kurduğu tezgâhla, işçi emekçi çoğunluk kendisine bu ezayı çektirenlerden hesap sormasın, onun yerine din, dil, mezhep vb. her türlü kışkırtmaya maruz kalıp birbirine düşsün istiyor. Elbette ki bu böyle gelmişse de böyle gitmeyecek. Dedik ya işçi sınıfı ayağa kalktığında, emekçi halk üzerindeki ölü toprağını silkinip attığında her şey değişmeye başlıyor. Çıplak gerçekler gün yüzüne çıkıyor. Ama gerçeği görmek yetmez. Değiştirmek için düzen siyasetinin yerine sınıf siyasetini geçirmek gerekiyor. Devlete mevcut yasaları uygulatmak için bile direniyoruz. Patronlardan haklarımızı ancak söke söke alıyoruz. Bu düzeni toptan değiştirmek için ise çok daha fazlası gerek: Devrim! İstibdadı yenen, hürriyeti getiren 1908'deki devrim gibi, bu ülke kurulurken işgalciyi kovan, saltanatı yıkan devrim gibi… İşçi sınıfını iktidara getiren ve tüm dünyada işçi devrimleri çağını başlatan Ekim Devrimi gibi… Çağımızın devrimi ancak işçi sınıfının altından kalkabileceği bir iştir ve zaferi için ihtiyacımız olan işçi sınıfının öncüsünü örgütleyen bir devrimci partidir. Devrimci İşçi Partisi var gücüyle böyle bir partinin inşası için çalışmaktadır. Sadece işçi sınıfı siyaseti küçük bir azınlığın değil, ezici çoğunluğun çıkarını gözetir. Uğruna savaşmaya değer tek siyaset budur: İşçi ve emekçi sınıfların hâkim olduğu bir devlet, yani ezileni koruyan, ezene göz açtırmayan, üretimde sömürüyü kaldıran, zenginden alıp fakire dağıtan, işsize iş, herkese aş, emekçi halka hürriyet getiren bir devlet! Fabrikaların bankaların devletin, devletin de işçinin olduğu bir düzen! Çocuklarımıza bırakacağımız onurlu geleceğin ta kendisi işte budur!
27.08.2021 | Dijital Hayat Bölüm342 - TRT Radyo1 | "Veri Okuryazarlığı" Bilal Eren'in hazırlayıp, sunduğu Dijital Hayat programımızda bu hafta, Gazi Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Şeref Sağıroğlu ile; - Veri ve Bilgi Arasındaki İlişki Nedir? Örnekler? - Veri Okuryazarlığı Nedir? - Veri Okuryazarlığı Tanımı ve Çerçevesi Nasıl Çizilebilir? - Veri Okuryazarlığı İlkeleri Nelerdir? - Veri Okuryazarı Nasıl Olunabilir? - Veri Okuryazarlığı Beceleri Nelerdir? - Bireyler için Veri Okuryazarı Olmak Ne Anlama Geliyor? - Veri Okuryazarlığı Endeksi Mevcut mu? - Veri Okuryazarlığı İle İlgili Yeterlilik Matriksi Mevcut mu? - Veri Okuryazarı Birey ve Toplumların Olmayan Birey ve Toplumlara Göre Avantajları Neler? - Veriler Herkese Açık mı? - Günümüzde Bilgisayar Okuryazarlığı Veri Okuryazarlığına mı Dönüştü? - Veri Okuryazarlığı Farkındalığı ve Yetenekleri Nasıl Geliştirilir? - Veri Okuryazarlığı Eğitimleri Olmalı mı? - Veri Okuryazarlığı Politikası Nasıl Olmalı? - Veri Okuryazarlığına Nereden Başlamalı? Başlıklarını konuştuk. Dijital Hayat, her cuma saat 15:30'da TRT Radyo1 mikrofonlarında canlı yayında... Tüm geçmiş ve gelecek yayınlarımız için; Web: https://www.dijitalhayat.tv
“Tüm toplumlar hastadır ancak bazıları daha hastadır.” Toplumları bu denli hasta kılan şey denir? Örf, âdet ve inançlarımız mı? Çin, Papua Yeni Gine gibi farklı ülkelerden örnekleri size sunup hasta toplumlardan kastedilen şeyin ne olduğunu çok daha iyi kavrayacağımız bir podcast ile Sosyolojiye Bakış serimize tam gaz devam ediyoruz Seslendiren: Rıdvan TÜZEMEN Yazan: Elmas Ayça KILINÇ Erişim Kanallarımız https://linktr.ee/MozartCulturesPodcast “Sosyolojiye Bakış” serimizde günlük yaşantımızdan kariyerimize, okulumuzdan evimize kadar hemen hemen hayatın her yerinde 1-2 kişinin oluşturduğu toplumların bilimlerini inceleyeceğiz. Mozartcultures; Türkiye' de tamamı gönüllülerden oluşan ve kâr amacı gütmeyen bir kuruluş olarak,sanatı ve bilimi güneşin doğup battığı tüm topraklara yayabilmek amacıyla çıktığımız bu yolda sizlere çok değerli podcast yayınları dinletmeyi amaçlıyoruz.
Dini bayramların Türk toplumunda ve kültüründe çok önemli ve ayrı bir yeri var. Toplumların kültürleri; tarihi yaşanmışlıkların birikimini, değere dönüşmesini, ilişkilerin gücünü, ortak hareket edebilme duyarlılığını, birlikte hareket etme özelliğini yansıtır. Dini bayramların bir ibadet boyutu, bir de kültürel davranış moduna dönüştürülen dini ritüel boyutu var. Kurban kesimiyle, bir taraftan dini bir yükümlülüğü yerine getirilmesi; bunun gelenekle birleştirilerek bir yaşam kültürüne dönüştürülmesi, diğer tarafta kesilen kurbanın özellikle fakirlere dağıtılması ve bu sayede yardımlaşma ikliminin ortaya çıkması söz konusudur.
Bu bölümde;
Performans toplumunda arzu her zaman üretimi maksimize etmektir. Ancak kendisi kapsamlı çalışmaya boyun eğen, ve birçok şeyi o vahşi hayvan gibi aynı anda yapmaya çalışan insan. Aslında, ne pahasına olursa olsun her zaman “mutluluğunun” peşindedir. Fakat fark etmez. Bu yüksek performans talebi ve çabası insanın mutluluk dediğinin bile tüketilmesine yol açar. Burada da işte sıra kişisel gelişime gelir. Mutululuk pompalama güdüsü ve insan her şeyi pozitifim ben diyerek sırtlamaya baslar ve döngü tekrar baslar.. bu insanın bitmeyen döngüsünü yaratır. sorunlara sorun yaratanla cevap vermek… Mükemmellik Modern toplumların temel bir ilkesi, bu “mükemmelliğin elimizin altında olduğudunu” söylüyor . Çağdaş araçların en değerlisi olan bilim, sonunda bizi rahatsız eden her şeyin, bizi olabileceğimizden çok daha az yapan acının, aptallığın ve hataların üstesinden geleceğimizi garanti ediyor gibi görünüyor. Bu sadece bir zaman meselesi diyor . Toplumlarımız, mükemmelliği hedeflemenin - bireysel ve toplu olarak - kapasitemiz dahilinde olduğunu vurgulamaktadır. Modern çağ, hemen hemen her çalışma alanında şaşırtıcı gelişmelerin deneyimi üzerine kurulmuştur: evlerimizi ısıtmayı, kendimizi yeterince beslemeyi ve giyinmeyi, dünyayı dolaşmayı, hastalıkları yenmeyi ve öğrenme için güvenilir mekanizmalar getirmeyi öğrendik. hukuk ve adalet. Pek çok sözde iyileştirmemiz bize benzersiz bir güven aşıladı ve ilerlemenin önceden belirlenmiş ve genel bir varoluş kuralı olarak görülmesi gerektiği fikrine yol açtı.
Bu sıcak havalarda, Kulak Uleması'nın şemsiyesi altında, serin muhabbetlerin döneceği keyifli bir seriye adım attık Oğuzhan Duru ile beraber. Toplumun farklı katmanlarını, farklı zamanlarda farklı şekillerde etkilemiş değerli konuşmayı planladığımız bu serinin ilk dizisinde Arabesk'i konuştuk. iyi dinlemeler
İsrail ile Hamas arasında son yılların en şiddetli çatışmalarından biri yaşanıyor. Doğu Kudüs’te Filistinliler’in evlerinden zorla tahliye ettirilmesi girişimleri ile Mescid-i Aksa’da başlayan gerilim, Gazze Şeridi’ne taşındı. İsrail’in Gazze Şeridi’ne düzenlediği saldırılarda hayatını kaybedenlerin sayısı, 58’i çocuk, 34’ü kadın olmak üzere 192’ye yükseldi. Yeditepe Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Dr. İlkim Büke Okyar ile İsrail-Filistin meselesinin tarihsel arkaplanını, son çatışmaların nasıl alevlendiğini, İsrail toplumunun ve batılı devletlerin yaşananlara bakışını konuştuk. Doktorasını İsrail’deki Ben Gurion Üniversitesi’nde Ortadoğu çalışmaları üzerine yapmış olan Okyar, İsrail içinde devlet politikalarının karşısında olan çok sayıda kişi olduğunu söyledi: “İsrail’de Araplar’a yönelik devlet şiddetine karşı geldiğinizde ötekileştiriliyorsunuz, hain ilan ediliyorsunuz. Yine de çok ciddi sivil toplum çalışmaları var. Medya bunları duyurmuyor. Ana akım medyanın çoğu hükümet yanlısı, alternatif sesleri duyurmaktan hazzetmiyorlar.”
Crown Casino yani Kumarhanesi için Victoria Kraliyet Komisyonunca yapılan incelemede bildirimde bulunmak isteyenler için başvuru süresi sona ermek üzere... ve kumar karşıtları, İngilizce konuşulmayan toplum üyelerinin yaşadığı olumsuz deneyimlerin henüz yeterince paylaşılmadığını düşünüyor. Eyaletin etnik ve dilsel açıdan farklı nüfusu ile herhangi bir istişare yapılmadığını ve bu nedenle son teslim tarihinin uzatılması gerektiğini söylüyorlar.
Bu bölümde hastalık kavramını bireysel ve kolektif düzlemde ele aldık. Kavram çoğumuz için ürkütücü ve negatif olduğundan özellikle ele alıp, farkındalık yaratmayı amaçladık ve bazı soruları yanıtlamaya çalıştık. Birey ve toplum neden hasta olurlar? Hastalıkların nedeni salt genetik/kalıtsal mıdır? Psikolojik nedenler ne derece etkilidirler? Toplumları hasta eden nedenlerin altında hangi faktörler öne çıkmaktadır? İnsan ve toplum hastalıklarını yönetebilirler mi? Bunların hepsini konuştuk.
WorkSafe Victoria, işyerlerinde büyük kazaları önlemek amacıyla çok kültürlü toplumlar için en büyük eğitim kampanyasını başlattı.Temel güvenlik mesajları, WorkSafe'in göçmen ve İngilizce bilmeyen arka plandak’ işçileri hedefleyen en büyük kampanyasının bir parçası olarak 19 farklı dile çevrildi.
Avustralya İslam Konseyleri Federasyonu, COVID-19 aşı bilgilerinin göçmenlere ulaşmasını sağlamak için federal hükümet finansmanını memnuniyetle karşıladı[ini duyurdu.Morrison hükümeti, İngilizce dışındaki dilleri konuşan Avustralyalılar için 60 dilde aşı bilgilerini tercüme etmek ve erişilebilir kılmak için 1,3 milyon dolar ayırdı.
22.01.2021 | Dijital Hayat Bölüm311 - TRT Radyo1 | "Güvensizlik Çağı: Kime Güveniyoruz?" Bilal Eren'in hazırlayıp, sunduğu Dijital Hayat programımızda bu hafta, Psikiyatrist ve Yazar Dr. Mustafa Merter ile; - Gelişen ve Yaygınlaşan İletişim Teknolojilerine Rağmen Neden Güvensizlik Artıyor? - Bilgiye Ulaşımın ve Hızın Arttığı Bu Çağda Güvensizliğin Artması Bir Paradoks Değil mi? - Kimilerinin Çağımızı Güvensizlik Çağı Olarak Nitelendirmesinin Nedenleri Neler? - Bireylerin, Toplumların, Devletlerin Birbirlerine Olan Güvensizliğini Besleyen Şeyler Neler? - Çok Fazla Bilgi ve Enformasyona Maruz Kalıyor Olmamız, Düşünmemize Engel mi Oluyor? - Bilgili Bilgisiz Herkesin Konuşabilme İmkanı Olması Kakofoni mi Yaratıyor? - Hız Çağında Güvensizliğin Nedeni, Durup Düşünme İmkanımızın Olmayışı mı? - Güven Bunalımını Ortadan Kaldırmak İçin Çözümler Neler? Başlıklarını konuştuk. Dijital Hayat, her cuma saat 15:30'da TRT Radyo1 mikrofonlarında canlı yayında.. Tüm geçmiş ve gelecek yayınlarımız için; YouTube: https://www.youtube.com/dijitalhayattv Facebook: https://www.facebook.com/dijitalhayattv Twitter: https://www.twitter.com/dijitalhayattv Web: https://www.dijitalhayat.tv
Eyüp Ensar Uğur - Yalnızlık, hem insanları hem toplumları hem dünyayı değiştiren ilk adımdır by Bahar Solukları
NSW hükümeti, Sydney'in Berala mahallesi ve komşu bölgelerdeki çok kültürlü toplum liderlerine, halkı test yaptırmaya teşvik etmeleri için çağrıda bulunuyor.
Türkiyede insanlar salgını nasıl algıladı, nasıl önlemler aldı? Ne değişti? Sağlık okuryazarlığı neden önemlidir ve nasıl sağlanır? Salgın şartları altında insan psikolojisi ve davranışları nasıl şekilleniyor?
Bilim Akademisi Webinarı Pandemi, Toplumlar ve Güven 26 Kasım Perşembe 20:00'de düzenlendi. Ali Çarkoğlu – Türkiyede insanlar salgını nasıl algıladı, nasıl önlemler aldı? Ne değişti? Sibel Sakarya - Sağlık okuryazarlığı neden önemlidir ve nasıl sağlanır? Nebi Sümer – Salgın şartları altında insan psikolojisi ve davranışları nasıl şekilleniyor? Moderatör: Bilim Akademisi popüler bilim yayını sarkac.org yayın ...
Sadi Celil Cengiz ve Çetin Tankoç ile Zamanlama Manidar(37): Sevişmeyen toplumlar savaşır by Medyascope
Diaspora topluluklarının karşılaştığı sorunları araştırmak üzere kurulan inceleme komitesinde, bu toplumların karşılaştığı sistemli engellerin ortadan kaldırılması istendi.
Helikopterden atılan Kürt köylüler, koronavirüs salgınında yeniden ağırlaşan tablo ve ekonomik krizinin giderek derinleşmesi, Ege ve Doğu Akdeniz’deki geri adımlar, Türkiye’nin iç ve dış siyasetinde öne çıkan gündem başlıklarından. Gidişat’ta Ergun Babahan ve Gökhan Bacık, Türkiye’nin sıcak gündeminin dışında Ahmet Kuru’nun İslam, Otoriterlik ve Geri Kalmışlık adlı kitabı üzerinden İslam toplumlarının gidişatını ele alıyorlar. Kitapta, İslam’ın geriye başlaması, ulemanın tüccarlar sınıfı desteğinden devlet desteğine bağımlı hâle gelmesine bağlanıyor.Ergun Babahan, “Ulemanın öne çıkışında ekonomik nedenler mi yoksa devletin Asya tipi askeriyeleştirilmiş üretim tarzına dönüşü mü etkili? İkincisi, Kuzey Amerika’da dahil İslam’ın daha özgür, liberal bir liberal yorumuna rastlamıyoruz. Senin görüşün neler? ” sorularını yöneltiyor. Kitaba yönelik bazı eleştiriler getiren Bacık, Kuru’nun daha liberal, piyasa merkezli bakmasının sol bakıştan sorgulanabileceğini belirtiyor.“İslam toplumlarının düzelme şansı yok” görüşünü dile getiren Bacık, şunları kaydediyor:“Müslüman toplumlarda bu konular, evrimsel ortaya çıkmış. Yani olaylara göre gelişmiş. Dolayısıyla bir toplantı yapılıp, ‘İslam’ın toprak rejimi budur’ denmemiş. Halife Ömer döneminde, özellikle Irak toprakları alınınca çok büyük bir arazi alınmış oluyor. O döneme kadar araziler, ganimet olarak dağıtılıyor. Fakat bu arazilerin büyüklüğü Ömer’i korkutuyor. Hatta İbn-i Haldun o dönemi anlatırken, Ömer’in, ‘Gelen vergileri nasıl yapacağız’ tartışması olunca bazılarının Bizans bazılarının da Pers divanı kurulması gerektiğini aktarıyor. O bağlamda Halife Ömer bir değişiklik yaparak, bu Irak arazilerinin devlete ait olduğunu iddia ediyor. Bu tartışmayı bir kısım uzman, ‘Ömer ne kadar ufku açık bir adam çünkü arazilerin dağıtılması hem peygamber uygulaması hem de Kur’an’da var’ diyor. Bir kısmı da özel mülkiyet ile devlet arasında ilişkiyi devlet lehine bozuyor eleştirisi getiriyor. Üç aşağı beş yukarı ben bu sistemin girintili ve çıkıntılı bir şekilde devam ettiğini düşünüyorum. 7. Yüzyılın sonu ve 8. Yüzyılın başında Horasan civarında Emevilerin yönetiminden mutsuz olan gruplar ortaya çıkıyor. Bunlar bir süre sonra Abbasi devrimini meydana getiriyorlar. İşte orada tartışmalardan bir tanesi toprak. Burada bir Pers modeli var. Bu İran’dan gelen sistem bir paradigma olarak ortaya çıkıyor. Mesela bunlardan biri tüccarların küçümsenmesi.Bugün Türkiye’yi örnek alacak olursak; devlet ekonomiyi ‘Sen arkadaşımsın, sen benim partilimsin’ diyerek dağıtıyor.”
Helikopterden atılan Kürt köylüler, koronavirüs salgınında yeniden ağırlaşan tablo ve ekonomik krizinin giderek derinleşmesi, Ege ve Doğu Akdeniz’deki geri adımlar, Türkiye’nin iç ve dış siyasetinde öne çıkan gündem başlıklarından. Gidişat’ta Ergun Babahan ve Gökhan Bacık, Türkiye’nin sıcak gündeminin dışında Ahmet Kuru’nun İslam, Otoriterlik ve Geri Kalmışlık adlı kitabı üzerinden İslam toplumlarının gidişatını ele alıyorlar. Kitapta, İslam’ın geriye başlaması, ulemanın tüccarlar sınıfı desteğinden devlet desteğine bağımlı hâle gelmesine bağlanıyor. Ergun Babahan, “Ulemanın öne çıkışında ekonomik nedenler mi yoksa devletin Asya tipi askeriyeleştirilmiş üretim tarzına dönüşü mü etkili? İkincisi, Kuzey Amerika’da dahil İslam’ın daha özgür, liberal bir liberal yorumuna rastlamıyoruz. Senin görüşün neler? ” sorularını yöneltiyor. Kitaba yönelik bazı eleştiriler getiren Bacık, Kuru’nun daha liberal, piyasa merkezli bakmasının sol bakıştan sorgulanabileceğini belirtiyor. “İslam toplumlarının düzelme şansı yok” görüşünü dile getiren Bacık, şunları kaydediyor: “Müslüman toplumlarda bu konular, evrimsel ortaya çıkmış. Yani olaylara göre gelişmiş. Dolayısıyla bir toplantı yapılıp, ‘İslam’ın toprak rejimi budur’ denmemiş. Halife Ömer döneminde, özellikle Irak toprakları alınınca çok büyük bir arazi alınmış oluyor. O döneme kadar araziler, ganimet olarak dağıtılıyor. Fakat bu arazilerin büyüklüğü Ömer’i korkutuyor. Hatta İbn-i Haldun o dönemi anlatırken, Ömer’in, ‘Gelen vergileri nasıl yapacağız’ tartışması olunca bazılarının Bizans bazılarının da Pers divanı kurulması gerektiğini aktarıyor. O bağlamda Halife Ömer bir değişiklik yaparak, bu Irak arazilerinin devlete ait olduğunu iddia ediyor. Bu tartışmayı bir kısım uzman, ‘Ömer ne kadar ufku açık bir adam çünkü arazilerin dağıtılması hem peygamber uygulaması hem de Kur’an’da var’ diyor. Bir kısmı da özel mülkiyet ile devlet arasında ilişkiyi devlet lehine bozuyor eleştirisi getiriyor. Üç aşağı beş yukarı ben bu sistemin girintili ve çıkıntılı bir şekilde devam ettiğini düşünüyorum. 7. Yüzyılın sonu ve 8. Yüzyılın başında Horasan civarında Emevilerin yönetiminden mutsuz olan gruplar ortaya çıkıyor. Bunlar bir süre sonra Abbasi devrimini meydana getiriyorlar. İşte orada tartışmalardan bir tanesi toprak. Burada bir Pers modeli var. Bu İran’dan gelen sistem bir paradigma olarak ortaya çıkıyor. Mesela bunlardan biri tüccarların küçümsenmesi. Bugün Türkiye’yi örnek alacak olursak; devlet ekonomiyi ‘Sen arkadaşımsın, sen benim partilimsin’ diyerek dağıtıyor.”
Kur'ân-ı Kerîm âlemlere ya da âlemin tamamına rahmet olarak indirilmiştir. Kur'ân'ın mucizelerinden biri de budur. Yüce Allâh değişik peygamberleri, hastalıkları tedavi etsinler ve insanları Allâh (c.c.)'un yoluna hidâyet ettirsinler diye muhtelif toplumlara göndermiştir. Her toplumun kendine has hastalığı vardır. Bilakis Yüce Allâh, muhtelif hastalıkları tedavi ettirsinler diye bir dönemde birkaç peygamber gönderiyordu. Meselâ Hz. İbrahim ile Hz. Lût (a.s.e) aynı dönemde gönderilmişlerdir. Neden? Çünkü o dönemde toplumlar birbirlerinden ayrı yaşıyorlardı ve birbirleriyle ilişkileri yoktu. Çünkü iletişim imkânları mevcut değildi. Toplumlar arası süratli iletişimi sağlayan teknoloji henüz icat edilmiş değildi. Toplumlar yaşar, son bulur ama aynı dönemde yaşayan diğer toplumlardan haberdar olmazlardı. Toplumların hastalıkları da farklı farklı idi. Kimi ölçü ve tartıda adalete riâyet etmezdi. Kimi, putlara tapardı. Kimi de yeryüzünde bozgunculuk çıkarırdı. Ama teknoloji ilerledikten sonra bütün insanlık bir toplum haline geldi. İletişim yollarının çoğalması ve kolaylaşması nedeniyle hastalıklar da aynı olmuştur. Bir ülkenin şikâyet ettiği husus, diğer birçok ülkenin derdi haline gelmiştir. O halde tedavinin de aynı olması gerekir. Meselâ dinsizlik propagandası ve komünizm dünyanın her tarafına sirayet etmiştir. Yayılmadığı toplum yok gibidir. Faiz, dünyanın her tarafına yayılmıştır. Kısacası, hastalıklar her tarafta aynıdır ve tedavinin de aynı olmasını gerektirmektedir. Malın batıl yollardan elde edilmesi ve hırsızlık, devletlerin büyük çoğunluğuna yayılmış hastalıklardandır. Bu nedenledir ki İslam dini insanların tamamına gönderilmiştir. Çünkü hastalığın birliği, tedavinin de birliğini zorunlu kılmaktadır. Kur'an'ın mucizelerinden biri de budur. Yüce Allâh, hastalığın birliği gerçekleşmeden önce tedavinin birliğini göndermiş ve böylece beşer ilminin önüne geçmiştir. (Muhammed Mütevelli Şaravi, Kur'ân Mucîzesi, 33-34.s.)
Bir toplumu neyin mutlu ettiğini hiç merak ettiniz mi? Mutlu bir toplum; kendi mutluluğuna odaklanan, mutluluğu etraflarındaki insanlara bile bulaştıran insanlarla mı dolu? Ya da belki de mutlu bir toplum, etraflarındaki kişilere hassas ve duyarlı olan ve dolayısıyla diğer insanları mutlu eden vatandaşlardan… Seslendiren: Devrim Açıkalın
Başak Demir Saral, 2002 yılı Koç Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümü mezunu. Mezun olduktan sonra Maramara Üniversitesi'nde Avrupa Birliği Hukuku ve Nottingham Üniversitesi'nde Uluslararası Hukuk üzerine iki farklı yüksek lisans yapan Saral, kalkınma odağında çok disiplinli çalışmalara odaklandı. Kentleşme, katılımcı demokrasi ve yönetişim, gençlik hakları ve örgütlenme, toplumsal cinsiyet eşitliği, bilgiye erişim ve dijital uçurumun kapatılması, teknolojik yenilik ve girişimcilik, göç ve kalkınma gibi farklı alanlarda onlarca farklı projede çalışarak Habitat Derneği Genel Sekreterliği, Avrupa Birliği Gençlik Danışma Konseyi Başkan Yardımcılığı, Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı kapsamında proje yöneticiliği ve Sabancı Vakfı hibe programlarında mentorluk görevlerinin de dahil olduğu birçok farklı pozisyonda yer aldı. Kendisi kurucusu olduğu D-Cube bilimsel ARGE ve sosyal kalkınma kooperatifi kapsamında Türkiye'nin döngüsel ekonomiye geçişini hızlandırmaya ağırlık vermekte. (01:11) - Koç Üniversitesi Öncesi Yılları (07:14) - Koç Üniversitesi Yılları (17:38) - Uluslararası İlişkiler Lisansından Hukuk Yüksek Lisansına Doğru (21:34) - İnsan Merkezli Kariyer Yolculuğu (33:48) - Sivil Toplum Dünyasında İstikrar (39:37) - Hayat Boyu Öğrenme
Masanın etrafında 7 kişiydiler. Mısır'ın, işçilerin yoğunlukta bulunduğu İsmailiyye şehrinde yaşayan genç insanlardı hepsi. Toplumlarının içine düştüğü ahlaki yozlaşma, fakirlik ve İngiltere'nin kültürel tesiri, hepsini endişelendiriyordu. “Mutlaka bir şeyler yapmalıyız' düşüncesiyle, içlerinde en genç olanın, öğretmen Hasan'ın evinde toplanmışlardı.
Mehmet Efe Çaman | Hristiyan toplumlar daha mı Müslüman? | 07.04.2020 by TR724 E-GAZETE
Devrimci Marksizm Okulu'nun "Kapitalizm, sınıflı toplumlar, sömürü" başlıklı ikinci seminerine ait Podcast yayını.
Toplumların sosyal ve ekonomik yaşamı da yeni Koronavirüs salgını ile tehdit altında. Öte yandan egemenlerin gündeminde, düzenin bekasını sağlayabilmek için patronların bu krizden nasıl kurtarılabileceğine dair planlar yer alıyor. Kaynaklar sermayeye akıtılmaya çalışılırken, borsadaki düşüş ya da mutsuz patronların haberleri televizyonlardan yayımlanmaya devam ediyor. TKP’nin Sesi’nde bugün, patronların zararlarını karşılamak ve kârlılıklarını korumak için hükümetlerin seferber olduğu küresel salgın koşullarında, salgın krizinin toplumsal bir felakete yol açmaması için tek çarenin kamulaştırmalardan geçtiği ve kaynakların toplum yararı için kullanılması gündeme getiriliyor.
While there's more money for aged care, a new report shows many older Australians are struggling to access services.Many of those most affected are people from migrant backgrounds who prefer home-based care, but may wait almost three years for services. - Yaşlı bakım sektörüne akan para, özellikle kraliyet komisyonu sonrası oldukca arttı. Ancak son raporlara göre, bazı yaşlılar, yaşlı bakım hizmetlerine erişmekte zorlanıyor.
Kur'an, alemlere ya da alemin tamamına râhmet olarak indirilmiştir. Kur'an'ın mucizelerinden biri de budur. Yüce Allâh değişik peygamberleri, hastaları tedavi etsinler ve insanları Allâh (c.c.)'un yoluna hidâyet ettirsinler diye muhtelif toplumlara göndermiştir. Her toplumun kendine has hastalığı vardır. Bilakis Yüce Allâh, muhtelif hastalıkları tedavi ettirsinler diye bir dönemde birkaç peygamber gönderiyordu. Mesela Hz. İbrahim (a.s.) ile Hz. Lut (a.s.) aynı dönemde gönderilmişlerdir. Neden? Çünkü o dönemde toplumlar birbirlerinden ayrı yaşıyorlardı ve birbirleriyle bir ilişkileri yoktu. Çünkü iletişim imkanları mevcut değildi. Toplumlar arası süratli iletişimi sağlayan teknoloji henüz icat edilmiş değildi. Toplumlar yaşar, son bulur ama aynı dönemde yaşayan diğer toplumlardan haberdar olmazlardı. Toplumların hastalıkları da farklı farklı idi. Kimi ölçü ve tartıda adalete riâyet etmezdi. Kimi putlara tapardı. Kimi de yeryüzünde bozgunculuk çıkarırdı. Ama teknoloji ilerledikten sonra bütün insanlık bir toplum haline geldi. Bakıyorsunuz Amerika'da bir olay oluyor, birkaç dakika sonra Mısır'da duyuluyor. Japonya'da birşey oluyor, Avrupa'da duyuluyor. Bütün bunlar, iletişimin kolaylaşması sebebiyledir. Bütün insanlık, birbirine yakınlaşmış ve bir ünite haline gelmiştir. İletişim yollarının çoğalması ve kolaylaşması nedeniyle hastalıklar da aynı olmuştur. Bir ülkenin şikâyet ettiği husus, diğer birçok ülkenin derdi haline gelmiştir. O halde tedavinin de aynı olması gerekir. Mesela dinsizlik propagandası ve komünizm dünyanın her tarafına sirayet etmiştir. Yayılmadığı bir toplum yok gibidir. Faiz, dünyanın her tarafına yayılmıştır. Kısacası, hastalıklar her tarafta aynıdır ve tedavinin de aynı olmasını gerektirmektedir. Malın batıl yollardan elde edilmesi ve hırsızlık, devletlerin büyük çoğunluğuna yayılmış hastalıklardandır. Bu nedenledir ki İslâm Dini insanların tamamına gönderilmiştir. Çünkü hastalığın birliği, tedavinin de birliğini zorunlu kılmaktadır. Kur'an'ın mucizelerinden biri de budur. Yüce Allâh, hastalığın birliği gerçekleşmeden önce tedavinin birliğini göndermiş ve böylece beşer ilminin önüne geçmiştir. **(Muhammed Mütevelli Şaravî, _Kur'an Mucizesi_, s.15-16)**
A new report is warning the loss of languages in the second and third generations of migrant communities could threaten economies and communities.The report asks the question, "What are languages worth?" - Yeni bir rapora göre, Avustralya'daki göçmen toplumların dilleri, nesilden nesile geçtikçe kayboluyor. İkinci ve üçüncü nesillerde kaybolan dillerin Avustralya için ekonomik ve kültürel kaybı büyük. Çokkültürlü Avustralya'nın en büyük avantajlarından biri, ikinci dili anadili gibi konuşan müfusun büyük olması.
Üçüncü bölümde Medeniyet Çıkmazı üzerine konuşuyoruz. İlkel Toplumlar, İlk Devletli Toplumlar ve Günümüzde Kurallar; konusu ''Kurallar ve İlk Toplumlar '' olan bölümümüzde bahsettiklerimiz arasında. İyi dinlemeler. Yorumlarınızı bekliyoruz, düşünceleriniz bizim için oldukça değerli.
Mücahit Erboğa’nın moderatör, Prof. Dr. Teoman Duralı’nın sabit konuk ve Dr. Eyüp Çoraklı ile Beytullah Çakır’ın sabit katılımcı olarak bulunduğu programın dokuzuncu bölümünde insanoğlunun inşa ettiği ilk konut örnekleri ve tarih öncesi toplumlardaki bireylilik meselesi tartışıldı.
Robert Abi'nin bu acımasız dünya hakkında bize sunduğu örnekler kan dondurucu ve gerçek. Tıpkı dünya gibi. https://nedusunmustum.blogspot.com/20... Robert B Edgerton | Hasta Toplumlar Üzerine Muhabbetler Ne Düşünmüştüm Radyo. - Bölüm arası şarkıları: Alabama Shakes - Don’t Wanna Fight Cecilia Bartoli - Sposa son disprezzata Paolo Nutini - Iron Sky - Ne Düşünmüştüm Radyo https://nedusunmustum.blogspot.com/1
Kemal İnan ile Bilgiye Yolculuk #4 | "Aristoteles'in Kozmolojisi" (14.03.2019) Bilal Eren ile teknolojinin hayatımıza etkilerini her perşembe 20.30'ta farklı bir konuyla ele alan DijitalHayatTV YouTube/Facebook/Periscope yayınlarına hoşgeldiniz. "Nasıl oldu da insanlığın en büyük başarısı olan teknoloji, aynı zamanda en büyük belası haline geldi?" Bu sorunun cevabını bulmak için öncelikle insanlık için en değerli şey olan bilgiyi ve onun yolculuğunu anlamak gerekir diye düşünüyoruz. Emeritüs Prof. Dr. "Kemal İnan ile Bilgiye Yolculuk" isimli zincir programlarımızda bu sorunun kapsamında günümüzden geçmişe doğru bilginin geçirdiği aşamaları sizlere sunacağız. Dördüncü bölümün konusu; "Aristoteles'in Kozmolojisi" - Antik Yunan'da Dünya&Güneş ve Merih Hareketleri Nasıl Düşünülüyor du? - Dünya Merkezli Düşünce ve Bilgi Sistemi Neydi? - Güneş Merkezli Düşünce Sistemine Geçişte Neler Oldu? - Kilise Nasıl Karşı Çıktı? - Semavi Dinler Bu Kozmoloji İle Ne Yaptılar? - Tarım Toplumlarının Bu Kozmoloji ile İlişkileri?” - Tekhne ve Episteme Neden Bütünleşmedi? Haftaya perşembe 20.30'da görüşmek üzere. Tüm geçmiş ve gelecek yayınlarımız için tıklayın; YouTube: https://www.youtube.com/dijitalhayattv Facebook: https://www.facebook.com/dijitalhayattv Twitter: https://www.twitter.com/dijitalhayattv Web: https://www.dijitalhayat.tv/
Bilim ve Sanat Vakfı'nın 2-6 Temmuz 2018 tarihlerinde düzenlediği ''Küreselleşmeden Sonra?'' temalı yaz seminerleri kapsamında, Doç. Dr. Alim Arlı'nın gerçekleştirdiği 2 Temmuz 2018 tarihli seminerdir.
Sizi siz yapan özellikleriniz doğuştan mı geldi? Toplumların karakteristik özellikleri bir ehil insanlar grubu tarafından manipüle edilebilir mi?
Toplumların mı yoksa onu oluşturan bireylerin mi hafızası vardır? Ortak yaşanmışlıklar bir toplumun geleceğini etkileyebilir mi? Ortak akıl sözkonusuysa, toplum dediğimiz şeyin belleği olması mantıklı mıdır?
Bu bölümde, Eylül ayında Birleşmiş Milletler’in üye ülkeleri tarafından kabul edilecek Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları'ndan ve özellikle ‘herkes için barışçıl ve kapsayıcı toplumlar’ konusunda amaçları kapsayan 16. Sürdürülebilir Kalkınma Hedefi’nden bahsediyoruz. #YeniUfuklar Konuk: Magdy Martínez-Solimán, UNDP Başkan Yardımcısı ve UNDP Politika ve Program Destek Bürosu Direktörü