POPULARITY
Kitap Kulübümüzün 50inci buluşmasında Sally Rooney'nin 'Intermezzo' adlı romanını konuştuk. Evet dile kolay elli ay ve elli kitap devirmişiz, aslında daha fazla, yazarla buluşmaları da sayarsak ama 50 kulağa hoş gelen bir rakam, şimdiki hedef dalya demek.Sally Rooney genç yaşta (şu an 34 yaşında) büyük bir başarı elde eden ve edebiyat dünyasında önemli bir yer edinen bir İrlandalı yazar. "Intermezzo" kendisinin dördüncü kitabı. Özellikle Z kuşağını iyi tanıdığı için onlara daha çok hitap ettiği söyleniyor değerlendirmelerde, anlatımında da karakterlerin düşünce yapılarında izlerine rastlayabiliyorsunuz.Yazar bu kitabında bilinç akışı tekniği kullanmış. Kurgusal bir metinde anlatıcının ya da karakterin aklından geçenleri herhangi bir mantık ölçüsüne bağlı kalmadan, zihninde anlık yanıp sönen düşünceleri, sayıklama edasıyla kâğıda dökmesi olarak tanımlanıyor bu teknik. Karakterlerin iç dünyasına derinlemesine iniyor ve okuyucuyu merakta bırakıyor. Eğer bu ritme alışabilirseniz. Bu nedenle kitap kulübümüzde de bu sıra dışı anlatıma ısınmayanlar, kitabı bitirmekte zorlananlar olmuş.Sohbetimizde, Peter ve Ivan kardeşlerin karmaşık ilişkilerini, toplumun bakış açılarını tartıştık. Türkiye'de geçseydi bu roman nasıl olurdu diye sormadan edemedik. İrlanda'lı bir yazardan okuduğumuz ikinci kitap oldu. Geçen yıl Audrey Magee'den Koloni adlı kitabı okumuştuk. İki kitaptaki soğuk havadan ve karakterlerin yaralarından benzerlik kuranlar da oldu aramızda.Neticede bence alışılmışın dışında tarzıyla güzel bir numune oldu kulübümüzün kitaplığında.Bu bölümde sözlerine yer verebildiğim arkadaşlarım sırasıyla;(02:16) Aycan Acar Şahin, (04:28) Müge İrfanoğlu, (07:42) Hicran Şaşmaz, (10:36) Mürsel Çavuş, (17:13) Suat Soy, (19:44) Feyza Demir, (25:00) Uğur İyidoğan, (26:43) Mürsel Çavuş, (29:14) Hatice Ergüven Doydum, (30:50) Tülin Cevizci, (33:11) Aydan İrem Sungur, (33:48) Hicran ŞaşmazSupport the show
Mâlikî fakihi ve eğitimci Ebü'l-Hasan el-Kâbisî (r.âleyh) der ki: “Allâhü Teâlâ şu âyet-i kerîme ile Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'in ve ümmetinin üstünlüğünü ortaya koymuştur: “Allâh, sizi bundan evvel de, bu Kur'an'da da müslümanlar diye isimlendirdi. Neticede, Peygamber size şahitlik edecek, siz de diğer insanlara şâhitlik edeceksiniz.” (Hac s. 78) Bu konuda şu âyeti de zikretmelidir: “Biz her ümmetten, o ümmetin yaptıklarına bir şâhit getirdiğimizde, seni de bunlara şahit kıldığımızda hâlleri nice olacak?” (Nisâ s. 41) Bu âyet dolayısıyla şu olayı hatırlamakta fayda vardır: “Bir gün Peygamber (s.a.v.) Abdullah ibni Mes'ûd (r.a.)'e: “Bana Kur'an oku!” buyurmuş, İbni Mes'ûd (r.a.) de: “Kur'an size indirildiği hâlde, onu size ben mi okuyacağım?” deyince Allâh'ın Elçisi (s.a.v.): “Evet, ben Kur'an'ı bir başkasından dinlemeyi pek severim” buyurmuştur. Abdullah ibni Mes'ûd (r.a.): “Ben de ona Nisâ sûresini okumaya başladım. “Biz her ümmetten o ümmetin yapıp ettiklerine bir şâhit getirdiğimizde, seni de bunlara şâhit kıldığımızda hâlleri nice olacak?” (Nisâ s. 41) âyetine gelince Resûl-i Ekrem (s.a.v.)'in: “Şimdilik yeter!” buyurduğunu, o sırada gözlerinden yaşlar süzüldüğünü nakleder.” (Buhârî) “Sizi ölçülü, dengeli ve adâletli bir ümmet yaptık” (Bakara s. 143) âyetindeki “vasat ümmet” ifâdesi, “âdil, dindar ve hayırlı ümmet” demektir. Bu durumda âyetin mânası şöyledir: “Sizi doğru yola ilettiğimiz gibi, peygamberlerin kendi ümmetlerine tebliğ vazifesini yerine getirdiklerine şâhitlik edesiniz, sizin doğru söylediğinize de Resûlullâh şâhitlik etsin diye, sizi hayırlı ve âdil bir ümmet yapıp başkalarına üstün kıldık.” (Kâdı İyâz, Şifâ-i Şerîf, c.1, s.94-95)
İslâm kaynaklarında âhir zamanda sünnet dışında gelişecek bir takım olaylardan haber verilmiştir. Abdullah b. Mes'ud (r.a.)'den rivâyet edilen hadiste, Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Sizler yakında benden sonra bencil kimseler ve makbul saymayacağınız işler göreceksiniz.” Hz. Peygamber (s.a.v.)'in ashâbı (r.a.e.): “o zaman bize ne emredersiniz ey Allâh'ın Resûlü?” dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v.): “Onlara, yöneticilere haklarını veriniz, kendi hakkınızı da isteyiniz.” buyurdu İbn Abbas (r.a.), Hz. Peygamber (s.a.v.)'in şöyle buyurduğunu rivâyet etmiştir: “Her kim yöneticisinin hoşlanmadığı bir şey yaptığını görürse, bu duruma sabretsin. Çünkü topluluktan bir karış kadar ayrılmış halde ölen kimse cahiliye dönemi ölümüyle ölmüş olur.” Hz. Peygamber (s.a.v.)'in şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir: “İş ehil olmayana verildiğinde kıyâmeti bekleyiniz.” (Buhari) Ebû Musa (r.a.)'den rivâyet edildiğine göre, Hz. Peygamber şöyle buyrulmuştur: “Benden sonra, ilmin yok olacağı, cahilliğin geleceği günler vardır. Bu kesindir. Bu günlerde herc çoğalacaktır. Herc öldürmektir.” Huzeyfe (r.a.)'den Hz. Peygamber (s.a.v.)'in şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir: “Emaneti korumak, insanların kalplerinin derinliğine Allâh tarafından indirilmiştir. Sonra insanlar onu Kur'an'dan ve sünnetten öğrendiler.” Hz. Peygamber ikinci olarak da emanetin kalpten çekilerek yok olacağını bildirmiştir ve şöyle buyurmuştur: “Neticede insan o hâle gelir ki, insanlar alışveriş yaparlar da neredeyse emaneti yerine getirecek bir kişi bile kalmaz. Hatta şöyle denilir: “Filanoğulları arasında emin bir adam varmış.” Bir başka kişi hakkında da: “Ne kadar cesur ne kadar zarif ne kadar akıllı bir kişi.” denilir. Oysa kalblerinde hardal tanesi kadar bile imân yoktur.” (İmâm Şatıbi, el-İ'tisam, c.2, s.98)
Trump'ın seçim zaferinin dünyâda doğurduğu tuhaf bir seyir tâkip ediyor. Elbette has Demokratlar, WOKE solcuları son derecede üzgün. Bunu anlıyoruz. Dünyâ sağcılığı ise tam olarak bir sevinç dalgasında sörf yapıyor. Bunu da anlıyoruz. Neticede bu iki taraf yarıştı. Kazananlar sevinecek, kaybedenler yasa girecek denilebilir.
ÂLİ IMRÂN SÛRESİ 175-185 TEFSİRİ N089 M003 Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla. 175 İşte o şeytan ancak kendi dostlarını korkutur (veya dostlarının toplandığını haber vermekle sizi korkutan ancak şeytandır.) Onlardan korkmayın benden korkun, eğer mü'min iseniz. 176 Küfre koşanlar seni üzmesin. Onlar hiçbir şeyle Allah'a zarar veremezler. Allah onlara âhirette bir pay vermemek ister. Onlara büyük azap vardır. 177 İman karşılığında küfrü satın alanlar, Allah'a hiçbir şeyle zarar veremezler. Onlara acıklı azap vardır. 178 Kâfirler, kendilerine tanıdığımız sûreyi sakın kendilerine hayır sanmasınlar. Onlara ancak günahlarını artırmaları için sûre tanıdık. Onlara alçaltıcı azap vardır. 179 Allah müminleri, sizin üzerinde bulunduğunuz halde bırakacak değildir. Neticede pisi temizden ayıracaktır. Allah size gaybı bildirecek de değildir. Ancak Allah rasüllerinden dilediğini seçer (ve ona gaybı bildirir). Allah'a ve Rasülüne iman ediniz. Eğer iman eder, sakınırsanız size büyük mükâfat vardır. 180 Cimrilik yapanlar, Allah'ın fazlukereminden verdiğini kendileri için hayır sanmasınlar. Bilakis onlara bu şerdir. Kıyamet günü o cimrilik yaptıkları şeyle zincire vurulacaklardır. Göklerin ve yerin mirası Allah'ındır. Allah yaptıklarınızdan haberdardır. 181 And olsun ki Allah, "Şüphesiz Allah fakir, biz zenginiz" diyenlerin sözünü işitti. Biz onların dediklerini de, haksız yere nebileri öldürmelerini de yazarız ve "Yakıcı azabı tadın" deriz. 182 Bu sizin kendi ellerinizin takdim ettiğinin karşılığıdır. Şüphesiz Allah kullarına zulmedici değildir. 183 "Şüphesiz kendisini ateşin yediği kurban getirilinceye kadar, hiçbir rasüle inanmamayı Allah bize emretti" diyenlere, De ki: "Benden önce size apaçık delillerle ve sizin söylediğiniz (kurban) ile rasüller geldi. Eğer doğru söylüyorsanız niçin onları öldürdünüz?" 184 Eğer seni yalanlıyorlarsa, senden önce deliller, sahifeler ve aydınlatıcı kitap getiren rasüller de yalanlanmıştı. 185 Her can ölümü tadacaktır. Kıyamet günü yaptıklarınızın karşılığı mutlaka ödenecektir. Kim ateşten uzaklaştırılıp cennete girdirilirse o kurtulmuştur. Dünya hayatı aldanma metaından başka bir şey değildir. https://soundcloud.com/kuranikerimtefsiri/ali-imran-suresi-175-185-tefsiri-ali-kucuk https://soundcloud.com/kuranikerimtefsiri/sets/ali-imran-suresi-tefsiri-ali-kucuk
Taha Abdurrahman üzerine değerlendirmelerimize devam ediyorduk ki, araya İsmail Heniyye'nin şehadeti ve ardından değerli tarihçi Mikail Bayram hocanın vefatı girdi. Bu mukadder fasıla dolayısıyla yazdıklarımıza dair gelen tepkilerle Taha Abdurrahman üzerine konuşmanın başka bazı mevzuları da konuşmaya vesile olabileceğini gördük. Öncelikle hatırlatayım ki, mezkûr yazılarımızda Taha Abdurrahman'ın ne söylediğine fazla girmedik. Aksine her iki yazımızda Taha Abdurrahman'ın 4 ayrı konferansına karşı gösterilen yoğun rağbeti okumaya çalıştık. Yani Taha Abdurrahman'ın kendisini değil, ona dair okumaları ve beklentileri yorumlamaya çalıştık. Bunlar birbirinden elbette kopuk olmasa da birbirinden çok farklı şeylerdir. Hermenötik felsefenin uyarıları sayesinde bir yazarın metninin ne söylediğinin ayrı, onun nasıl okunduğu, anlaşıldığı veya anlamlandırıldığı konusunun ayrı olduğu bilgisi artık felsefi okuma-yazma bilen herkesin ebcediyatı haline gelmiş olmalı. Şahsen ne Taha Abdurrahman'a ne de herhangi bir düşünüre, yazara veya hatta alime bütün meselelerimizi bir çırpıda çözecek bir keramet yüklemiş değilim. Yüklememek de gerekiyor elbet. Bugün Türkiye'de İslami düşünce seviyesi herhangi bir insanı kültleştirip, masumlaştırıp onu bir merce-i taklit haline getirmekten çok uzak ve çok daha karmaşıktır. Taha Abdurrahman'ın yeni bir dile sahip olduğunu, önemli noktalar işaret ettiğini, bazı meselelere kendince makul bir çözüm önerisi getiriyor olduğunu söylemek, onun hatasız, kusursuz ve bütün meselelerimizde önümüzü açacak bir taklit mercii olabileceğini söylemek değildir. Bu basit gerçekleri bu şeklide aptala anlatır gibi anlatmak zorunda kalmış olmam, Taha Abdurrahman'a dair gündemin bazı çevrelerce hemen bu tarz bir mecraya saptırılmaya çalışıldığını görmem. Taha Abdurrahman siyaset, ahlak, felsefe, fıkıh, modernite gibi pek çok alanda otuza yakın eser üretmiş, bu eserlerde bilhassa Kur'an ıstılahlarından çok özgün bir lügatçe ve bu lügatçeye dayalı felsefi bir dil ve formülasyonlar üretmeye çalışmış bir insan. Batı felsefesiyle de bir diyalog içinde elbet, ama bir teslimiyet ve savunma içinde değil, ona karşı belki onların da anlayabileceği bir dil yakalamaya çalışıyor. Bunu yaparken isabet de hata da edebiliyor ki, söyleminde bir mutlaklık veya nesnelcilik iddiası değil. Klasik İslam uleması gibi sözünün neticesini “Allah en iyisini bilir”e bağlayan bir tevazu var. Sözünün sonunda Kur'an ayetleri üzerine, İslam düşüncesi üzerine daha önce denenmemiş başka bir açıdan düşünmeye dair bir davet hissediyorsunuz. Ama dediğim gibi, belki zaman zaman bazı zorlamalarla, zaman zaman belki mübalağalarla, ama pek çok zaman da hayran bırakan taliklerle. Aslında onun yaptığını daha önce ve halen başka yollarla yapan pek çok alim, pek çok insan da var. Neticede bütün kitaplar tek bir kitabın, Allah'ın kitabının anlaşılması için okunur ve Kur'an üzerine herhangi bir insanın yazdığı hiçbir kitap ve hiçbir söz Kur'an ayetlerinden daha iyi, daha beliğ ve daha nihai bir adres olamaz. Yine de Kur'an'ın ayetlerinin bazen gözümüzden kaçan anlamlarına dikkat çeken ve bize Allah'ın ayetlerinin mucizelerini gösterebilecek işaretlere ne kulaklarımızı ne gözlerimizi kapatamayız. Alimler bunun için vardır. Alimler Kur'an'ın yerini tutmak için değil, bize Kur'an ayetlerini açmak, onları görmeye hazırlamak, içerdiği hikmeti gösterebilmek ve ayetlerin aydınlığına taşımak için vardır.
Taha Abdurrahman'ın başka ülkelerde, hatta kendi yetiştiği yerde bile görmediği teveccühü Türkiye'de görmüş olması anlaşılması gereken ve birçok açıdan üzerinde durulmayı hak eden bir olaydır. Belki başka türlü mülahazalara açık bir konu olabilir ama, Türkiye düşünce hayatı itibariyle dışarıdan fikirlere hiç kapalı olmamıştır. Tabi mülahazaların önemli bir kısmı yerlici hassasiyetlerden sadır olabilir. Türk fikir hayatının başka fikirlere kapalı kalmamış olmasını kendi özgün, yerli düşüncesini üretmek açısından bir zaaf olarak gören çevreler her zaman var olmuştur. Bunlara göre tercüme faaliyetlerle düşünce olmaz, olsa da bu yerli olmaz, yerli olmayınca da sahih olmaz. Oysa insanlık tarihinde düşünceler hep seyyal olmuştur ve bir yerde durmamış olduğu gibi, hareket edip başka bir yere taşındığında da ilk ortaya çıktığı yerdeki gibi kalmamıştır. Düşünceler başka bir yerde anlaşıldığında zaten oranın idraki içinde dönüşerek, belki daha iyi anlaşılarak, belki çarpıtılarak, belki de bambaşka bir sentez ile ihya olarak gelişirler. Resulullah efendimiz (S) Veda hutbesinde “burada bulunanlar burada bulunmayanlara bu sözlerimi aktarsınlar, ola ki onlar daha iyi anlar” buyurmamış mıdır? Orada bulunanlar insanlık tarihinin gelmiş geçmiş en hayırlı insanları olduğu halde bu sözleri aktaracakları “orada olmayan” insanların “bu sözleri daha iyi anlama” ihtimali ne demektir? Bir sözü daha iyi anlamanın her zaman daha hayırlı olmak anlamına da gelmeyebilmesi üzerinde düşünmeye hazır mıyız? Sözü daha iyi anlamak o sözün kişiyi ne kadar ilgilendirdiğiyle de ilgilidir. Sözü anlamak ile sözü kabul etmek, söze iman etmek de aynı anlama gelmeyebilir nitekim. Yerlilik hassasiyeti biraz abartıldığında Anadolu'da İslam da dahil olmak üzere her türlü düşünceye, dine, geleneğe bir gümrük uygulamak gerekecekti. Oysa fikirlere karşı işleyen etkili bir gümrük yoktur. Hangi fikrin hangi coğrafyada ne kadar etkili olacağına yine o coğrafyanın sakinlerinin ihtiyaçları, algıları, kabulleri veya talepleri karar verir. Neticede bir yabancı fikir bir toplumda okunduğu andan itibaren artık o toplumun geleneğine de belirli nispetlerde ya kabul görerek ya reddedilerek dahil olmuştur. Tercüme hareketlerinden, Türk okuyucusu dünyanın her tarafından üretilmiş efkara gereken değeri vermek, kulak kesilmek, anlamaya çalışmak noktasında rüştünü ispatlamış bir okur olduğu söylenebilir. Taha Abdurrahman'ın fikirleri ise henüz yeni yeni okunuyor aslında. Henüz tam olarak ne dediği ve Müslüman Türk okuruna söylediği belli olmuş değil. Ancak onun hakkındaki ilk okumada veya (hermenötikçilerin ontolojik bir aşama olarak görüp adlandırdığı şekliyle) ön- anlamada, söylediklerinin tekabül ettiği çok önemli şeyler var. Bu konum büyük ölçüde Türkiye'de İslami düşünce veya felsefe ile Müslümanların siyasi, ahlaki veya toplumsal pratikleri arasında bir süredir iyice açılmış olduğunu düşündükleri mesafeyi kapatma arzusuna denk düşüyor. İhtimal ki bu durum Müslümanlar için bir tür yaratıcı paradigmatik kriz ortamını da işaret ediyor. Taha Abdurrahman'a duyulan ilgi ve beklenti onun bütün düşünsel veya ahlaki sorunlarımıza geliştirdiği sihirli formüllerle dokunup çözmesi değil elbet. Bu konuda gerek belli dönemlerdeki tercüme faaliyetleriyle gerek kendi içinden gelişen düşünce hareketlerine ne kadar rol atfetmeleri gerektiği hususunda yeterli bir bilinç düzeyi oluşmuş olduğunu düşünüyorum.
Neymiş? “F-35'lerle bir gece ansızın Ankara'ya gelebilirlermiş!” *** Bu “boş yapan” çıkışın sahibi Yunan Sağlık Bakanı Adonis Georgiadis'in akıl sağlığı bozulmuş olabilir. Bunlardaki kronik Türkiye korkusu, gün geliyor böylesi akla ziyan çıkışlar ve küstahlıklar şeklinde dışa vuruluyor. *** Özellikle de Kıbrıs Barış Harekâtının yıldönümlerinde, bu türden hezeyanlar daha ziyade sahne alıyor. BİN DOKUZ YÜZ YETMİŞ DÖRT Kuklası oldukları ABD'den alacakları ve ilkinin 2028 yılında teslim edileceği F-35'lere güvenip Türkiye'ye “meydan okuyorlar!” *** Yunanistan'ın muhtemel bir savaşta Türkiye'mize karşı hiçbir şansı yok. Ankara'ya gelmeleri şöyle dursun… -Bir gece ansızın Atina güme gider! *** Tam 50 sene önce (20 Temmuz'da) bir sabah ansızın gelen kimdi, gayet iyi biliyorlar! -O büyük acıları nüksedip duruyor. DÜŞEN JETLER MÜZESİ Mevzumuz F-35'ler, o yüzden… Bu uçaklar üzerinden caka satmanın “dayanılmaz hafifliği” bağlamında bir hatırlatma yapmak zarureti hâsıl oldu. *** Yunanistan Sağlık Bakanı Adonis'in son birkaç yılda kaç F-35'in düştüğünü bilmediğine dair bahse girebiliriz! *** Bu F-35'ler, ya “direkt” düşüyor… Ya kaybolduktan bir süre sonra yere çakılıyor… Veyahut kendini vuruyor! ATINI VURAN KOVBOY Şaka değil yahu… 12 Mart 2021'de ABD Donanmasına ait bir F35B savaş uçağı Arizona'daki Yuma Hava Üssünde yaşanan pek tuhaf bir hadise sonucunda kendini vurdu! Bu ilginç olay “Atını Vuran Kovboy” hesabına yazılmıştı. “YALNIZ GEZEN” F-OTUZ BEŞ Pilotu atladıktan sonra sırra kadem basan… Bir süre “Gökyüzünde Yalnız Gezen Yıldızlar” şarkısı eşliğinde uçup… Neticede, yere çakılan F-35'i daha önce bu sütunda anlatmıştık. *** Amerikan Deniz Saldırı Filosu'na bağlı Lockheed Martin F-35B jetinin enkazı… Pilotunun canını kurtarmak üzere atladığı yerden (Charleston) yaklaşık iki saat uzaklıkta bulunmuştu! Neredeyse 100 kilometre boyunca kendi başına uçtuktan sonra (Bunak Joe Biden misali) yere çakılan F-35… -Bu süre zarfında “kimin tarafından” kontrol ediliyordu? -Tam bir muamma! MECBURİ İSTİKAMET “Türkiye havacılıkta sıfır! F-35'lerle bir gece ansızın Ankara'ya gelebiliriz!” ham hayalinin sahibi olan “Boş Bakan” Adonis mendeburu… Gecikmeksizin tam teşekküllü bir psikiyatri kliniğinde müşahede altına alınmalıdır! *** Oradaki boş vakitlerinde… “F-35'lerin Yaşadığı Tuhaf Olaylar” hakkında dünya medyasında çıkan bir dolu haberi okuması menfaati icabıdır! FİKRİ TAKİP: KARARTMA YAYINI Ertuğrul Özbaydın'ın acayip sevdiği Amerikan Medyası… Donald Trump'ın ucuz kurtulduğu silahlı saldırıda, Gizli Servis'in tetikçiye “alan açan” rolü ortaya çıktığı halde… Derin suikastın arka planına seyahat etmekten itina ile kaçıyor! *** Halen daha “Yalnız Kurt'un bireysel saldırısı” zırvası, “Psikolojik Harekât” ekseninde zihinlere nakşediliyor. “Perde arkasını hasıraltı etmek için her yol mubah” bunlar için! *** Bu tür haberlerin üzerine balıklama atlayan medyamız ise “Made in USA” Psikolojik Harekâtın “Türkiye Şubesi” gibi çalışıyor.
Son dönemlerde iki özel uğraşım var. Hem de uçtan uca... Bir yandan sular seller gibi hatırat okuyorum. Diğer yandan yapay zeka chat robotlarında aramalar ve sorgulamalar yapıyorum. İnanılmaz keyifli ve öğretici bir geçişkenlik. Şunu net anladım; geleceği besleyecek tek damar geçmişlerimiz olacak. Yaşanmışlıklar, yani anılarımız. Yapay zeka araçlarının; merak, heyecan, hayretle deneyimlendiği ve “insanın hikayesizleştirme sürecinin” başladığını düşündüğüm dönemde, mühim kişilerin anıları üzerinden geçmişte dolaşmaya çıkmak beni bir konuda cesaretlendirdi. Teknolojik gelişmelerin, duygu ve düşüncenin yerini alması pek mümkün görünmüyor. Bu durumda, “yapay zeka araçları ve robotları üzerinden dillendirilen ‘insanların yerine geçecekler, işlerini ellerinden alacaklar korkusu' boşuna mı?” diyenler olacaktır. Boşuna değil. O korkuyla yüzleşeceğimiz acı bir gerçek. Lakin mevcut gelişim hem normal zeka hem de yapay zeka için sürdürülebilir olamaz. Şöyle açayım; dijital ekosistem bizleri hayatımızı kolaylaştırarak kuşatırken, zihinsel gelişimin, düşüncenin, fikir üretiminin yavaşlaması da söz konusu. Öyle görünüyor ki içinde bulunduğumuz çağda böyle bir kısır döngüye girilecek. Ancak böyle bir yavaşlama sadece fikir üretimini durdurmaz. Neticede insanların geliştirdiği ve yine insanların verilerinden beslenen yapay zeka araçları da kısır döngüye girecek ve gelişimin durması söz konusu olacak. Yani insanlar düşünmez ve fikirler sunmazlarsa, örneğin duygularla inşa edilen etkileyici hikayeler ortaya konulmazsa yapay zeka botları da bir süre sonra dikkat çekici metinler, resimler, fikirler, film senaryoları üretemeyecekler. Örneğin; OpenAI'nin bir süredir kullanıma sunduğu Chatbot'un öğrenme aşamasında olduğu çok bariz. Henüz kişiselleştirilmiş arama motoru işlevi görüyorlar. Ancak Google ile kıyaslarsak arka planda büyük farklılıklar var. Chatbotlar insanların ne düşündüğüyle ilgilenmiyor. Kullanıcıların aramalarından, neyi nasıl düşündüklerinin verisini topluyorlar. Yani her kullanıcı, sorgulamalarıyla kişiselleştirilmiş sanal asistanını geliştiriyor. Bunu hissettiğim anda korkularımdan bir nebze sıyrıldım. Lakin bu da kişisel bir direniş. Ben teslim olmamayı tercih ediyorum. Hayatı bu seviyedeki chatbotlara yükleyerek yaşamak isteyenler ise yukarıda dikkat çektiğim kısırdöngüye kapılacaklardır. İşte o zaman “yapay zeka bizi işsiz mi bırakacak” korkusunu iliklerine kadar hissedebilirler. Öğrenmeyi, yazmayı, konuşmayı, hikayeler biriktirecek bir yaşamı tercih edenler ise yapay zeka asistanlarını geliştirdikleri seviyede ve hep bir adım önde olacaklar.
İçinde bulunduğumuz dünya her geçen gün ivmesi artan bir kaotik duruma doğru hızla ilerliyor gibi. Uzun yıllar dünyanın kaos ve kriz bölgeleri Ortadoğu'ya mahsus gibiydi. Rusya- Ukrayna Savaşı şimdiye kadar bütün sorunları dışarıda karşılayan ve birbirleriyle savaştığında bile savaş sahası olarak Ortadoğu'yu seçen Batı Dünyası için unutmaya yüz tutmuş olduğu savaş gerçeğini tekrar evinin içinde hissetmesini sağladı. Rusya'nın bu savaş dolayısıyla aradığı ittifaklar içinde zaten bir tehdit olarak algılanmakta olan Çin ve şimdi Kuzey Kore ile yaptığı ittifaklar Avrupa'nın 2. Dünya Savaşı'ndan itibaren büyük bir itinayla kurmakta olduğu Birlik içinde güç, güvenlik ve refah dünyasının ciddi bir tehdit algılamasına yol açmış durumda. AB'ne yönelik ciddi hoşnutsuzluklar oluyordu zaten üye ülkelerin her birinde. Her ekonomik krizin, yaşanan her sorunun faili olarak ilk olağan şüpheli AB süreci olarak işaretleniyordu hemen. Aşırı sağ partiler bu amaçla yaşanan her krizi bir fırsata çevirmekten hiç geri durmuyorlardı. Ancak bu tehdidin bütün Avrupa'da bu ölçekte paylaşılan bir algıya dönüşmesi sözkonusu olmuyordu. Çünkü bir yandan da Birlik sürecinin Avrupa halklarına sunduğu ekonomik avantajlar, sorumluluğu AB sürecine yüklenen olumsuzluklardan çok daha fazla hissediliyordu. Ancak COVID 19 salgınıyla başlayan ve Rusya-Ukrayna savaşının sonuçlarıyla devam eden ekonomik kriz beklenebileceği gibi iktidarlara yönelik ciddi hoşnutsuzluklar oluşturmaya başladı. Üstüne bir de İsrail'in Gazze halkına yönelik soykırımcı savaşında hükümetlerin İsrail'i destekleyen tutumlarına karşı gelişen protestolar da eklenince Avrupa Parlamentosu Seçimlerinde aşırı sağ oylarda bir patlama yaşanması büyük bir sürpriz olmamıştır. 6-9 Haziran'da AB üyesi 27 ülkede 720 sandalyeyi Avrupa Parlamentosu'nun yeni üyelerini belirlemek için gerçekleşen seçimlerde ilk dikkate değer şey yüzde katılımın yüzde 48 seviyesinde kalması, yani önceki seçimde yüzde 54,5 olarak kaydedilen katılıma nazaran yüzde 6,5'lik bir azalmayla gerçekleşmiş olması. Bu katılım düzeyi elbette aşırı sağın yükselişinin tamamını karşılayabilecek bir rakam değil, ama muhtemelen iktidardaki sol veya merkez sağ partilere yönelik hoşnutsuzlukların başka türlü bir ifade biçimi olarak görülebilir. Neticede sandığa gitmeyenlerin oyları da sayılıyor ve bir etkide bulunuyor bu sistemde. Bütün Avrupa'da bir büyük dalga olarak yaşanan aşırı sağın bu yükselişine karşı ilk cevap Fransa'dan geldi. Fransa Cumhurbaşkanı, Ulusal Meclisi feshederek önümüzdeki ay yaşanacak bir erken genel seçimin önünü açmış oldu. Bu adımları başka ülkelerdeki adımların da izlemesi kaçınılmaz gibi. Ama Sarkozy'nin aldığı bu kararla bir bakıma aşırı sağın yükselişine karşı bir güven tazeleme fırsatı bulup belki bu dalgayı tersine çevirebileceği yönünde bir beklentisi olduğu da söylenebilir. Ancak bu tür meydan okumaların tam tersi sonucu doğurmaları, hele yükselen sağın bütün Avrupa'da yakalamış olduğu bu rüzgâra karşı kazanma şansı neredeyse yok gibi. İkinci bir husus yine iktidardaki
Allâh (c.c.), Resûlullâh (s.a.v.)'in hanımlarıyla başkalarının ilişkilerinde kesin hükmünü hicab âyeti ile inzâl buyurmuştur. “Bir de O'nun zevcelerinden, lazım olan bir şey isteyeceğiniz zaman, perde arkasından isteyiniz. Bu şekilde istemeniz, hem sizin hem de onların kalpleri için en temiz bir harekettir.” (Ahzâb s. 53) Yani herhangi bir mü'min dîn ve dünya için fayda veren ve istenilmesi âdet olan her şeyi onlardan isteyebilir. Fakat onların yanlarına bu âyet nâzil olmadan girdikleri gibi giremezler. Ancak isteyeceği bir eşya veya soracağı bir mes' ele olursa, bakmadan yahut perde arkasından isteyebilir. Çünkü bakmak ve görmek fitnenin birinci sebebidir. Bu gibi ihtiyaçların perde arkasından karşılanması her türlü şüpheyi izâle edeceği gibi şâibeyi uzaklaştırır, himâyeyi de kuvvetlendirir. Neticede erkeğin kadın hakkında, kadının da erkek hakkında kalplerinde doğabilecek vesveselere imkân verilmemiş olur. Cenâb-ı Hâkk, erkeklerle ilgili olarak bu şekilde gerekli âdâbı açıkladıktan sonra, Resûlullâh (s.a.v.)'in hanımlara hitapla da özellikle uymak zorunda oldukları kaideleri beyân etmiştir. Hiç şüphe yok ki, ikili ilişkilerde, bir taraf kayıt altına alınırken diğerinin serbest bırakılması arzu edilen neticeye asla ulaştırmaz. Bilhassa kadınlar için olacak olursa, bu serbestlik câzibeleri sebebiyle emirlere uymayı daha da güçleştirir. Bu sebeple Allâh (c.c.), bizzat Nebî (s.a.v.)'e hitâbla: “Ey Nebî! Hanımlarına, kızlarına ve mü'min kadınlara söyle, cilbâblarını üzerlerine alsınlar. Bu onların tanınıp kendilerine eziyet edilmemeleri için daha uygundur. Allâh çok affedici ve pek merhametlidir.” (Ahzâb s. 53) buyurmuş, böylelikle cahiliyye kadınlarının görünüş ve kıyafetlerinden ayrılmalarını emretmiştir. (Kurtubî, Câmi'ül Ahkam, s.227-228; Âlûsî, Rûhu' l Meânî, s.89)
Seçim sonuçlarının bence en önemli sonucu, sonuçlarının herkes için sürpriz olması. Bakmayın dediklerine, “ben önceden söyledim, bilmiştim, tahmin etmiştim” diyenlerin hiçbirisinin böyle bir sonucu ne öngörmüş olması ne de tahmin etmiş olması sözkonusu. İstanbul seçimleriyle ilgili en yakın tahmin çekişmenin başa baş yürüyor olması veya en iyi ihtimalle İmamoğlu'nun anketlerde birkaç puan önde görünüyor olması şeklinde ifade ediliyordu. Bu tahminler veya tespitler de çok çekingen bir dille ifade ediliyordu ki seçimlerin arifesinde Hakan Bayrakçı'nın ilan ettiği 8 puanlık fark beklentisi öyle zannediyorum ki İmamoğlu cenahında bile bir şaşkınlık yaratmıştır. Bu seçim sonuçlarını ciddi bir kayıp yaşayan AK Parti cenahı beklemediği gibi CHP de beklemiyor, öngörmüyordu. Buna dair bir hazırlıkları da yoktu zaten. Tahminler veya beklentilerle sonuçlar arasındaki bu kadar büyük açık muhtemelen sadece anketlerin tespitteki kusurlarından değil büyük ölçüde seçime doğru gittiğimiz süreçte seçmen tutumların çok hızlı değişebiliyor olmasından ileri geliyor. Bunda da en önemli faktörün emeklilerin beklentisinin karşılanmamasına yorulması herkesin mutabık olduğu bir tespit. Yani bir bakıma bu seçimleri bir “emekliler ihtilali” olarak görmek mümkün. Biraz sahada gezen herkesin hemen görebileceği bir öfke vardı aslında ve bu öfke son güne kadar her an yatışabilecek veya yönünü değiştirebilecek bir kararsız tutumu ifade ediyordu. Bir toplum kesiminin bir hoşnutsuzluğunun bir seçimin sonuçlarını bu kadar radikal bir biçimde değiştirmekte etken olması üzerinde ayrıca durulması gerekiyor. İşin ironik boyutunu da göz ardı etmeyelim. Yüzyıl boyunca emekçilerden beklenen devrimci güç, gücünü emeklerinden alan işçilerden değil, gücünü oylarından alan ve üretimle ilişkisi kesilmiş emeklilerden gelmiş oluyor. Bir başka açıdan Z kuşağından beklenen dönüştürücü güç yine onlardan ziyade emeklilerden gelmiş oluyor. Böyle bir seçim sonucuna elbette bir devrim anlamı yüklemek çok yersiz. İroni diyelim, geçelim. Ama sadece uyguladığı boykotla veya gidip CHP'ye verdiği destekle son yirmi yılın bütün siyasi yelpazesini allak bullak etmiş olduğu çok açık. Buna ülkenin yaşadığı derin sosyolojik dönüşüm anlamı yüklemek için de acele etmemek lazım. Neticede emeklilerin beklediği seyyanen maaş artışı gelmiş olsa seçime katılım oranı beklendiği gibi gerçekleşir ve muhtemelen çok daha farklı bir sonuçla karşılaşırdık, ama bu farklı sonuç yine de AK Parti'yi sarsmayacak bir sonuç olmazdı. Zira karşımızdaki tabloyu elbette ki sadece emeklilere yüklememek lazım. Daha önce de söylediğimiz gibi ve aslında sonuçların açıklandığı saatlerden itibaren herkesin de gördüğü gibi AK Parti'nin 2002 ruhundan epeyce uzaklaşmış olmasına karşı en az üç-dört seçimdir halk tarafından bu uyarılar tekrarlanıyordu. Önceki uyarıların hiç dikkate alınmamış olduğunun görülmesine karşı bu sefer çok daha sert bir uyarı gelmiş oldu. Sanırım herkesin gözünden kaçan basit bir karşılaştırmaya dikkat çekelim isterseniz. On ay önce Recep Tayyip Erdoğan Cumhurbaşkanı olarak ancak 2. Turda ve yüzde 52 oy alarak seçildi. Şahsen Erdoğan'ın performansına ve rakipleriyle karşılaştırmalı olarak aldığı oyların beklenenin çok altında olduğunu düşünmüştüm. Bunu geçelim. Erdoğan'ın yüzde 48 oy aldığı 1. Turda AK Parti'nin oyları (yurtdışı oylar hariç tutulduğunda) sadece yüzde 35,60 olarak yansımıştı ki bu seçimde gördüğümüz katılım eksikliği de yoktu.
“Özgür Özel, bana nerede olduğumu sorduğun 2018 seçim gecesinde sen neredeydin? HDP'nin barajı geçtiğini öğrenince sevinç naraları atıp havalara zıplayan sen değil miydin?” *** Bu sözlerle, Özgür Hususi Bey'e “Madem öyle, gel böyle” makamında çakan Muharrem İnce… -Eski partisi CHP'nin “açılan kaşına” vuruyor! *** Adı “Özgür” olsa da, kendisi “Hür Olmayan” Hususi Bey, DEM Parti'nin öncülü HDPKK için, ne demişti: “-HDP ile gönül ittifakımız var!” *** Şu akla ziyan sözlerini de unutmadık: “HDP, terör örgütüyle bağımız yok diyorsa, o beyanı esas almalıyız… PKK'nın uzantısıyız, dediklerini hiç duymadım…” *** Rejisörlüğünü İmamson Efendi'nin yaptığı “Operadaki Hayalet” adlı siyasi filmin bir sahnesinde… Soprano Pervin Çakar'ın elini öperek “Aferin” almıştı, Hususi Bey! Neticede, Pazar günkü seçimlere “Kent Uzlaşısı” ile giriyorlar. *** Sandıktan “bekledikleri sonuç” çıktığı takdirde; DEM-PKK, CHP ile kurduğu bu ittifak ile başta İstanbul olmak üzere belli büyükşehirler ile bazı şehirler ve ilçelerde “yönetime ortak” olacak! Dikkat buyurunuz… -Belçika'da, PKK paçavraları eşliğinde yapılan Türklere yönelik faşist saldırıların benzerleri Türkiye'mizde yaşanabilir! İMAMFON “GARANTİ” GÖRÜYOR Komprador (Dışarıya Bağlı) Büyük Sermaye'den tam destekli Mr. İmamfon, “Aklımdan hiç kaybetmek geçmiyor. Çok ferahım, içim çok ferah!” diyor.
Dünyada önümüzdeki 30 yılda ön plana çıkacak ekonomilerden bir kısmının borsaları rekorlar kırıyor. Hindistan, Türkiye, ABD hatta uzun yıllara yayılan isteksizlik sonrası Japon borsası dahi… Diğer taraftan Avrupa'da pek yaprak kımıldamıyor. Hedefe yerleşen Çin'de bunalım var. Geleceğin yıldızlarından olacak Nijerya borsası iç açmıyor. Yani tam tersinden iki fotoğraf ortaya çıkıyor. Düşen piyasalara para akıyor mu derseniz, yok. Çıkan piyasalara para akıyor mu derseniz, o da yok. Malum Nvidia isimli teknoloji şirketi son çeyrek bilanço performansının etkisiyle 2 trilyon dolarlık piyasa değerine ulaştı. Geçtiğimiz yılların en dikkat çeken hissesi Nvidia tüm dünyadan likidite çekiyor. Nvidia çıkışını sürdürdükçe dünya piyasalarına para akmaz gibi görünüyor. Hele de bir tek günde 200 milyar dolardan fazla değer kazanmışken. Fakat Nvidia'nın fevkalade performansının da bir sonu var. Hissenin değerinde olası düşüş ABD'deki borsa rekorlarının sonunu getirebilir. Dünya piyasalarına da likidite ancak böyle bir ihtimalden sonra akabilir. Fakat ortamın genel gidişatı (faiz indirim beklentisi) ABD borsasındaki şirketlerin tamamı için aşağı yön olacağını göstermiyor. Bunu da bilmek lazım. Bir de ABD borsaları çok sert düşerse fonlar çıkıp diğer ekonomilere akacak fırsat bulamayabilir, bunu da bilmek lazım. Neticede likidite, şimdilik gelişen ekonomilerden esirgenecek. Türkiye'de beklenen sıcak para akışı da bu denklemden ari değil. Ancak ilginç bir gelişme de Warren Buffet gibi büyük ölçekli yatırımcıların, Jeff Bezos (Amazon) gibi girişimcilerin, Jamie Dimon (JP Morgan) gibi yöneticilerin, Nancy Pelosi gibi siyasetçilerin piyasadan çekildikleri yahut kendi şirketlerinin paylarını sattıkları haberleri gündemi meşgul ediyor. Daha birçoğu listeye eklenebilir. Durum, piyasaların tarihi zirvesinde olması gerekçesiyle olağan görülüyor. Olası düşüşten yahut giderilemeyen resesyon ihtimalinden sakınmak için yerinde bir risk dağıtım stratejisi olarak ele alınıyor. Fakat mesele sadece saydığım bu ABD'li sermaye ve siyaset çevrelerinden ibaret değil. Başka yerlerde de ve Türkiye'de de büyük sermaye gruplarının işleyen fabrikalarını veya işletmelerini sattıklarına dair haberler de geliyor. Hal böyle olunca bu işlemler alışılagelmiş piyasa refleksleri mi, yoksa başka bir manası mı var, sorusu akla geliyor.
Sosyolojide toplum mühendisliğinin pozitivist iyimserliğinin ötesine geçmemize yol açan en önemli keşif, projelerin hedeflenen sonuçlarından çok hedeflenmeyen, niyetlenilmeyen hatta hiç de istenmeye sonuçlarının çok daha belirleyici olması. Bu keşif aslında bir disiplin veya meslek olarak sosyolojinin altını oyan bir sürü hayal kırıklıklarının ardından gelmiştir. Dinin, milliyetçiliğin, köylülüğün dönüşümüne ve sanayileşmenin nihayetinde alacağı şekle, sınıfların nasıl şekilleneceğine ve neler yapabileceğine dair sosyolojinin ilk öngörülerinin neredeyse hiç birisinin tutmamış olduğu görüldüğünde sosyoloji dönüp kendi üzerinde düşünmek zorunda kalmış ve bir tür “düşünümsellik” mecrasında ilerleme yolunu seçmiştir. Sosyoloji diyorsam da hangi sosyoloji, kimin sosyolojisi diye bir itirazın gelmesini de beklerim tabi. Neticede disiplinin tek bir elden ve kanaldan belirlenen bir mecrası yok. Bahsettiğim şey belki ana akım sosyoloji. Kariyerinin son zamanlarında Tony Blair'e danışmanlık yapmış olan meşhur İngiliz sosyolog Anthony Giddens'ın meşhur “eylemin istenmeyen sonuçları” başlığı altında sosyal mühendisliğin sınırları ve imkanlarına dair ortaya koyduğu çerçeve düşünümsel sosyoloji adına önemli ve bir o kadar da zorunlu bir hat açmıştır. Sosyolojiden bir toplum mühendisliği beklentiniz olsa da toplumun kendisi inşaat veya makine gibi bütün proje bileşenlerinin veya faktörlerinin tespit edilip laboratuar ortamında uygulanabildiği bir alan değil. Toplum canlı bir alan ve hakkında ürettiğiniz bilgi toplumu bir yandan da değiştirip dönüştürebiliyor. O bilgi toplumu dönüştürecek kadar güçlü olmasa bile hiçbir bilgi toplum içindeki bütün faktörleri hesaplayamıyor. O yüzden iş gelip edebiyatın, şiirin ifadelerine müracaat etmeyi gerektiriyor: “kaderin üstünde de bir kader vardır.” Türkiye'de sosyolojiden beklenen tam tamına en kaba haliyle bir toplum mühendisliği olmuştur, ama sosyolojiden bunu bekleyen siyasetçiler sosyolojinin mühendislik iddialarından vazgeçtiği bir dönemde bunu beklemişlerdir. Sonuç elbette hüsran olacaktı. Yaptıkları mühendisliğin sonucunda epey hafriyat, epey yıkım yaptılar ama hiçbir zaman yapmak istediklerini yapamadılar. Kurmak istedikleri toplum için eski toplumu, kurumlarıyla, toplumsal ilişki ve tabakalarıyla, hayat tarzlarıyla yıktılar, yerine kafalarına göre tasarladıkları projeleri uygulamak suretiyle bir başka toplum inşa etmeye çalıştılar. Ortaya çıkan şey onları da hiçbir zaman memnun etmedi, hiçbir zaman kafalarında tasarladıkları hedefe ulaştıkları duygusuna kapılmadılar. Yıktıkları toplumun enkazı üzerinde, nüfuz edemedikleri alanlardan eski yapının kalıntıları tekrar canlanmaya yüz tutunca yaşadıkları büyük hayal kırıklıkları ve direnişin gerilimi yüzyılımızın siyasi tarihinin de bir başka ifadesidir.
Yerel yönetim seçimlerine gittiğimiz bugünlerde şehrin yönetimine talip olanlardan ne bekliyoruz? Yönetime talip olanlar, istedikleri oy karşılığında halka ne vaat ediyorlar. Bu beklentilerle vaatler arasındaki diyalog demokrasinin özü, ama aynı zamanda bir toplumun kalitesini de gösteriyor. Yöneticiden talep edilenler, talep etme biçimi bir medeniyetin bütün inceliklerini veya kabalıklarını, sıradanlığını veya özgünlüğünü izleyebileceğimiz yerler. Neticede ortaya çıkan şehirlerimiz de bu alacak-verecek, beklenti ve sonuç ilişkisinin bir hasılası olarak ortaya çıkar. Şehir yönetimi sadece bilimsel ve teknik yöntemlerin en iyi şekilde kullanılarak, mükemmel geometrik şekillere ulaşılan bir uygulamalar dizisinden ibaret değil. Hatta şehir ahalisinin su, aş, ulaşım ve temizlik ihtiyaçlarının mükemmel bir mekanik organizasyonla görüldüğü bir performanstan ibaret de değil. Şehrin barındırdığı ekonomik sınıfsal, kültürel ve etnik farklılıkların iyi ve adil yönetimidir esas olan. Bu açıdan bakıldığında bugünün şehirlerinin ahvali elbette farklı klasmanlara ve değerlendirmelere konu olabilir. Her şeyden önce, şehirliliğin içerdiği borcu hatırladığımızda konunun sadece “yönetim”le sınırlı olmadığını da görmüş oluruz. Şehir tabiatı itibariyle karmaşık bir ilişkiler ağı, büyük şehir ise karmakarışık bir ilişkiler ağının oluşturduğu bir sosyal yapıdır. Bu ağ içinde yönetenler kadar yönetilenlerin de kalitesi çok önemli. Çok yakındığımız dikey yapılanmalar, içinde insan bulunmayan ama lüks mekanlar, komşuluk ilişkilerinin azalması, steril güvenlik sitelerinin oluşumu gibi sorunlar sadece yönetenlerin ürettiği sorunlar değil insanlık durumumuzun trajik bir gelişimiyle ilgili bir sorun. Ünlü Alman filozofu Martin Heidegger'in teknolojinin tabiatına atfettiği bir gâye, insanın da içinde sadece üzerine düşeni yaparak tamamladığı bir süreç, bütün dünyayı yavaş yavaş bir kıyamete doğru sürüklüyor. Çok karamsar bir bakış açısıyla resmettiği bu çağdaş varoluş içinde Heidegger işin içinden “bizi ancak bir Tanrı kurtarabilir” diyerek çıkmıştı. Aslında çıkamamıştı. Dünyayı böyle resmettiğinde insana hiçbir sorumluluk da bırakmayan bir kaderciliğe veya hatta etik ibahiyeye kadar işi götürmek de mümkündü.
İletişim, uzun vadeli bir iştir; para biriktirmek gibi... İtibar biriktirmek ise zahmetli, emek isteyen, ancak karşılığını uzunca süre sonra, sizi hedefinize taşıyan kanatlar gibi işlev görerek veren önemli bir haslettir. O nedenle 2024 Yerel Seçimi'ne hazırlanmak için, eğer bugüne kadar stratejik ve planlı bir şey yapmadıysanız geç kaldınız denebilir... Sonra hayal kırıklığı olmasın... Performans sporlarında olduğu gibi ‘ilişki ve iletişim' yönetimi de iki temel kriter üzerinden değer kazanır: Teknik hareketler ve artistik hareketler... Teknik hareketler, gerek koşullardır. Ancak sonucu tek başlarına belirlemezler... Gerek koşulların hepsini yerine getirseniz dahi kaybedebilirsiniz... Sokakları temiz tutuyorsunuz, her cuma cemaatle bir araya geliyorsunuz, belediye hizmetlerinde başarılısınız ya da bunları vadediyorsunuz diye seçim kazanamazsınız... Seçim sonucunu etkileyecek yeter koşullar ise artistik hareketlerde aranmalıdır. Özetle, bizim ‘Algılama Yönetimi' kitabında “Beklentinin ötesinde davranış sergilemek” diye ifade etmeye çalıştığımız bu tarz-ı siyaset; iş, ilişki ve iletişim süreçlerini standartların ötesine taşıyarak yönetmekle mümkündür... Nasıl ki eşinize, dostunuza her gün çiçek götürmeniz belli bir süre sonra anlamını yitirecekse, ‘teknik hareketler'de gösterdiğiniz üstün başarı da bir süre sonra etkisini kaybeder... İşin sonunda galibi, artistik hareketler sayesinde kazanacağınız ‘rekabet avantajı' belirler... Seçim çalışmalarında ikili segmentasyona yönelmek şarttır: Hedef kitle ve sosyal paydaşlar. En çok karıştırılan konu da budur zaten... Çünkü, zaman zaman sosyal paydaşlara hedef kitle gibi davranılırken, tam tersinin yapıldığına da sık sık rastlıyoruz. Hedef kitle, o seçim çevresindeki mevcut ve potansiyel seçmenlerin tümüdür... Sosyal paydaşlar ise seçilmemizden ya da seçileme-memizden ‘doğrudan etkilenecek' kişi ya da kuruluşlardır. Sosyal paydaşlarla daha çok birebir ilişki yönetimi tercih edilirken; hedef kitleyle iletişimde sosyal medya, yerel mecralar ve geleneksel platformlar gibi araçlar kullanılır. Sosyal paydaşlara verilecek mesaj, kullanılacak dilin tonu ve ifade biçimi, hedef kitleninkinden çok farklıdır. Çünkü, sosyal paydaşlar belli ölçüde olsa da etkileyici (influencer) rolüne de sahiptirler. Örneğin, farklı meslek grupları bir araya toplanmalı... Çeşitli sektörler için yerel buluşmalar yapılmalı... Esnaf, geniş kitle içinde mütalaa edilmeli ve tekil ziyaretlerin pek bir işe yaramayacağı bilinmeli (Bkz. esnaf ziyaretiyle ünlenen parti liderlerinin oy oranları)... Neticede kazananı iki unsurun belirleyeceği de mutlaka akılda tutulmalı: Vaat ve güven... Vaat net ifade edilmelidir... Ancak daha da önemlisi o vaatlerin yerine getirileceğine dair güvenin sağlanmış olmasıdır. Güven ve vaat konusunda Dr. Yılmaz Argüden'in 2018 ve 2023 yıllarında, ekibiyle birlikte hazırladığı “Belediye Yönetişim Karnesi” adlı çalışmaya bir göz atmakta yarar var. Belediyelerin halka açık belgelerinden yola çıkarak 227 kriter araştırılmış ve belediyelerin aynı kriterlerde 2018'deki durumlarıyla kıyaslama yapılmış. Güven duygusunu oluşturmadıkça, hiçbir vaadin hiçbir faydası yoktur. Güven ise üç ayak üzerinde durur: Lider, fikir, teşkilat. Bunlardan biri dahi zayıfsa adayınız için endişelenebilirsiniz...
“‘'Me M dya, İsrail adına korku tellallığı yapıyor. Onları yenilmez bir ordu gibi gösteriyor.” Yemen'in Devrim Komitesi Başkanı Muhammed Ali El Husi... İngilizlerin yayın kuruluşu BBC'nin, “İsrail'in sınırlarının ötesinde misilleme yapmasından endişelenmiyor musunuz?” sorusuna... -İşte bu “tam isabet” cevabı verdi! PSİKOLOJİK HARP VE GERÇEK Sadece Batı Medyası değil... Bizdeki medya da, ekseriyetle İsrail'i özne yapan yahut İsrail eksenli yayınlar icra ediyor. Varsa yoksa İsrail'in planları; Hamas bu planlara karşı bir şey yapamaz, algısı oluşturuluyor. “Hamas'ı şöyle vuracaklar, tünelleri böyle suyla dolduracaklar” falan... Hamas'ın, Siyonist terör devleti İsrail'i sahada uğrattığı büyük yenilgi ihtimamla es geçiliyor. İTİRAFNAME İsrail Ordu Sözcüsü Daniel Hagari bile “Tünelleri imha etmekte başarısız olduk” dedi. (6 Ocak 2024) “Tünel ağını yok etmek için yenilikçi çözümler arıyorlarmış! RUPERT MURDOCH'IN GAZETESİ Siyonistlerin soykırımını destekleyen The Wall Street Journal... “İsrail Gazze'deki tünellere deniz suyu pompalamaya başladı” diye yazmıştı! (12 Aralık 2023) Üç gün sonra, İsrail medyası da uçuşa geçti: “Deniz suyu ile Gazze tünellerini basma denemesi başarılı oldu” diye yalan haber patlattılar. İçerideki “İsrail Muhibbi” Batıcı Medya da “su baskını” planından ümitliydi! Hamas'ın “Gazze'deki yeraltı tünelleri su baskınına dayanıklı” açıklamasına hiç kulak asmadılar. -Neticede ne oldu? -Bir aydan fazla vakit geçti; tık yok!
uluslararası Adalet Divanı'nın Güney Afrika'nın başvurusu üzerine İsrail'in soykırımını görüştüğü duruşmalar başlıbaşına Aksa Tufanının yeni ve çok önemli bir dalgası olarak beklenenin üzerinde bir etki yaptı. Daha önce söylediğimiz gibi bu duruşmaların yaptırım açısından bağlayıcı ve kesin sonuçları olmasa da tarihe düştüğü not ve dünya kamuoyunda oluşturduğu etkiler açısından büyük ve benzersiz bir olay. Batılı ana akım medya duruşmayı vermediyse de Aljazeera'nın İngilizce ve Arapça yayınları ile TRT World bütün duruşmaları canlı olarak yayınladı. Bunların ötesinde sosyal medyada ağırlıklı bir yer aldı. 75 yıldır kurulduğu günden bugüne kadar varlığını ve bütün işgalci politikalarını soykırım mağduriyetine dayandırarak haklılaştırmaya çalışan İsrail bütün dünyanın gözü önünde dumanı tüten taze cürmü meşhut bir soykırımın faili olarak yargılanıyor. Bu suçlamada UAD İsrail'in suçluluğuna karar verse bile, bildirileceği BM Güvenlik Konseyinde onu bu cürme azmettiren, destekleyen, her türlü yardım ve yataklığını yapan ABD'nin ona sahip çıkıp veto hakkını kullanacağı kesin. Ancak bu konunun BM Genel Kuruluna götürülmesini engellemeyecek ve burada İsrail'in üyeliğinin askıya alınması talep edilebilecek. Neticede sonuç ne olursa olsun, çanlar İsrail için çalıyor ve onun sürekli kendini savunma durumunda kalması bile Filistin davası açısından büyük bir kazanım. Davanın nüfusunun sadece yüzde 2'sinin Müslümanlardan oluştuğu Güney Afrika tarafından açılmış olması kuşkusuz davayı daha güçlü ve daha önemli kılıyor. Herkesin görebildiği bir gerçek, böylece İsrail'in şimdiye kadar işgalci politikalarını ve suçlarını haklılaştırdığı İslam ve modern batılı Hıristiyan dünya arasındaki karşıtlığa indirgemeciliğinden çıkarmış oldu. Konu İslam ve diğerlerinin ötesinde bir insanlık davası. Bunu Müslüman bir ülkenin yapması halinde dava İsrail'in konuyu hapsettiği sınırları içinde kalıp boğulma tehlikesiyle karşı karşıya olurdu. Oysa bu sayede olay artık daha evrensel, daha küresel bir boyut kozanmış oluyor. Ancak bu bile 22 Arap ülkesi ve 57 İslam ülkesinin hiçbirinin böyle bir inisiyatifi alamamış olmasını, alamıyor olmasını haklı kılmıyor. Sayı ve hacim itibariyle küçük Gazze halkının tek başına zulme, işgale, Siyonist ideoloji ve tahakküme, küresel istibdada, soykırımcı medeniyete karşı sergilediği büyük ve asil direnişte yanında doğru dürüst bir İslam ülkesi durmazken Güney Afrika'nın bu cesur duruşu onu tarihe altın harflerle yazdırıyor. Beyaz-ırkçı Apertheidçi işgale karşı tarihsel duruşuyla tarihe geçen Nelson Mandela'nın yetiştirdiği nesil davaya da çok iyi hazırlanmış ve İsrail'e kök söktürüyor. Orada yaşanmış benzer bir tecrübenin içinden kopup gelmiş insanların şahitlikleri bambaşka.
DYF Sinema Kulübü'nün beşinci buluşmasında 2015 yılı yapımı Morten Tyldum'ın yönetmenliğini yaptığı The Imitation Game Enigma adlı filmini konuştuk.Film İngilizlerin İkinci Dünya Savaşı'nda Almanların kullandığı Enigma adlı şifreleme sistemini kırmaya çalışmasını konu ediyor. Bu amaçla kurulan merkez yetersiz kalınca Alan Turing'in ekibe dahil edilmesi, onun etrafındakilerin inançsızlığına rağmen şifreyi çözmesi ve savaşın gidişatını değiştirmesi anlatılıyor.Film Hollywood'un genelde yaptığı gibi tarihi kaynakların yazdıklarından biraz daha farklı bir hikaye resmediyor. Turing'in her şeyi kendi başına çözdüğü izlenimini alıyorsunuz. Halbuki İngilizlerin kendilerinin de ifade ettiği gibi Polonyalı matematikçilerin çalışmaları üzerine Turing'in bilgisayarını geliştirdiği biliniyor. Öte yandan Turing'in gerçek hayatta daha sosyal bir insan olduğunu biyografilerden öğreniyoruz. Filmde yansıtılan takıntıları da bu biyografilerde yer almıyor. Yine filmdeki birçok karakterin daha dramatik bir hikaye oluşturulması için olduklarından farklı gösterildiğini, hatta bu işlenişin akrabaları tarafından eleştiri aldığını okuyoruz.Neticede bunlar Alan Turing'in bilgisayarın öncülerinden olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Fakat günümüzden sadece 60 yıl önce toplumun değer yargılarının onu mahkum ettiğine ve henüz 42 yaşında hayatına son verdiğine insan şaşırıyor. Kim bilir bugünkü değer yargılarımızın hangileri, ne kadarı bundan 50 yıl sonrakileri şaşırtacak diye düşünüyorsunuz.Filmin yanı sıra bu sorulara ve teknoloji ve savaşlar konuşulurken konu ister istemez bugüne, yine devrim yapan teknoloji ile bitmeyen savaşlara da değindik, insanlığın kaderinin nereye evrildiği konusunda görüşlerimizi paylaştık. Sırasıyla söz alanlar(02:17) Şeyda Hasçizmeci, (03:54) Ayşenur Sarıkaya Masat, (09:42) Suat Soy (13:00), Mete Yurtsever, (14:08) Meral Kuzu, (17:02) Cem Çağatay Karaali, (20:54) Talha Çelik, (25:06) Mete Yurtsever, (26:30) Meral KuzuSupport the show
Müslüman Türk Toplumuna Batı eksenli dayatılan “ılımlı İslam sapkınlığı” ve “tesettür meselesindeki sapmalar ve ailenin dejenerasyonu” henüz ehl-i imân ve vicdan sahiplerince tam olarak farkedilemedi. Ya da farkedilse bile, durumu ilan edebilecek sorumluluk sahibi yürekli, imân ehli yazar çizere, lokal ve cılız sesler dışında, bugüne kadar pek rastlanmadı. Adeta önemsenmiyor gibi bir durum var ortada. Müslüman kamuoyuna, İslâm'ın yaşanması anlamında her şey yolunda, hatta eskisinden daha güzelmiş gibi yanıltıcı bir manzara sunuluyor. Pek tabii ki dini sapma, soyut bir mesele olduğu için, ailede olduğu gibi bunun acı sonuçları hemen somut gösterge vermez. Bu konuda diğer yanıltıcı bir unsur da dindar çevrelerin, önceden edindikleri ibâdet alışkanlıklarını kendi çaplarında rahatça yerine getirebiliyor olmaları… Şunu bilin ki, siz beğendiğiniz o halin son halkasısınız. Sizden olma neslin büyük kısmı, sizin yaptığınız o ibâdeti, artık küçümser ve inkâr eder hale geldi. Orta öğrenim ve üniversitedeki gençliğin geldiği durum ortada... Burada tehlikeli durum şudur ki, dini sapma, farkedilmeyen kötü sonuçlarını en sonunda tam verir ve bunun geri dönüşü de toparlanışı da mümkün olmaz. Bu iş, toplumsal felâketle ve ilâhi azapla sonuçlanır. Neticede bir nesil ve bir toplum yok olur. Aile/kadın konusundaki ve dînî/itikâdi alandaki sapmaya vesile olanların ve seyirci kalanların ahirette ilk yakalarına yapışacak olanlar, onların kendi çocukları ve torunları olacağında kuşku yoktur. Kimi cemaat ve sivil toplum liderleri, kanaat önderleri, “tuzum kuru” diye seyirci kalan ve işini yürütmeye bakan eskinin “İslâmcı” yapı ve temsilcileri!... Daha seyirci kalmaya devam ederseniz, bilin ki, bu ah sizi yakalayacaktır! Böyle giderse o keyifli halinizin ızdıraba dönüşmesi de yakındır. Bu felaket karşısında Mevlâmızdan, uyanış ve basiret niyâz ediyoruz! (www.dintahripcileri.com)
Aksa Tufanı İsrail'in bütün dengelerini sarstığı gibi onu koruyan, kollayan, her türlü suçunu aklayan, arkasını kollayan Avrupa'nın sözümona değerlerini ve siyasal düzenini de sarsıyor. Avrupa zaten uzun zamandır aşırı sağın yükselmesine yol açan ekonomik sosyo-politik krizlerle boğuşuyor. Hollanda'da daha yeni aşırı sağcı Wilders'in partisinin seçimlerde ipi göğüslemesi sözkonusu Avrupa değerlerinin kendi içinde de değerinin iyice tükenmeye yüz tuttuğunun basit bir göstergesi sadece. Almanya'da da aşırı sağcı parti AfD'nin ikinci parti seviyesine kadar yükselişi, epey zamandır yakalanmış olduğu ekonomik kriz bu haliyle devam ettiğinde birinci parti olmasını da giderek yaklaşan bir tehdide dönüştürüyor. Almanya'nın bu “demokratik” tehdit karşısında uyguladığı tedbirlerin kendi koyduğu ve yeri geldiğinde sürekli Türkiye'ye hatırlattığı kriterlere göre hiç de demokratik olmadığını söylemeye gerek yok. Faşist, ırkçı, aşırı sağcı da olsa AfD'ye yaptığı muamele kesinlikle Türkiye'de mesela HDP'ye karşı iktidar partisinin ortaya koyduğu tepkilerle karşılaştırılmaz bile. Sözkonusu partinin bir şiddet eylemi veya terör örgütü yok, buna rağmen parlamento içinde maruz bırakıldığı izolasyonla komisyonlarda ve başkan vekillikleri gibi haklarından mahrum bırakılması nihayetinde bir demokrasi tecrübesi içinde sınırların nereye kadar genişletilebildiği veya daraltılabildiğine dair ilginç bir örnek. Bugün Almanya uzun zamandır yaşamadığı bir ekonomik krizle karşı karşıya. Bütçe dengeleri tutturulamıyor. Bir vesileyle bugünlerde yolumuzun düştüğü Almanya'da birçok alanda yaşanan grevlerin günlük hayatın aksamasına yol açtığını hemen görebiliyoruz. Dillere destan sağlık sektöründe görevlilerin öngörülen maaş zammını yeterli görmedikleri için başlattıkları grevler dolayısıyla hastanelerde sağlık hizmetlerinde ciddi aksamalar yaşanıyor. Enflasyon belki Almanya'nın yıllardır hiç görmediği seviyelere çıkmış olduğu halde orantılı bir maaş artışının yapılmıyor olması, bu konuda ilk defa bir bütçe açığının yaşanması, aynı günlerde Almanya'nın İsrail'e ilan ettiği koşulsuz maddi ve manevi desteğin daha fazla sorgulanmasına da yol açıyor. Almanya'da devlet aslında İsrail aleyhine olacak her türlü gelişmeye, tavra, kamuoyu gelişimine karşı olabildiğince duyarlı. Binlerce çocuğun göz göre göre bombalanarak katledildiği Gazze'ye destek mitingleri İsrail aleyhtarlığı sergileniyor diye türlü bahanelerle engellenmeye çalışılıyor. Neticede izin verilen gösterilerde bile İsrail'i soykırımcılıkla suçlayan, İsrail'e nefret aşılayan sloganların veya pankartların taşınmamasını şart koşuyor. Bu konuda sergilenen hassasiyet giderek paranoyakça bir İsrail'den fazla İsrailciliğe dönüşmüş durumda. Gerçekten de İsrail'de devleti eleştiren, Netanhayu hükümetini bütün bu süreçten sorumlu tutanlar, gösterilerini ve protestolarını Almanya'daki vatandaşlardan daha rahat yapabiliyorlar.
On üçüncü seçim yenilgisinden sonra bile “Ben Kemal, gitmiyorum!” diyen Mister Kılıçdarson, en sonunda gitti. -Artık “taşınamaz” hale gelmişti. Selvi Hanım “seçimlerin öncesinde çektiği mutfak videolarını” gerekçe gösterip, Kemal Bey'i mutfak nöbetine yazabilir! HANÇER YARASI Kemal Kılıçdarson'un “Sırtımdaki hançerler ile seçime gitmek zorunda kaldım!” lafı kurultaya damga vurdu. Öncelikle, Akşener'e taş atsa da... O cümlesinde, içeriden vurulduğunu ima ediyordu! Özgür Özel “Üzerime alınmıyorum. CHP'de hançer yok. Hançerleyecek hiç kimse yok!” dese de, aslında tersinden arka planda yaşananı dillendirmiş oldu. FETÖ'nün Baykal'a yönelik kaset operasyonuyla CHP'nin başına getirilen Mister Kemal, “içeriden hançerlenerek” evine gönderildi. -Kaderin cilvesidir. Siyasette “kılıçla veya hançerle gelen yine kılıçla ya da hançerle” gider! Baykal'ın gitmek zorunda kalacağını kasetten aylarca evvel (Kasım 2009'da) Frankfurt Kempinski Otelde öğrenmişti. Orada yaşadığı fevkalade enteresan sahneleri hiçbir zaman anlatmayacağına kuşku yoktur. Kılıçdarson, çaresizce girdiği ikinci tur oylamada yenileceği kesinleştiğinde, sonuç ilan edilmeden kurultay salonunu terk edip evinin yolunu tuttu... Yolda, 14 yıl önceki “Frankfurt'ta Bir Kasım Sabahı”nı hatırlamış mıdır, acaba? “MEKÂNIN SAHİBİ” CHP'nin yeni Genel Başkanı Özgür Özel, tahminlerin aksine “Beklenmeyeni Bekleyin” kehanetini gerçekleştirdi. Kurultaylar Partisi'ndeki son seçimin çarpıcı sonucu... Delegelerin çoğunluğunun hayli geç olsa da; Kemalbank'ın “çok kaybettiren banka” özelliğini kavradığını gösteriyor! Durumu, Kemalci Mudilik'ten dolayı “kavramakta zorlananlar için” ise... Klasik “balya indirme” yönteminin devreye girdiğine dair ziyadesiyle iddia var! Mister Özel'in arkasındaki Hususi İmamson Karargâhı... Kemal Bey'in “kurultayı zorlanarak bile olsa kazanacağı” yolundaki ezici ekseriyete sahip beklentiyi bozmadı. Bunu özellikle yaptıkları anlaşılıyor! -Neticede, stratejileri tuttu. Kurultay'ın “Divan Başkanı” Ekrem İmamson “Mekânın Sahibi” gibiydi. Kemal Bey, onu divan başkanlığına önerdiğinde; bu atraksiyonunun neticeyi Özel lehine çevirebilecek “tersinden bir işaret fişeği” olduğu hissediliyordu. “EMANETÇİ” ECZACI
Türkler olarak 100.sene-i devriyesini idrak ettiğimiz Cumhûriyet geçen asrın başlarında kuruldu. Kesin olan doğrultusu, milleti medenî bir eksende inşâ etmek azim ve kararlığıydı. Bunun referans kümesi ise Batı'ydı. Ama bu Batı'nın toptan kabûlü değildi. Kuruluş süreçleri bir dizi arındırma faaliyetini içeriyordu. Bir defâ Batı, emperyalist tortusundan ve bâzı kültürel unsurlarından arındırılıyordu. (Batı'ya rağmen Batılılaşmak) İkinci arındırma ise Osmanlı geçmişinin toptan reddiydi. Doğan kültürel boşluk folk dünyânın değerleriyle doldurulmak isteniyordu. Halkçılık tam da bunu ifâde ediyordu. Kültürel düzlemde, kendi sâhiciliği üzerinden belki hoşluk taşıyan; lâkin her şekilde işlenmeye muhtaç görülen yerli kaynaklar ile hâriçten devşirilmiş Batı değerlerinin bir sentezi, Cumhûriyetin üzerine yükseleceği temel sütunu ifâde ediyordu. Merak buyurulmasın; niyetim bunun doğru veyâ yanlış olmasıyla; başarılıp başarılamadığı ile alâkalı seviyesiz tartışmalara girmek değil. Benim için mühim olan, temel referans çevresinin medeniyet iddiasına mündemiç olmasıdır. Cumhûriyeti saygıdeğer yapan da bu doğrultusudur. Medeniyet her zaman için dinlenmeye değer bir kavramdır. Medeniyet vurgusunun yapıldığı yerde, Medenî İnsan'ın ( Homo Civicus), Kültürel İnsan ( Homo Cullturalis )olmaklığımızdan gelen sorunları çözmeye namzet olduğu anlaşılır. Medenî durum, kültürel durumlardan farklıdır. Aradaki farklılık, bidâyette bir sıcaklık-soğutulmuşluk farkı olarak basitleştirilebilir. Kültürel durumlar pathos temellidir. Bunun pratik karşılığı ise her bir kültürel durumun kendi yüksek harâretli fırınlarında patetik-duygusal durumlar üretmesidir. Topluluk bağları tam da bu patetik vasatta kendi ethos'unu bulur. Kendi lisânımıza aktaracak olursak bu hâller iyisi ve kötüsüyle âdemiyet hâllerimizdir. Kendi içinde zengin bir çeşitliliğe sâhip olan ve topluluk içinde yakınlaşmalara giden yolları döşer; felâha, selâmete elverir. Mesele, farklı kültürlerin karşılaşmasından, aykırılaşmasından doğan gerilimlerde başgösterir. Kıt kaynakların hâkim olduğu, içinde zırâi -göçebe yapıların hüküm sürdüğü uzun zamanlarda bu karşılaşmalar son derecede risklidir. Bahsedilen riskin en çarpıcı çıktılarından birisi de, kültürel toplulukları içine kapatan, hâricî kültürelere karşı bileyen kan dâvâlarıdır (vandetta). Neticede kaosun doğduğu ve kazananın olmadığı felâketli vaziyetlerdir bunlar. İşte tam da bu merhâlelerde, içinde kendi aklını (logos) taşıyan bir medenî müdahale gelirse meseleler hâl yoluna girer. Medenî insanın (Homo Civicus) duruma vaziyet ettiği bir selâmete, felâha ulaşılabilir. Medenî durumun aklı kültürel akılcılaştırmalardan farklı işler. Moda tâbirle ifâde edecek olursa bir üst akıldır o. Vasatı soğutur. Elindeki en büyük âlet ise, kadim dünyâlarda olduğu üzere işlenmiş bir teopolitik veyâ modern dünyâda olduğu üzere ekonomipolitiktir. Kılıç ve yasa her medenî durumun sadece simgelerini değil, maksimlerini verir. Sayısız müessese medeniyetlerin mühendisliği veyâ mimârisini inşâ eder. Bu hâli ve niteliği ile elbette her medeniyet sun'idir. Dramaturjik veyâ teatral muamelât paternleri bunu çok berrak ortaya koyar. Buna göre, Toynbee'nin de işâret ettiği üzere Osmanlı bir medeniyetti. Çünkü kan davâlarının cirit attığı bir büyük coğrafya olan Doğu Akdeniz'de, sâhip olduğu teopolitik araçları kullanarak barışı sağlamıştı(Pax Ottomana).
Meclis'in açılış gününün sabahı, İçişleri Bakanlığı'na saldıran iki teröristten biri kendisini patlattı, diğeri öldürüldü. Saldıranlar, PKK'lı canlı bombalar: -Sam Amca'sının vekil askerleri! Hep söylüyoruz: -Türkiye ABD ile adı konulmamış bir savaşta, Gizli Harp yaşıyor! Vaziyet, böyleyken... “ABD ile yeni dönem” ya da “ABD ile normalleşme başladı” gibi... İkide bir sahne aldırılan lafların hiçbir geçerliliği, hükmü yoktur. -Bu lakırdılar, bir nevi gözbağcılıktır. BİRLEŞİK TERÖR DEVLETİ Haydut Devlet ABD, bölgemizde ve dünyada terörün mühendisidir. Türkiye'ye yönelik terör saldırılarının tamamının perde arkasında ABD var... Dünden bugüne, bu hep böyledir. Vaktiyle, NATO'nun Gladio'su eliyle Türkiye'de PKK'yı inşa eden... PKK terör örgütünü Kuzey Irak'ta konuşlandıran... Suriye'nin kuzeyinde ise PKK'nın uzantısı olan YPG'li teröristleri yöneten ABD'nin ta kendisidir. 2015'ten bugüne, Türkiye'nin içeride ve sınır ötesindeki operasyonlarla PKK terörünü neredeyse bitirme noktasına gelmesi, ABD'yi çıldırtıyor! Tam da Meclis'in açıldığı gün... PKK'lı canlı bombaları üzerinden güç gösterisi yapmaya yeltendiler. Bu terör saldırısı, aynı zamanda... 14 ve 28 Mayıs seçim sonuçlarından dolayı büyük bir hayal kırıklığı yaşayan Sam Amca'nın tepkisini simgeliyor. Türkiye'de seçim sandığından çıkan milli iradeye, demokrasiye “Amerikan Usulü” tepki! Destek verdikleri Ermeni çetelerinin Karabağ'daki son yenilgisini müteakip... Bölgedeki sinsi planlarının çökmesini de, buraya ekleyelim. Ne oldu? Haydut ABD, PKK'sının eliyle... Başkent Ankara'nın göbeğinde... Güç gösterisine kalkıştı, Türkiye'ye gözdağı vermeye yeltendi... -Neticede, hak ettiği cevabı aldı! NATO KAFA, NATO MERMER Bir de “Terör Sevici” İsveç var. PKK'lı ve FETÖ'cü hainleri itina ile himaye eden İsveç devleti! NATO üyesi olabilmek için... Türkiye'ye muhtaçlar! Stockholm, Ankara ile yaptığı malum mutabakatın gereklerini bir türlü yerine getirmediği halde... TBMM'den üyelik için onay bekliyor! Türkiye'nin iadesini talep ettiği PKK'lı ve FETÖ'cüleri vermediler... Stockholm'de Türkiye'yi hedef alan PKK eylemleri gırla gidiyor.
Bu video 10/04/2016 tarihinde yayınlanan “Meşru Siyaset ve Makyavelist Politikacılar” isimli bamtelinden alınmıştır. Tamamı burada: https://www.herkul.org/bamteli/bamtel... İsterlerse çarmıhlar hazırlasınlar; gayr-i meşru siyasetten ve makyavelist şerirlerden Allah'a sığınıp yolumuza devam edeceğiz!.. *Bu hadise bizim adalet ve hakkaniyet felsefemizin menkıbeleşmiş şeklidir. Biz buyduk. Bizi böyle olmaktan çıkaran, bizi şahıs, toplum ve millet deformasyonuna uğratan, küfre ait evsafı Müslümanlıkla karıştırıp çorba yapan, her şeyi karmakarışık hale getirip ciddi bir dejenerasyona sebebiyet veren gayr-i meşru siyaset olmuştur. Hazreti Üstad da “Eûzü billahi mine'ş-şeytâni ve's-siyâseti – Şeytandan ve siyasetten Allah'a sığınırım.” diyerek işte o makyavelist siyaseti zemmetmiştir. *Cenâb-ı Hak, ferden, cemaaten ve milleten Raşit Halifeler'in yolunda yürümeye bizleri muvaffak eylesin. Yürüdüğünüz yol budur. Hiçbir şeyden endişe etmeyin Allah'ın izni ve inayetiyle. İsterlerse sizi çarmıhlara gersinler; isterlerse Ashab-ı Uhdud'un yaptığı gibi paramparça etsinler, çukurlara atsınlar, üzerinize diri diri toprak salsınlar!.. Yürüdüğünüz yolun doğruluğundan eminseniz -Emin misiniz?!.- hiç tereddüt etmeden, dine ve insanlığa hizmet etmeye bakın!.. *Birleri nasıl binler yaparız? İslam'ın bu güzel çehresini bütün dünyaya nasıl duyururuz? İnsanlığı muhtaç olduğu o hakikatle nasıl buluştururuz? Nasıl bütün gönüllere su serpmiş ve herkesi serinletmiş oluruz? İslam kevserini âleme nasıl içirmiş oluruz? İslam'ı gerçek ruhuyla bilmeyen, onu IŞİD'de okuyan, en-Nusra'da okuyan, Boko Haram'da okuyan, el-Kaide'de okuyan, Murabıtîn'de okuyan kimselerdeki yanlış telakkileri nasıl değiştirir; onun gerçek Muhammedî yüzünü, Ebu Bekrî yüzünü, Ömerî yüzünü, Osmanî yüzünü, Aliyyî yüzünü nasıl gösteririz? Sevilmesi gerekli olan bu ilahî sistemi, bu Allah vaz'ını insanlara nasıl sevdiririz? Neticede bazıları kabul eder, bazıları sempatiyle bakar, bazıları dost olur, bazıları ilişmemeyi şiar edinir. Böylece dünya huzur ve sükûnu teessüs eder Allah'ın izni ve inayetiyle. İşte sizi bekleyen budur ve üzerinde yoğunlaşmanız gerekli olan hususlar da bunlardır.
Futbolun hiçbir zaman futboldan ibaret olmadığını biliyoruz. Oyun boyutuyla, ortaya konulan performansıyla kendi iç dinamiği, grameri, kuralları ve gerçekleştirimi var elbet. Neticede “iyi olan kazansın” dediğimizde bile biraz da oyunun kendisinin, oynayanlardan bağımsız olarak, kazanmış olmasını peşinen kabullenmiş oluyoruz -kalitesiyle, güzelliğiyle, performansıyla oyunun. Ne var ki, futbol sadece futbol olarak kalmayınca oyun da sadece oyun olarak kalmamış oluyor. Futbol bütün bir şehir halkını, sonra ülke halkını oyunun içine çeken yanıyla siyasallaşmadan kalması mümkün değil ki, bir noktadan sonra bu özelliği keşfedilerek birlik, beraberlik, bütünlük için bir vesile olarak değerlendirilmekten geri durmamıştır. Yirminci yüzyılda futbol her kademede, dünya gerçekleri nereye akarsa aksın, bütün unsurlarıyla paralel bir evren oluşturacak şekilde bambaşka bir alem olarak yaşanıyor. Sevinçleri, hüzünleri, dostlukları, düşmanlıkları için kendi sebepleri kendi dinamikleri olan bir alem. Yine de bu alemin ilk ortaya çıkış sebeplerinin siyasal olduğunu unutmamak gerekiyor. Kimi onu kitlelerini oyalamak için kullanmak istedi, kimi toplumu birleştirecek bir harç olarak, kimi kendini başkalarından ayıracak bir kimlik sınırı olarak. Her ne için kullanıldıysa, kullananlar sahneden çekilse de futbol kaldı ve neticesinde futbolun bir oyun olarak özerk varlığı daha da kazandı. Uzun ve çetrefil bir hikâye tabi. Bugünlerde Katar'da gerçekleşecek Dünya Kupası maçları dolayısıyla futbolun siyasallaşmasının farklı bir örneğini de yaşıyoruz. Aslında Dünya kupası tam da savaşlardan, çatışmalardan, birbirine yabancılaşmadan, mesafelerden mustarip dünyamıza bir barış ve tanışma vesilesi olarak düşünülmüş devasa bir organizasyon. Bu organizasyonla dünya halkları başka hiçbir vesileyle olmayacak kadar birbiriyle tanışma fırsatı buluyor. Tabi birbirlerine karşı mevcut dostluklarını ve husumetlerini sergileme imkanı da bulmuş oluyor ama futbolun bunu centilmence gerçekleştirme yolu olarak her durumda barışa, tanışmaya, kaynaşmaya vesile olarak düşünülüyor. Bu ay içinde oynanmaya başlanacak 2022 Dünya Kupasının bir özelliği ilk defa bir İslam ülkesinin ev sahipliğinde gerçekleşecek olması. 2010 yılında verilmiş olan bu karar dolayısıyla Katar 12 yıldır inanılmaz bir hazırlık yapıyor. Dünya kupası organizasyonu için Katar'ın şehir altyapısı bu süre içinde adeta yeniden oluşturuldu, inşa edildi. Dünyaya mahcup olmamak, bu işi yüzünün akıyla gerçekleştirmek üzere çok titiz bir çalışma yürütüldü. Katar Emiri Şeyh Temim bin
ÇKP'nin son kritik toplantısında çok mühim açıklamalar yapıldı. Çin, reel mânâda dünyânın en büyük üretim gücü olarak kapanma karârı aldığını dünyâya duyurdu. Bunu mutlak olarak değerlen-dirmemek gerekir. Elbette Çin'in Asya'dan Afrika'ya, Lâtin Amerika'ya kadar yatırımları topyekûn durmuş değil. Ama sınırlandığı çok açık. Çin'in resmî siyâsetleri bundan sonra, “içeride”, Çin toplumunun kalkınma süreçlerinden etkilenen, bâzen uçurum seviyesindeki dengesizlikleri tâmir etmeye mâtuf şekillenecek. Hoş, Tek Yol Tek Kuşak açılımının kilit noktalarında ortaya çıkan huzursuzluklar, çatışma ve savaşlar da bunu tetikliyor. Neticede, 2019 Krizi, pandemi, dünyânın GSMH'sindeki azalmalar, enerji piyasalarındaki daralmalar ve tedârik zincirindeki istikrarsızlıklar üst üste geliyor. Çin bunlarla savaşmıyor. Durumu kabûl edip, içine kapanıyor. Bu kapanmanın üç temel çıktısı var. Çin bundan sonrası için ilk olarak iç tüketimini merkeze koyuyor ve toplumsal eşitsizlikleri gidermeyi amaçlıyor. İkinci olarak ordusunu güçlendirecek adımları atacağını söylüyor. Üçüncü olarak ise teknoloji yoğunluklu yatırımlarını yoğunlaştıracağını belirtiyor. Aslında bu manzaranın, 2008 Krizi sonrasında ortaya çıkan manzaradan kökten farklı olduğunu iddia edebiliriz. 2008 Krizi sonrasında, ekonomiler düşüşe geçmiş, çok sayıda şirket batmanın eşiğine gelmişti. Finans çevreleri onları yüzdürmek, yaşatmak için olağanüstü bir parasal genişlemeye (qe) gitmişti. Bu karârın, Batı açısından, üretimi canlandıracak ümitvar bir tarafı yoktu. Yapılan, âdeta pansuman tedâvi gibi bir şeydi. Yoğun bakım ünitesindeki ümitsiz hastaları sun'i bir bakım yapıp yaşatmak gibi bir şeydi bu. Tam bu esnâda Çin devreye girdi. Onlar da parasal bir genişlemeye gittiler. Ama bankaları eş anlı olarak kaynaklarını hem üreticilere hem de tüketicilere aktarmasını zorunlu kıldılar. Yâni, hem arz hem de tâlebi kışkırtacak bir atılım yaptılar. Çin ekonomisi tekmil dünyâdan, çok yüksek hacimlerde enerji ve hammadde talebinde bulundu. Meselâ daralan Avustralya ekonomisi mineral yakıtlar başta olmak üzere çok sayıdaki hammaddeyi Çin'e ihraç etmeye başladı. Benzer olarak Şili'nin o meşhûr bakır yataklarını Çin kapattı. Rusya'da Putin'i başarılı kılan da, Almanya ve Çin'in başını çektiği enerji kaynaklarına dönük yoğun talepti. Çin'in yaptığı bir bakıma dünyâ ekonomisinin yeniden canlandırılmasıydı. Bu sûretle daralan ekonomi küresel mânâda nefes almaya başladı. Parasal genişlemenin Batı'da bir karşılığı olmamış, üretime dönüşmemiş; istihdam genişlemesine yol açmamıştı. Ama Çin'de, tam aksine, bir şekilde karşılık bulmuştu. Ama Çin'in de bir sorunu vardı. Bir aşamadan sonra üretimi, başta konut olmak üzere, çeşitli alt yapı sektörlerine kaydı. Kaynaklar, kentsel ekonomi (urban economics) denilen müteahhitlik temelindeki sektörlere kaydı. (Türkiye de bu sıçramadan nasibini aldı Hatırlayalım, bir zamanlar, çok da doğru olarak krizin Türkiye'yi teğet geçtiğini, Çin'den sonra dünyânın ikinci büyük müteahhit ekonomisine sâhip olduğumuzu söyler dururduk). Çin, ilk kertede ekonomiyi zincirleme canlandıran bu faaliyetlerin orta vâdede verimsizlik doğurduğunu gördü. (Çin'deki satılamayan sayısız siteler, on binlerce konut üretilip kurulan, ama elde kalan ölü şehirleri hatırlayalım). Durumu gören Çin hızla sermâye ve teknoloji yoğunluklu yatırımları başlattı.
Abdülkadir Geylani – Fethur rabbânî, 1. Sohbet - KADERE İTİRAZ ETMEMEK “Kader başa geldiği zaman gönderene kafa tutmak, inancı öldürür, tevhid nurunu söndürür, tevekkül ve ihlâsı yok eder. Îman sahibinin kalbi, “niçin ve neden oldu” gibi sözleri bilmez. Belki “şundan veya bundan oldu” gibi yersiz lafları da dile getirmez. Bildiği tek şey vardır, o da; “Baş üstüne, hoş geldi, sefalar getirdi!” diye karşılamaktır. Nefis, tümüyle muhalefet safında durur. Durmadan niza çıkarır, daima karışıklık ister. Onun ıslahını dileyen, cihad ehli olsun. Ta şerrinden emin oluncaya kadar. O nefis, şer içinde şerdir. Onunla cihad edersen emin olabilirsin. Neticede göreceksin ki, hayır içinde hayır oluyor. Cihad devam ettiği müddetçe, onu her iyiliğe uyar bulursun. İbadetleri hoşlukla yapmaya koyulur. Ve bu uyarlık mükâfatı olarak şu ilâhî hitap ona gelir: “Ey mutmainne sakin, Hakk'a uyar nefis, Rabb'ine dön! O, senden razı; sen de O'ndan hoşnut olarak!” (el-Fecr, 89/27-29) “Sabırlı kulların mükâfatı bol ve hesapsız verilir.” (Zümer, 39/10) Sabırlı kulların bu âlemde çektiği cefa, O'nun gözünden kaçmaz. Siz, bir an olsun O'nun uğruna sabır yolunu tutun; yıllarca ecrini alırsınız. Zaten ömür boyunca “Kahraman” lakabıyla gezen, onu, bir anlık cesaret sonunda almıştır. Kalplerinizi ıslâh etmeye çalışın. Çünkü onun salâh bulması, bütün varlığın salâha ermesi sayılır. Bu mevzuda, Peygamber (s.a.v) Efendimiz'in şu hadîs-i şerifini anlatmak yerinde olur: “Ayık olun, insanda bir et parçası vardır. O iyi olunca, bütün duygular güzelleşir. O fesada uğrarsa bütün duygular iyiliğini kaybeder. İşte o et parçası ‘kalp'tir.” Kalbin salâhı; takva, tevekkül ve bütün işlerde ihlâs sahibi olmakla mümkündür. Fesadı ise; bunların yokluğu ile olur. Kalp, şu bünye kafesinde bir kuş gibidir. Ve bir şişe içinde saklı inciye benzer; hazinede gizli, muteber bir meta gibidir. Bakılacak şey, kafes değil, içindeki kuştur. İçindeki inciye bakılmalıdır, şişeye değil. Hazinedeki muteber nesne dururken, duvarına, kerpicine bakmak neye yarar.Ey cemaat! Allah yolunda olun. Sâlihler böyle yaptı da erdi. Siz Allah yolunda olursanız, O da size yardımcı olur. Sâlih kişiler, hak yolda böylece erdiler; bir an bile ilâhi yardım onlardan kesilmedi.Hak katından çıkacak kararların lehinize olmasını arzu ediyorsanız, O'nun itaatine koşun. O'nun yolunda sabırla devam edin. Yaptığı işlere boyun eğin. Hakk'ın hükmü ne olursa olsun, razı olun. Gerek size, gerekse başkasına bu yolda her ne ki geldi, uhdenize düşen razı olmaktır, teslim olmaktır. Tehlikede olduğunu görüyorum; acıyorum. Allah'a kul olduğunu iddia ediyorsun, ibadet ederken de kalbinde başkasını saklıyorsun. Hakiki mânada O'na kulluk etseydin, O'nda yok olurdun. O'nun varlığında erir, kaybolurdun. Tam îmana sahip olan, nefis şeytanına boyun eğmez. Şahsî arzularına uymaz. Aslında îman sahibi, nefis denen bir şeye hak tanımaz. Hakkı tanınmayan ve bilinmeyen bir varlığa nasıl boyun eğilir ki? Hele kötülüğü herkesçe müsellem olunca… Ey cemaat! Kadere uyun. Bu yolda hayli emek sarf eden Abdulkâdir'e dönün. Onun tuttuğu yolu siz de benimseyin. Kader, yolunda boynu eğiklerden olduğum için beni Kâdir'e Allah'a ulaştırdı.Geliniz, varlığımızı bir yana atarak O'na koşalım. Bu yolda biraz da perişanlık çekelim. Halk bizi rezil(!) görsün. Ne çıkar? Biraz zahmet çeksen, O'na vardıktan sonra hepsi geçip gider. İçimize ve dışımıza sultan kesilen nefsimizi Hak yoluna çevirelim. Cihan Şahı'nın elçisine başvuralım
CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu'nun baştan sona tuhaflıklarla dolu ABD ziyareti kendisi açısından talihsiz bir olaya dönüşmüş durumda. Kendisi açısından çok kötü planlanmış, hatta zamanlama ve münasebet açısından da kötü düşünülmüş bir ziyaret olduğu çok açık. O, kendisini böyle bir ziyarete ikna edip ziyaret esnasında bu kadar kötü duruma düşürmüş olanlara içten içe bileniyor olmalı. Hükümet çevreleriyle görüşmesi, bir muhalefet partisi lideri olarak zaten biraz zor olurdu ama en azından bir sürü düşünce kuruluşu, bir sürü sivil toplum kuruluşuyla ve daha kalabalık Türk topluluklarıyla biraraya gelebilirdi. Neticede milletvekili ve başkanlık seçimlerinde oy verecek önemli sayıda Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarından oluşan topluluklar bulunuyor ABD'de. Onlarla seçim vizyonunu ortaya koymak için toplantı mutattan sayılırdı ve bundan dolayı kimse onu eleştiremezdi de aslında. ABD'li politikacı arayışıyla, Türkler arasında bulamadığı meşru icazeti en olmadık ABD politikacıları nezdinde aramaktan çok daha anlamlı ve kabul edilebilir bir iş yapmış olurdu. Ama işin organizasyonunu yapanlar bunu bile yapamadılar. Bırakın bütün bunları bir solcu ABD siyasetçisi Bernie Sanders ile bile önceden planlanmış görüşmenin iptal edilmesinin önüne geçemediler. Bu da yetmiyor alınmış uçak bileti iptal edilerek ve gazeteciler atlanarak düzenlenmiş 8 saatlik bir yolculuğun hikayesi zaten talihsiz geçen bütün gezinin ana hikayesine dönüşmüş oldu. 8 saat gözden kaybolmanın bir habere dönüşmesi ve basına sızdırılması ise işin Kılıçdaroğlu'nu daha fazla ilgilendirmesi gereken yönü. İçerde kendisine karşı ciddi bir komplo mekanizmasının çalıştığı, kendisini itibarsızlaştırma yönünde ciddi bir çalışmanın olduğunu gösteriyor bütün bu olanlar. Adaylık konusunda bir türlü ikna edemediği altılı masa arkadaşlarından daha önemli bir sorunun kendi partisinin içinde olduğu anlaşılıyor. Bunu Kılıçdaroğlu hesap etsin dursun artık. Şimdi herkes haklı olarak ABD'de kaybolduğu bu 8 saatin hesabını soruyor ve Kılıçdaroğlu'nun açıklama çalışmalarına itibar etmiyor ya? O ne derse onun kayboluşuna atfedilecek bir sürü senaryo giriyor devreye. Bir arkadaş daha önce benzer durumlar için anlatmış olduğum bir hikâyeyi hatırlattı bana. Belki Kılıçdaroğlu'nun kendini ifade etmesine bir faydası olur bu hikâyenin. Bu kadarlık bir destek de bizden olsun: Bazen gözümüzün önündeki gerçekleri görebilmek için aradan teorilerimizi, kavramlarımızı hatta geçmiş tecrübelerden edindiğimiz intibalarımızı bir kenara bırakmamız gerekebilir. Çünkü çoğu kez gerçekleri görmemizi engelleyen bu açıklayıcı teorilerimizden ve kavramlarımızdan başkası değildir. Bunlar gerçeklikle gözümüzün arasına bir perde gibi girer, gördüğümüzü bize başka türlü gösterir. Hani farklı branşlardan bir grup sosyal bilimci Erzurum'a, sahada sosyal bilim yapmak üzere gitmiş ya! Gördükleri talimin bir gereği olarak herkes karşılaştığı herşeye kendi bilim disiplini içinde öğrendiği ve ezberlediği teorilerden yola çıkarak açıklama yapacaktır. Soğuk bir Erzurum kış günü. Dışarıda kar, kış, kıyamet. Bizim sosyal bilimciler bacası tüten bir eve kapağı atarlar. Ev sahibi buyur eder, girerler. Girer girmez hepsinin dikkatini çeken ilk şey. Ortada bir soba var ve soba, altına dayanaklar yapılarak oldukça yükseğe kurulmuş. Azıcık ısınır ısınmaz hepsi de birden dikkatlerini çeken bu tuhaf durumu dile getirip kendilerince bunun açıklamasına girişirler. Durum tuhaf çünkü sobanın yükseltilmesinin yol açtığı ısı kaybı herkesin bildiği bir şey.
T oplum hayatında biri görünür yerde bir acayiplik yaptığında, bütün toplum işi gücü bırakıp o acayipliği konuşuyorsa, o acayipliği yapan kişi mi daha acayiptir, yoksa o acayipliği gündeminin baş köşesine koyan toplum mu daha acayiptir? Eski medya bir şekilde matah olsun ya da olmasın farklılığı olan insanları vitrine çıkarıyordu. Şimdi herkesin elindeki ekran üzerinden kendini dünyaya açabildiği bir zamanı yaşıyoruz. Sıradanlar arasında bazı sıradanlar öne çıkıp popüler oluyor. Ev hanımının kendi gibi bir ev hanımını, ergenin bir ergeni, öğrencinin kendi gibi bir öğrenciyi, bir şeyin fanı olan birinin o şeyin fanı olan başka birilerini izlediği bir medya ortamı var bugün. Sıradanın sıradanı izlemesi bir yerden sonra eğlenceli olmuyor tabiatıyla. O kritik eşiğe gelindiğinde izlendiğinin farkında olan sıradanın ufak ufak acayipleşmeye, acayipleşerek kendi üzerindeki ilgiyi sürdürmeye çalıştığını görüyoruz. Bütün bunlar kitle ölçeğinde olmayan nispeten küçük gruplaşmaların içinde yaşandığından, aynı anda pek çok acayipleşme performansı malum ortamların akışı içinde kendini göstermeye başlıyor. Bunların en acayip acayipleşenleri öne çıkarak toplum hayatında da kendinden söz ettirebiliyor. Bunu başaranlara bir nevi fenomenlik nişanı takılıyor, başarıları kabul ediliyor, toplumsal başat kişilikler arasına kayıtları yapılıyor. Fenomenlerin gurme olanları var, güya kitap kurdu olanları var, dijital oyun sihirbazı olanları var, kozmik bilinç satıcıları var, hakikat sırları bende diyenleri var, uçuk kaçık komplo üfürücüleri var, ona buna sataşarak fan toplayanları var, hatta ne yaptığı, neden bahsettiği tam olarak anlaşılamayanları var. Ortak noktaları bol takipçileri, beğeni puanları, hayran kitleleri olması... Yakından bakınca kimin neye hayran olduğu, hayran olunanın ne olduğu anlaşılamıyor pek, o ayrı konu. Günümüzde üniversitelere, festivallere, kitap fuarlarına, tv programlarına, içinden çıktıklarına benzer güya bağımsız ama takipçi-beğen bağımlısı video mecralarına bu fenomenler itibarlı konuk statüsünde çağırılıyor. Kitap fuarlarında bilindik kimi yazarlarınkine nazaran minimum on kat, yirmi kat uzunlukta imza kuyrukları oluşuyor masalarının önünde. Ne imzalıyorlar? Kitaplarını! Hayır, bilindik yazarların on katı, yirmi katı fazla satan kitaplarını demeliydim. Kendisi de yazan, kitaplar yayınlayan birinden gelince, çok hasetli, kıskanç cümleler gibi mi duruyor bu cümleler? Fenomenlik nişanı bulunanlar, kendilerine yöneltilen eleştirileri bu argümanla karşılıyor. Doğrusu ömrünü yazmaya çizmeye harcamış herhangi bir yazar için ulaşılmaz tirajları var fenomen türetimi bu kitapların. Beğeni-takip işlerine hiç girmiyorum, orada rekabet zaten imkansız. Ne diyelim, çoğunluk olan haklıdır mı diyelim? Neticede onların argümanlarının alkışlayanı daha çok! Seksenli yılların ortalarından itibaren medyanın az ya da çok içindeyim. Şunu biliyorum; son elli yıldır medya ve kültür konusunda daha iyiyi yapma çabasının cezalandırıldığı bir ülke burası... Daha iyi yayının daha az sattığına, niteliğe önem verenin yaya kaldığına, kalitede ısrar edenin tez zamanda battığına defalarca şahit oldum. Artistlikten kaçanı ve işini ciddiyetle yapmaya çalışanı kalabalıklar sevmiyor, bu milyon ispatlı bir gerçek! Tutunan kendi yağıyla kavrulabildiği kadar ayakta kalıyor, sonra düşüyor. Ciddi işin takipçisi de en fazla tekerleği döndürecek kadar, daha fazlası değil! Özeleştiri gerektiren durumlar da var elbette bu noktada, ancak sıra oraya gelmiyor, gelemiyor ki! Acayip'in sıradanın içinden çıkarıp kamuya sunduğu herhangi bir acayiplikle kolayca gündem olabildiği bu yerde, mesela ömrünü kitaplar arasında geçirmiş sağlam bir münevverin sesini küçük bir ilgili halkasının ötesine, daha geniş kitlelere ulaştırabilmesinin neredeyse hiçbir yolu, imkanı, mecraı yok maalesef. O kişi ciddiyeti bir yana bırakıp kendisini fenomenlerin dünyasına koyvermedikçe!
Akademik hayat kendi içinde bir dünya, bir alem. Bu alemde yaşayanların tamamının birbirine dost olmasını elbette kimse beklemez. Ama hakikat sevgisi ve arayışı dolayısıyla toplanmış olanların birbirleriyle de daha fazla dostluk oluşturması beklenir. Başka alemlerde, mesela insanların kendi çıkarlarını aradığı ticari veya siyasi alemlerde insanların kıyasıya birbirleriyle rekabet etmeleri ve bu esnada hakiki dostlukların oluşmaması doğal karşılanır. Neticede çıkarlar çok kolay çatışır ve herkes kendi çıkarını düşündükçe başkalarına yakınlaşmak, güvenmek, samimi olmak, dost olmak değil, güvenmemek, mesafeli olmak, çıkarlar devam ettikçe dost görünmek esas olur. Oysa akademik hayat, tabiatı itibariyle bilgiyi ve hakikati arayan, onu seven insanların hayatı olarak, dostluğu hem daha fazla gerektirir hem daha fazla yeşertir. Bununla birlikte çoğu kez akademik hayatta görülen rekabet siyaset ve ticarette görülenden daha çetin, daha kırıcı ve kıyıcı olabiliyor. Hakikat sevgisi ortaklığı insanları dost kılmak bir yana birbirlerine karşı kıskançlıkları, çekememezlikleri ve entrikaları daha da fazla harekete geçirebiliyor. Bu durumun bilimsel alanda olmayan, tamamen yükselme, diploma derecelerini alma, kadro temini veya yöneticilik gibi hususlarda yaşananları ayrı bir konu tabii. Kısıtlı bir kadroya atanma hususunda olabildiğince samimi dostların birbirine düşmesi, birbirlerinin ayağını kaydırmaya çalışması en tipik örneklerden. Ya bir akademik kadroya atanmak için akademisyenler arasında cereyan eden yarış ve rekabet dostlar arasına bir kılçık gibi girer ve çoğu kez akademisyenlerin birbirlerine karşı akademi dışı duygu ve davranışlarını harekete geçirir. Çoğu kez de akademisyenlerin akademik birim yöneticiliklerine olan tuhaf ilgi ve rağbetleri de bilim aşkı uğruna katlanılan çabaların önüne geçer. Açıktır ki akademik hayatta yöneticilik çok istisnai örnekler dışında bilimsel-akademik aktiviteyi bitirir. Şu ana kadar bir şekilde gerçeklemiş olan bilgiye olan sevgiyi-dostluğu da iyice soğutur. Hele akademisyenlerin bu yöneticilik kadroları dolayısıyla birbirleriyle rekabeti kendi aralarında ne dostluk bırakır ne samimiyet. Bu tür örnekler kabul edelim ki akademiyi epeyce yıpratıyor, aşındırıyor. Birbirlerini yanlışlamaya çalışan akademisyenler hakkında Karl Popper'in bahsettiği türden bir üretime yol açması genellikle çok nadirdir. Yani birini kıskandığı için veya ona karşı bir rekabet duygusu hissettiği için meslektaşının bilimsel tezlerine eleştirel bir bakışla yanlışlamaya çalışmak çok istisnai bir örnektir. Bu durumda bile bizde daha tipik olan davranış, kıskandığı, çekemediği veya husumet beslediği akademisyeni görmezden gelmek, ona hiç değinmemek, onun çalışmalarıyla hiç ilgilenmemektir. Başka ülkelerde farklı örnekler çoktur ama Türkiye'de bir akademisyen beğenmediği başka bir akademisyenin çalışmalarıyla ilgileniyorsa itirazlarını ve karşı tezlerini genellikle bilimsel bir düzeyde bırakmaz. İlgilendiği kişiyi akademik ortodoksiler veya siyasi-toplumsal ideolojiler nezdinde ihbar ve mahkûm etmek için yapar yapacağını. Bir akademisyenin görüşünü beğenmeyen bir akademisyen ona karşı bilimsel tezler üretmek yerine işin kolayına gidip o görüşün mevcut dini anlayışa veya resmi anlayışa nasıl bir sapma hatta ihanet oluşturduğunu iddia ederek ya belli bir ideolojik ve iktidar çevreyi linçe davet eder veya siyasi iktidarı kovuşturmaya. Din ilahiyatçıları veya seküler Kemalist ilahiyatçılar arasında benzer örnekleri bolca yaşıyoruz.
Bu video 16/10/2016 tarihinde yayınlanan " MEHDÎ, MESÎH VE KÂİNAT İMAMI (!)" isimli bamtelinden alınmıştır. Tamamı burada: https://www.herkul.org/bamteli/bamtel... Hem muvaffakiyetleri Hizmet erlerinden bilerek şirke düşüyor hem de rekabet hissiyle günahlara giriyorlar. Arkadaşlarım şahit, geçen gün de konuşurken, “Bakın bu yapılan meselelerin onda birini kendimize mal etmeyelim, Cenâb-ı Hak lütfetmeyince olmaz!” dedim. مَا شَاءَ اللهُ كَانَ، وَمَا لَمْ يَشَأْ لَمْ يَكُنْ (Allah neyin olmasını dilerse, o olur; O'nun dilemediği/olmamasını dilediği de olmaz.) Sabah-akşam, Efendimiz'in vird-i zebanıdır. Ve biz de onu okuyoruz. Ama bunu hiç okumamış olan insanlar, bilmeyebilirler. Sizin aklınıza -inşaallah- “Biz yaptık!” diye şirk işmâm eden bir laf gelmemiştir, inşâallah. İnşâallah gelmemiştir; gelmişse, istiğfar etmek lazım, tevbe etmek lazım. “Sen, bunları lütfettin.. Hepsi Sen'den, hepsi Sen'den!” Kur'an-ı Kerim'in dediği gibi; قُلْ كُلٌّ مِنْ عِنْدِ اللهِ “(Ey Rasûlüm) de ki: Hepsi Allah'tan.” (Nisa, 4/78) Şimdi, Allah'tan olan bu şeyleri, insanlar, bir kere şirke girerek, sizden bildiler. Tamamen siz yapıyorsunuz gibi görmekten dolayı, şirke girdiler. Biz, kendimizden bilince, nasıl kapalı bir şirke girme ihtimali var; onlar da sizden bilmek suretiyle farkına varmadan şirke giriyorlar. Birinci günahları, bu. İkincisi de, rekabete girdiler. Hazreti Yunus Emre adına değişik yerlerde lokaller açtılar, dil kursları açtılar. Bir yerde işin başındaki arkadaştan dinlemiştim; 19 tane mi 20 tane mi olmuştu? Onu çekemediler, aldılar işin başından; ismini söylemiyorum, aldılar; sonra 9'a mı ne düştü o. O da sadece 5-10 tane insana dil öğretme. Öyle değil; milyonlarca insana, bir yönüyle, kendi dilinizi sevdirme ve aynı zamanda “kendi dillerini ve başka dilleri, Almanca, İngilizce, Fransızca öğretmek suretiyle, onları “dünya insanı” haline getirme, kendi dünyaları adına. Ve orada kendini sevdirme, Allah'ın izni ve inayetiyle. Ricâl-i devletin çocukları oralara konacak şekilde bir câzibeye ulaştırma, Allah'ın izni ve inayetiyle. Nitekim bu mevzuda, çekemeyenlerden bir tanesi, geçenlerde diyor ki: “Ricâl-i devletin, bakanların çocuklarını da alıyorlar, orada okutuyorlar; gelecekte o çocuklar, babalarına karşı darbe yapsınlar diye!” Böyle bir mülahazanın bir kıymet-i harbiyesinin olup olmadığını “ahmaklara dair yazılmış kitaplar”da araştırmak lazım. Sözlüklerde, ansiklopedilerde bulamazsınız böyle bir şey. Evlatlarını bir okula koyacaklar; yetişsinler, onlara karşı darbe yapsınlar!.. Bence karşınızdaki mantık bu ise, esasen mantık adına iflas etmişler demektir. Öyleyse, o iflas etmişlik karşısında, zerre kadar tereddüde düşmeden, daha yiğitçe, Hamzavâri yürüyün!.. Yolunuz, Allah yolu; yolunuz açık olsun! Durmadan, dinlenmeden yürüyün!.. Neticede İnsanlığın İftihar Tablosu'na (sallallâhu aleyhi ve sellem) “ihlas” merdiveni ile, “rıza” merdiveni ile ulaşacaksınız. Cenâb-ı Hakk'ın cemâl-i bâ kemâlini müşahedeye ve O'nun tarafından “Ben, sizden râzıyım!” iltifatına mazhar olacaksınız.
Üzerinde güneş batmayan Büyük Britanya'nın 70 yıllık Kraliçesi II. Elizabeth 96 yaşında bu dünyadan yolcu edildiğinde, dünya aşağı yukarı şu ahvalde: Dünyanın üzerinde adeta bir 3. Dünya Savaşının habercileri dolaşıyor. Ortalık kızışıyor, ülkelerin liderleri yoğun bir diplomatik trafik içinde ülkelerinin pozisyonlarını belirlemeye, güçlendirmeye veya güvenli bir limana çekmeye çalışıyor. Rusya ve ABD'nin Ukrayna üzerinden bütün dünyayı etkileyen çatışması değil sadece. Bu çatışma yine bütün dünyayı pozisyon almaya zorluyor elbet, ama bunun da ötesinde bölgesel düzeyde küllenmiş ihtilaflar da alevleniyor, sıcak çatışmalara dönüşüyor. Tacikistan ve Kırgızistan arasındaki ihtilaf gibi. Üzerinden epey zaman ve göreli bir anlaşma geçmiş olan Azerbaycan-Ermenistan arasındaki ihtilaf ve Türkiye ile Yunanistan arasındaki müzmin ihtilaflar gibi. Bu ihtilafların daha global ihtilaflar içinde kendine yeni bir ittifak ekseni içinde bir fırsat arayışı olarak da çıktığı düşünülebilir. ABD Temsilciler Meclisi Başkanı Nancy Pelosi'nin bunca gaile içinde apar topar Ermenistan'a gidip son çatışmaya dair Ermenistan tarafıyla bir dayanışma sergilemesi, kim ne derse desin ABD'nin artık küresel bir aktör olma ağırlığını, ciddiyetini ve pozisyonunu tamamen kaybetmiş olduğunu gösteriyor sadece. Neticede orada en kötü ihtimalle bir ihtilaf vardır, ki aslında ABD'nin de eş-başkanlarından biri olduğu MINSK grubu da başından beri Ermenistan'ın Karabağ'da işgalci olduğunu kabul ediyor ve bu işgalin sonlanması gerektiğini prensipte kabul ediyordu. Nihayetinde bu işgal onların girişimiyle değil de Azerbaycan tarafından Türkiye'nin de desteğiyle sonlandırılmış olmasından duydukları rahatsızlığı gizleyememek gibi bir telaşları var. Türkiye'nin düşürdüğü külahlarının altından kelleri görünmüştür. YURTTA İKTİDARDA, DÜNYADA MUHALİF LİDER: ERDOĞAN Bu arada BM'nin Yıllık toplantısı esnasında ülke liderlerinden katılanların her biri kendi konumunu, derdini ve vizyonunu kürsüden bütün dünyaya anlatmaya çalıştı. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın konuşması önceki yıllarla tam bir bütünlük ve tutarlılık içinde, dünya siyasetinde kendine özgü bir çizgisi olan tek lider olduğunu gösteriyordu. Konuşması bu çizginin ve duruşun mükemmel bir ifadesi. Dünya barışına dair sadece eleştiride kalmayan kendi makul ve uygulanabilir çözümlerini de gösteren ve sadece lafta kalmayan, önerdiklerini yapmış, yapmakta olan bir ülkenin lideri olarak konuştu. Haklılığın verdiği özgüvenle, kendi ülkesinde güçlü iktidarın ama dünya siyasetinde muhalefetin temsilcisi gibi yüksek bir yerden seslenmiş oldu. Bu konuşmasının arka planında devam etmekte olan küresel ihtilafta en makul, en barış yanlısı ve barışa en çok katkıda bulunmuş biri olmanın hakkı ve gücü vardı. Savaş dolayısıyla bütün dünyayı etkileyen gıda krizini hafifleten tahıl koridorundaki anahtar rolü vardı. Bütün dünyanın bir sorunu ve sorumluluğu olan mülteci krizi meselesinde dünyada en insani tavrı takınmış olduğunu ispatlamış biri olmanın ahlaki konumu vardı. Bütün bu konularda tavsiyelerini yüksekten seslendirirken fiilen dünyanın en zengin ve en güçlü ülkelerinin, başta ABD'nin Türkiye'ye karşı teröristlerle işbirliğine tenezzül eden yaklaşımlarını da yüzlerine vurmaktan geri durmadı.
Dostluk insan olarak bu dünyada varlığımızı, misyonumuzu bilmek, anlamak, başka insanlarla olan ilişkilerimizin tabiatını kavramak için üzerinde düşünmemiz gereken bir ilişki biçimi. Aslında şu veya şekilde dostluklar kuruyoruz. Kime neden dost diyoruz, kime neden düşman? Kiminle hangi gerekçelerle dost kiminle hangi gerekçelerle hasım oluyoruz? Beraber vakit geçirmekten haz aldığımız insanlarla dostluğumuz mu var? Dostlarımız olmadığı halde insanlarla sırf aldığımız hazlarımızdan veya elde ettiğimiz çıkarlarımızdan dolayı ne kadar teşriki mesai yapıyoruz? Hangi insanlarla hangi tür ilişkilerimize ne kadar değer veriyoruz? Bunlara verdiğimiz cevaplar bizatihi bizim ne olduğumuzu ve istikametimizin ne olduğunu gösteriyor. Elbette hazza, çıkara veya erdeme dayalı dostluklar vardır ve bunlardan hangisini ne kadar tercih ettiğimiz insan olarak istikametimizi ve kalitemizi ortaya koyuyor. Neticede bu da tercihlerimizle ilgilidir.
Dikkât çekici bir kelime bu. Arapça'dan geliyor. Kökensel olarak bakıldığında bizde birey olarak karşılan “fert”ten türüyor. Birim, parça (ferd) gibi yan manâları var. Ama pratikte ve yaygın olarak, eğitim ve öğretim programı veyâ onun unsurlarıni ifâde ediyor. Son yirmi sene zarfında, Türkiye, eğitim ve öğretim kuruluşlarının alt yapısına hatırı sayılır bir yatırım yaptı. Eski, köhne okul binalarının yerini şık binalar aldı. Maddî alt yapı büyük ölçüde yenilendi. Sermâye de, aynı zaman zarfında eğitim ve öğretime eskiden olduğundan daha fazla alâka duydu. Özel okullaşma oranı şaşırtıcı şekilde büyüdü. Elbette onlar da maddî görünüm ve donanım hususunda birbirleriyle yarıştılar. Ortaya, görünüşüyle, Batı'dakilerle boy ölçüşecek çok şık ve çekici eğitim-öğretim kuruluşları çıktı. Bunu asla küçümsemediğimi hemen belirtmeliyim. Mesele, daha çok bu şık maddî vasatlara nasıl bir muhteva; dostum Millî Eğitim Bakanı Prof. Dr. Mahmut Özer'in kullandığı kavram ile, iklim kazandırılacağı ile alâkalı. Bu hususta hakikâten tam bir keşmekeşin hüküm sürdüğünü üzülerek görüyorum. Şuna hemen işâret etmeliyim ki, ana, ilk ve orta dereceli okulların meselelerini çok iyi bilmiyorum. Gördüklerim daha çok halâ bünyesinde bulunduğum üniversitelerle, onun da insan bilimleri kısmıyla alâkalı. Üniversitelerde gördüğüm en temel meselelerden birisi, bilgi aktarımında savruk ve yüzeyselleştirilmiş bir ansiklopedizmin yaygınlığı. Powerpoint ile sıkıştırılmış hâliyle, yüzeysel tarifler, sınıflandırmalar, diyagramlar havalarda uçuşuyor. Talebeler de, dersleri geçmek için bunları hummalı bir şekilde ezberliyor. Pek çok imtihan, biraz da talebe yoğunluğundan olsa gerek, çoktan seçmeli veyâ boşluk doldurmalı testler olarak yapılıyor. Powerpoint ve test imtihanları arasında geçen seneler sonunda diplomalar dağıtılıyor. Talebeler, bilgiyi içselleştirmek ve bunu ifâde etmeye dayalı bir tecrübeyi yaşamadan mezun oluyorlar. Bunun zıttında ise, interaktif, katılımcı ders yapan hocalar da var. Hakkını verenleri tenzihen ifâde etmeliyim ki, bunun daha çok ders anlatmaktan kaçan hoca tembelliğinden kaynaklandığını düşünüyorum. Dersin meselelerini, konularını talebelere taksim ediyorlar ve çoğunlukla kahve sohbetlerinin seviyesini aşmayan konuşmalarla dersler geçiştiriliyor. Hazırlanan sunumlar ise, çoklukla internetten devşirilmiş, kes-yapıştır tarzı peypırlar . Klâsik ders anlatan hocalarda da bir sorun var. Köklere inme ısrârı. Güncel ile târihsel olan arasında kurulan sakat bir ilişki bu. Evet, târihten kopuk, onun birikimlerinden soyutlanmış bir güncelciliğe tepki olarak ortaya çıkıyor. Ama başka bir savrulmaya yol açıyor. Neticede, her şeyin târihsel köklerine inmek adına, güncelden kopuk, geçmişte kaybolmaya yol açan bir geçmişçilik zuhur ediyor. Aslında bu iki aşırılık birbirini emziriyor. İlkini, yâni güncelci (aktüalizm) yaklaşımı Anglosakson gelenekle ilişkilendirebiliriz. Bu, know-how'cı bir gelenek. “Lâfı uzatmayı” sevmiyor. Bilgiyi işe yararlılıkla ölçüyor. Pratik yarardan kopuk bilgilenmeyi dışlıyor. Kıt'a Avrupası geleneği ise tam aksine, know what ilkesinden hareket ediyor. Köklere, derinliklere inmeyi(târihçilik), yüksek seviyeli soyutlamalar yapmayı(felsefecilik) seviyor. İlki evvelâ bakıyor, daha sonra düşünüyor. Diğeri ise evvelâ düşünüyor sonra, düşünmenin şehvetine kapılmayıp, lûtfederse bakıyor. Aradaki fark, Homo Artifex ile Homo Sapiens farkı.. Her ikisi de riskli. İlki, kısa vâdede pratik başarı ve avantajlar elde ediyor. Ama zaman içinde kavrayışsız ve giderek yüzeyselleşen bir bilgilenmenin faturasını ödüyor. Diğeri ise soyutlamalarının ve derinliklerinin içinde somut gerçeklerden kopuyor. (W.Mills bu aşırılıkları daha 1950'lerde görmüştü).
Ekonomiyi iyi bilen bir ahbabım, bir defâsında bana, biraz da muzip bir edayla, “Ekonomi dediğin , sağından bak arz; solundan bak taleptir” demişti. Derinlikler, çok defâ basit gibi görünen bir şeylerin içinden gelir. Bu, basit; lâkin derinlikli ifâdeyi zaman içinde anladığımı zannediyorum. Modern dünyâya her boyutuyla şekil veren kapitalizm de, kendisini üretim ve tüketim aksında ortaya koyar. Üretim ve tüketim kavramları, arz ve talebin bir başka yüzüdür. Lâkin burada bir ince meseleye dikkât etmek gerekir. Üretim ve tüketim sâdece kapitalizme has değildir. Târih, tekmil, bir üretim ve tüketim târihidir. Kapitalizme has olan hâdisenin, bu ikisi arasındaki dengesizliği akıl almaz bir şekilde derinleştirmek ve içinden çıkılmaz hâle getirmesi olmalıdır. Binlerce senelik zaman içinde, insanlığın ortaya koyduğu üretim, ne fazlaca artmış, ne de azalmıştır. İnkaların uzun târihi içinde üretim hacmi sarsıcı artışlar yaşamış mıdır? Veyâ 5000 senelik târihi içinde kadim Çin'in veyâ Mısır'ın üretimi, “şuradan buraya geldi” kabilinden tantanalı bir grafik gören var mı? Haydi o kadar uzağa gitmeyelim; mirasçısı olduğumuz Osmanlı'nın üretim hacmindeki artışlar, fetihlerle kazanılan yeni toprakların üretim süreçlerine eklemlenmesinin hâricinde bir karşılık bulmaz. Kapitalizm, üretim sürecini, özgür fiyatlama ve değişim değerini yaygınlaştırarak ve kârın maksimizasyonu ilkesi ile kamçılayarak “sonsuza” evriltti. Bununla iribatlı olarak bilimler ve teknolojiler çılgınca desteklendi. Neticede, bilhassa sanayi kapitalizmi üzerinden üretim hacmi hem nitelik hem de nicelik olarak insafsızca şişti. Kapitalizme eşlik eden temel sâik kârın maksimizasyonu olduğu için bu büyüme, bilhassa emek olmak üzere mâliyetleri baskılayarak hayâta geçirildi. Ezcümle, üretim veyâ arzdaki şişme, potansiyel talebin baskılanması üzerinden gerçekleşti. Modern târihin, insanlığı geçici bolluk devirleri ile buhranlar arasında yaşamaya mahkûm eden temel çatlağı da budur. Kapitalizm- akılcılık ilişkisi şâibelidir. Onun için bâzı felsefecilerin çıkıp, Batı aklına düzdüğü övgüleri, en hafifinden târih umursamazlığı ile açıklayabiliriz. Bilhassa, modern felsefe, bilim seviyesinden Batı aklına yapılan övgüler üzerinden, olsa olsa derindeki akıl dışılığı örtmek adına kozmetik sayılabilecek bir gayrettir. Arz ile talep, yâni üretim ile tüketim arasındaki çelişkiyi gidermek için bugüne kadar üç temel çözüm yolu hayâta geçirildi. İlk ikisi, daha evvelki pek çok yazımda belirttiğim üzere, “savaş” ve “yeniden bölüşüm”dür. İlkinde talep bastırılmakta, ikincisinde ise üzerindeki barajın kapakları bir miktar açılarak serbestleştirilmektedir. Modern demokrasiler bu kapak kaldırmanın fonksiyonudur. Arzdaki fazlayı, orta sınıflaşmalara emdirmektir bu. Ama bu da yetmedi. Kapitalizm, nihâyet üçüncü yol olarak ABD mahreçli, borç kapitalizmi olarak da tescil edilen , kitleleri krediler üzerinden borçlandırarak tüketimi azgınlaştırmak yolunu seçti. Tüketim kapitalizmi veyâ tüketim toplumu olarak târif gören bu süreçler, aslında kapitalizme mündemiç derin bir çelişkinin farklı sûretleri olarak anlaşılmalıdır. Pekiyi, mesele çözüldü mü? Hayır. Bir defâ ister yeniden bölüşüm üzerinden olsun, ister borçlandırma ağları üzerinden olsun, açığa çıkarılan tüketim hâdisesi bizzât üretim süreçlerinin altını oymaya başladı. Açalım: Yeniden bölüşüm kapitalizmi, emeği donattığı garantiler üzerinden onu uyuşturdu. (1960'larda yaygınlaşan uyuşturucu meselesi sâdece bir ilâç meselesi değil, aynı zamanda kültürel bir meseleydi).
"Boys don't cry” (Erkeler Ağlamaz) Nefret ne işe yarar? Agah Aydın ... Akbank Sanat - Psikeart Sinemanın Hayat Dersleri - 15 Haziran 2022 Kimberly Pierce'ın 1999 yapımı "Boys don't cry” isimli filmi üzerinden nefret ne işe yarar? * İyi veya kötü insan yoktur. Beraber bir şeyler içtiklerimiz ve diğerleri var. Neticede kimse sanıldığı kadar iyi, bilindiği kadar kötü değildir! Demokritos şöyle der, “Herşey yalnızca bizim için iyi ya da kötü, doğru ya da yanlıştır. Gerçekte ise atomlar ve boş uzay vardır.” Nefretimizin hayat denen bu boşlukta iyiyi yaratabilecek kadar güçlü, gerçeği görebilecek kadar güçsüz olması dileğiyle. .
Bir genelevin günahkar odalarından, şifa dağıtılan hastaneye geçeceğim. Bizans'ın şahlanışına sahne olup yağmaya ve yok oluşa ve bir kez daha dirilişine değineceğim. Neticede bir medrese halinde Osmanlılaşan binanın günümüze dek uzanan ve 1985 yılında Unesco Kültür Mirası olarak tescillenen öyküsünü seslendireceğim. Hazırsak derinlere dalmaya başlayalım. Günümüzde, koruma altına alınmış evleri, zamanın yıpratıcılığına karşı koymaya çalışan sosyal yapısıyla zaman makinesinden geçmişe bir pencere açan Zeyrek, mahalleye adını veren ibadethane, öncesi ve sonrası ve daha fazlasıyla birlikte......
Yunanistan'ın NATO'nun askeri kanadına dönüşünü (1980) sağlayan Orgeneral Kenan Evren'i “kim” ikna etmiş? El Cevap: Dönemin MGK Genel Sekreteri Haydar Saltık! « Bu bilgi, Emekli Büyükelçi Daryal Batıbay'ın “Diplomasi Koridoru” adlı sitedeki yazısında yer alıyor. Batıbay, 12 Eylül darbesinden sonra kurulan Ulusu Hükümetinde Dışişleri Bakanı olan İlter Türkmen'in “özel danışmanı” o dönemde... Kendisinden dinlemiş; vetonun kalktığından Dışişleri Bakanı Türkmen'in de haberi olmamış! « Haliyle, İlter Türkmen istifasını vermiş ama Ulusu kabul etmemiş... Vaziyeti öğrenen Evren Paşa, Türkmen'le baş başa görüşmek isteyip, onu çağırtmış... Evren Paşa, işte bu görüşmede “Rogers Planını kabule Haydar Saltık tarafından ikna edildiğini” söylemiş! Neticede, Türkmen istifadan vazgeçirilmiş! « Tam da burada, İlter Türkmen'in TBMM'de Darbeler Komisyonuna 2012'de söylediklerini hatırlayalım: “12 Eylül darbesinde ABD parmağı, tam bir şehir efsanesidir!” Komprador Burjuvazinin mutemet elemanı Mister Türkmen; “Rogers Planı ile refüze edilen bir Dışişleri Bakanı” sıfatıyla, 12 Eylül'ün derin arka planına ait gerçeği -işbu kendisinin dahi inanmadığı cümleyle- örtmeye çabalamıştı! TARİH: 17 EKİM 1980 O gün, Brüksel'deki NATO Merkezinin Türkiye Daimi Temsilcisi Büyükelçi Osman Olcay ile Ankara arasında bir şifreli telefon görüşmesi gerçekleşti. Ankara'dan arayan, MGK Genel Sekreteri Orgeneral Haydar Saltık'tı! Saltık, Olcay'a “Orgeneral Rogers size gelecek ve Yunanistan'ın NATO'nun askeri kanadına dönüşüyle ilgili bazı açıklamalar yapacak. Onun istediği çerçevede hareket edin” diyordu! « Bu bilgiler de, o dönemde Brüksel'de Olay Yeri'nde bulunan diplomatlardan Büyükelçi Ümit Pamir'in tanıklığına dayanarak Sedat Ergin'in Hürriyet'teki köşesinde (21 Mayıs '22) yer aldı. « Bu emrivaki karşısında Dışişleri'nin yaşadığı büyük hayal kırıklığını söylemeye gerek var mı? 12 Eylül 1980 öncesindeki Demirel ile Ecevit hükümetleri döneminde Yunanlıları veto etme kararlılığı, Askeri Rejim tarafından bir kalemde çöpe atılıyordu! ABA ALTINDAN SOPA Sedat Ergin “Evren'in Yunanistan'a vetonun kalkacağını ABD Başkanı Carter'a Org. Rogers kendisine gelmeden iki hafta önceden taahhüt etiğini” de yazdı. (1 Haziran '22) « 12 Eylül darbesinden üç hafta sonra (4 Ekim 1980) Başkan Carter'ın Evren'e yazdığı mektup, 6 Ekim günü dönemin ABD'nin Ankara Elçisi James Spain tarafından Evren'e takdim edildi. « Spain “General Rogers sizi ziyaretinde veto olayını başaramazsa, Başkan Carter konuyla şahsen ilgilenmek zorunda kalacaktır” diye bir uyarı da yaptı! Evren, Spain aracılığıyla Jimmy Carter'a “Yunanistan'a vetoyu kaldıracağının” sözünü (aslında garantisini) verdi... 17 Ekim'de (1980) Rogers Ankara'yı ziyaret etti... Kısa bir süre sonra da (20 Ekim), resmen “yok pahasına” Yunanistan'a veto kaldırıldı.
Merhaba! Oldukça heyecanlı olduğum ve heyecanımdan ötürü pek çok detayı ve olayı atladığım bir giriş bölümü oldu. Daha üzerine çok konuşacağız gibi duruyor, yeni serimize hoş geldiniz değerli gönül dostlarım. Biraz fazla eleştirdiğimi fark ettim fakat sevgimden zerre azaltmıyor bu durum. Neticede onları örnek insanlar oldukları için değil gerçekliklerinden ötürü sevdim. Bu akşam lazanyalarınızı The Sopranos izlerken yemenizi çok isterim, keyifli dinlemeler! -bölümde bahsettiğim the sopranos podcast'i: talking sopranos https://open.spotify.com/show/5PVwDlXfW8DFymAiVEMJdw?si=17b58e2cf5d84e92
Al birini vur ötekine... Genel Başkanı büyükelçilere yalvarır... İttifak ortağı hemen ardından kalkar, AB ülkelerinin büyükelçileriyle 'Türkiye ve bölge gündemine ilişkin' yemek yer... Belediye Başkanı gider İstanbul için 'küresel yardım' dilenir... Neticede, siyasi tarihimize 'kara çalan' hamlelerden bir türlü geri duramazlar... Bir dedikleri de diğerini tutmaz... CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu'nun Türkiye'deki tüm büyükelçilere yazdığı mektup malumunuz... Şöyle diyordu: “Ülkenizdeki yatırımcılar, Kanal İstanbul gibi her yönüyle dünya iklimine karşı bir hareket olan bu projeyi desteklememelidir. Bu, ülkemiz ile birlikte dünyanın iklimine de dönülmez bir zarar verecektir. İstanbul'a ihanet, dünyaya ihanet anlamına gelir. Kanal İstanbul Projesi'nin uygulanmasının önlenmesi için mücadele vermeye devam edeceğim. Ülkemin iklimini, havasını, suyunu, toprağını korumak benim görevim. Sizlere de dünyayı korumak için çağrıda bulunuyorum.” Millî bağımsızlık yolundan ilk sapması bu değildi ki son olsun... Defalarca “Türkiye'de can ve mal güvenliği yok” diyerek ülkemize yapılacak yatırımların, gelecek turistlerin önünü kesmeye çalışan bir zihniyetten daha fazlasını beklemezdik zaten... Başları sıkışınca, siyasi destek aradıklarında el kapısına gitmeye, Batı'ya sığınmaya o kadar alışmışlar ki şimdi de Ekrem İmamoğlu Glasgow'daki 'İklim Zirvesi'nde 'buyurmuş': “Avrupa'nın en büyük kenti olan İstanbul'un depreme dayanıklı hâle getirilmesini, sadece İstanbul'un ve Türkiye'nin geleceği açısından değil, tüm kıta açısından hayati kabul ediyoruz. Bu konuda global bir dayanışma gereği vardır.” Kılıçdaroğlu'nun büyükelçilere çağrısından sonra işler pek istedikleri gibi gitmemiş, beklediklerinden büyük tepkilerle karşılaşmış olacaklardı ki ağız değiştirmekte beis görmemişlerdi.
4 Eylül 2021 tarihinde yayınladığım yazım: Ahlakçılık üzerine paylaştığım fikirler üzerine çok garip tepkiler aldım. Binlerce (yaklaşık 9.000 - 9.500) insan takipten çıktı. Yüzlerce garip mesaj aldım. İnsanlar hayal kırıklığına uğradıklarını ifade ettiler. Ciddi manada şaşkınlık içerisindeyim. Meseleyi daha detaylı ele alabilmek adına bu satırları yazmaya karar verdim. Sizlerin de yorumlarda fikirlerinizi beyan etmenizi istiyorum. Madde madde irdelemek gerekirse: 1) Meselenin bireyler tarafından kişiselleştirildiğini gördüm. 2) İnsanların hatalarını yüzlerine vurmak sert bir tepki ile karşılık almayı göze almak demekmiş bunu öğrendim. 3) Ahlak kavramının toplumda çok yanlış manalarda kullanıldığını farkettim. 4) Türkiye'deki yaşanan ahlaksızca her türlü meselenin neden bu kadar kolaylıkla ortaya çıktığını anladım. Neticede söylediğim sözler ne olursa olsun bu şekilde bir tepkiyi hak etmediğimi düşünüyorum. İçlerinde çok kıymet verdiğim insanlar dahil olmak üzere binlerce insanın takipten çıkmasına hâlâ şaşkınlıkla bakıyorum. Eleştiriler genel hatlarıyla şu şekildeydi: - Meseleye yüzeysel yaklaştığım düşünülüyor. - Her konu hakkında fikir sahibi olduğum düşünülüyor. - Peygamberlerin de ahlakı anlattıkları bu sebeple yanlışa yanlış demek zorundayız gibi bir sav sunuluyor. - Ahlakçılığa söz ederek benim de ahlakçılık yaptığım söyleniyor. - Benim gibi bir insanın böyle düşünmemesi gerekitiği ve bunun bana yakışmadığı söyleniyor. Ve benzeri daha nice görüşler var. Her birine tek tek cevap vermeye giriştim ama sonra bu çabamın beyhude olduğunu gördüm. Sonrasında attığım tweeti ve paylaştığım hikayeleri silip gönül ve hayal kırıklıklarına mani olmak istedim. Söylediğim sözlerin arkasındayım. Ama sözler amacın dışında hizmet etmeye başlayınca geri çekmenin doğru olduğunu düşündüm. Destek veren yüzlerce insan oldu. Her birinize ayrıca teşekkür ederim. Derdim gönül kırmak değil. Benim derdim düşünmek ve düşündürmek. Bu yüzden yıllardır burada yazıyorum. Rabbim nefes ve güç verdikçe yazmaya devam edeceğim inşallah. Mesele hakkındaki yorumlarınızı bekliyorum.
Hz. Peygamber'i anlamaya çalışmak, onun sünnetine tabi olmanın ilk adımıdır. Anlamadan o sünnete tabi olunmaz. Gerçi dinin önemli bir kısmına, özellikle ibadet kısmına anlamadan da taklit edilerek tabi olunabileceği düşünülebilir. Ancak hiç anlamadan sadece taklit yoluyla tabi olunan bir yol kendi anlamını kendisi yine üretir ve insana belli bir anlayışı kazandırır. “İnandığın gibi yaşamıyorsan, yaşadığın gibi inanırsın”ın bir başka ifadesi, “anladığın gibi yaşamıyorsan, yaşadığın gibi anlamaya” başlarsınız. Anlamak, doğru veya yanlış değerlendirmesine bağlı olmaksızın, insan varoluşunun en temel düzeyi. Sünnet, yaşanırken kendi anlayışın mümine yükleyen bir hikmet de taşır. İnsan güvendiği, teslim olduğu Allah'ın emrini anlayıp anlamadığına bakmaksızın yerine getirdiğinde o eylemin insana yüklediği bir anlayış, bir kişilik, bir ruh hali oluyor. SÜNNET YOLU HAYATIMIZIN NERESİNDEN GEÇİYOR Ancak Peygamber'in bir de daha derin, yoğun bir tarihsel analizle, anlama çalışmasıyla anlaşılabilecek bir sünneti de var. Onun verdiği mücadelenin tarihsel bir perspektif içinde görülmesi gereken boyutları var. Neticede 1450 yıl önce ortaya konulan tebliğle, tartışmalarla, yoğun sosyal ilişkilerle, kabileler arası siyasetle, savaşlarla dolu dolu geçen bir hayatı var. Bir yandan da tarih içinde hayatlar çeşitlendikçe, çoğaldıkça, zaman geçtikçe tarihin aktörleri, toplumsal yapıları, dilleri, kültürleri büyük değişimler geçiriyor. Hayatının neredeyse hiçbir detayı meçhul olmayan Peygamber'de hiç kuşkusuz bugün veya her zaman yaşayacak bütün insanlar için mükemmel bir örneklik vardır. Ancak bu değişimin içinde Peygamber'in sünnetinin hangi kulvarlardan geçmeye tekabül edeceğini bilmek Peygamber siyerine her zaman yeniden bakmayı, her zaman yeniden ve daha dikkatli okumayı gerektiriyor. Son günlerde yayınlanan güzel bir çalışma da çağdaş Arap-İslam düşüncesinin en parlak isimlerinden Wadah Khanfar'ın İlk Bahar isimli kitabı (Vadi Yayınları, 2020) bu anlama çalışmalarından biri olarak temayüz ediyor. Uzun yıllar Aljazeera TV'nin genel yayın yönetmenliğini yapan Khanfar Peygamber Efendimiz'in hayatına, mücadelesine “strateji” kavramı açısından bakıyor. Aslında Hz. Peygamber'in hayatına, belki diğer peygamberlerle, hatta büyük siyasi liderlerle karşılaştırıldığında ilk dikkat çeken taraflardan birisi onun başı ile sonu arasında sürekli zirveye ve dünyevi anlamda bile başarıya doğru gelişen bir tür “mutlu son” hikayesidir. Sıfırdan başlayıp ömrünün sonunda kısa sürede bir ayağı Endülüs'te bir ayağı Çin'de olan bir nüfuz alanına ulaşacak bir devleti kurmuş, kendisine sadık ve alabildiğine iyi yetişmiş bir topluluk bırakmış olmak hiçbir faniye nasip olmuş bir şey değildir. Bir anlamda yeryüzünde mürüvvet görmüş belki tek lider, trajedisi olmayan bir hayat ve dini anlayış ve yolu miras bırakmıştır.
Pek çok fondaş medya organı cumartesi yazımı yaklaşık şu başlıkla duyurdu: “AKP'li yandaş yazar eleştirilerini sıraladı.” Fondaş medyanın vazifesini, üzerine düşeni yapmasına hiç itirazım yok. Neticede varlık sebepleri bu. AK Parti üzerinden milletin kahir ekseriyetine düşmanlık ederek “yaralı bilinç”lerinin gereğini ortaya koyuyorlar. Tıynetlerinin gereğini yapıyorlar. Bugün de onlara gün doğsun diye bazı eleştirilerimi sıralama niyetindeyim. Zira eleştiri mekanizmasının çalışmadığı topluluklarda belirgin bir “gerileme” yaşanacağına inanıyorum. Dahası, yazıp çizmenin doğasıdır eleştiriyi zaman zaman “içeriye” yöneltmek.
Alman Papazın Kızı Angela Merkel'in şişirdiği “Armin Laschet Balonu” Pazar günkü seçimde patladı! Hıristiyan Birlik Partileri (CDU/CSU) bugüne kadarki en düşük oy yüzdesini alarak ikinci oldu. « “Başbakan Adayı” Armin Laschet, hem Birlik partilerinden hem de rakiplerinden “Mağlubiyeti kabul et!” baskısı altında... Bild gazetesinin “Kan Kardeşi” Hürriyet'in, okuyucularına “Türk Armin” diye diye yedirmeye çalıştığı bu Laschet; sandıkta kaybettiğini “masada kazanamazsa” yani koalisyon pazarlıklarından bir sonuç alamazsa “siyasi kariyeri” nanay olacak! « Seçimi kazanan SPD (Sosyal Demokrat Parti) hükümeti kurabilmek için Yeşiller ile FDP'yi (Hür Demokrat Parti) ikna etmek zorunda... Aynı mecburiyet, CDU/CSU için de geçerli... Alman ARD televizyonunun yaptırdığı anket, seçmenlerin Yüzde 62'sinin SPD'nin lideri Olaf Scholz'u Şansölye olarak görmek istediği yönünde. Neticede, Almanya'da hükümeti kim kurarsa kursun;
Bizim sekülerlere söyleyecek hiçbir şeyim, ama hiçbir şeyim yok bu hususta. Neticede bizim sekülerler iki başı açık-eteği dizinde kadınla bir ceket giymiş erkek fotoğrafı üzerinden “1979, Taliban gelmeden önce Kabil sokakları” yazılı tweetlere inanıp samimiyetle dehşete kaplıyorlar burka-cübbe kombinleri karşısında. Öyle dehşete kapılıyorlar ki Afganistan'ın tek, yegâne, biricik sorununu “kadın özgürleşmesi” olarak belirleyip “soyunma eylemi” yapıyorlar. Kendi içlerinde ve kendi koyu cehaletleri ile aşırı mutludur bizim sekülerler. Dolayısıyla o tam dibinde yaşadıkları cehalet kuyusunun başında ses çıkartıp da konforlarını bozmak olmaz. Bırakalım, cidden 1979 yılındaki Kabil'e dönebilmenin, o Kabil'in yeniden gerçek olabilmesinin önündeki tek engeli Taliban zannetsinler. Bizim sekülerlerden aradaki 42 yılda Afganistan'da ne olduğunu, neler yaşandığını bilmelerini beklemek onlara da büyük haksızlık. Neticede bence bunca yönlendirmeye iyi bile dayanıyorlar. Çin'den alınan aşının parasının Atatürk tarafından ödendiğine falan inanmışlardı samimiyetle. Çok da şey yapmayalım yani. Benim Afganistan meselesinde takıldığım yer başka, bambaşka bir yer. Amerika, itlerini alıp çekildi. İran itlerini alıp çekildi. Birleşik Arap Emirlikleri itlerini alıp çekildi. Görünmez, saklı itlerini bilmiyoruz tabii ki ama bildiğimiz şey dünyanın en stratejik coğrafyalarından biri olan Afganistan'da oyunun yeniden kuruluyor olduğu gerçeği. Ve yine belli ki bu oyunun içerdeki yegâne aktörü -en azından uzun bir süre- Taliban olacak. Durum böyleyken ne bekliyor insan İslâm ülkelerinden? İki şey. Birincisi Taliban'a peş peşe çağrılar yapıp Afgan halkının büyük oranda rahat, büyük oranda özgür bir ülkede yaşamalarını sağlamak için inisiyatif almalarını. Taliban'a “sertlikle, vahşetle, anlamsız kısıtlamalarla değil; paramparça olmuş Afgan halkının izzet ve şerefini onarıcı, geleceğe dair umut beslemelerini sağlayıcı, farklılıklara müsamaha göstermeyi başaran bir yönetim modeli” önermelerini. Belki de olmaz bu. Taliban belki de dinlemez bu önerileri. Ama İslâm ülkelerinin tarihî sorumluluğu Taliban'ı “makuliyete” davet etmektir. İkincisi ise İslâm ülkelerinin peş peşe ve zaman kaybetmeden “Afganistan'da muhatabımız Taliban'dır. Görüşmeye hazırız” açıklamaları yapmaları.
Efsanevi İngiliz Rock grubu The Beatles ilk Amerika turnesine çıktığında ben lise ikinci sınıftaydım. 1964 yılıydı ve henüz 18 yaşındaydım... Tüm delikanlılığımıza rağmen (belki tam da o nedenle) haberi duyduğumuzda çok şaşırmış, Amerikan gençliğiyle bir hayli dalga geçmiştik... Fotoğraflarda ve haber filmlerinde gösterildiği üzere binlerce genç John, Ringo, George ve Paul'ün ayaklarını bastıkları çimleri yediler... Bugünden bakınca “Afiyet olsun, Allah onları bildiği gibi yapsın” demek geliyor insanın içinden ama ilk duyduğumuzda üzerimizden ciddi bir şok dalgası geçmişti... Bizim kuşak, bu nedenle, Lionel Messi ile ilgili haberi serinkanlılıkla karşılamıştır. Messi ne yapmıştı? Yıllarca formasını terlettiği, kendisini de şöhrete kavuşturan Barcelona'dan ayrılırken basın toplantısında gözyaşlarına boğulmuştu... Bu sırada hem gözyaşlarını silsin hem de ağzını burnunu temizlesin diye kullandığı kağıt mendili buruşturup çöp tenekesine atmamış, bir güzel katlayıp kenara koymuş olmalı... Neticede bu mendilin de peşine düşen ve onu ele geçirdiğini iddia eden biri olmuş... Sonrası şöyle: Shift+Delete'ın haberine göre; “Kimliği belirsiz bir kişi tarafından e-ticaret ve çevrim içi açık artırma platformu Mercado Libre'de satışa çıkarılan mendil için belirlenen fiyat etiketi ise tamı tamına 1 milyon dolar.” Bizim bütün analog medyamız ve de TV kanallarımız olayı bu doğrultuda vermeseler ciddiye almayacaktık... Ancak popüler kültürün The Beatles'tan beri neye evirildiği konusunda önemli bir işaret veren bu haber, gençlik adına mutlaka ciddiye alınmalı... Bu sütunlarda sıklıkla dile getirdiğimiz hususun bir kez daha altını çizmekte yarar var... Ne diyorduk? “Şeytanla iş birliği yapmadan popüler olmak mümkün değildir.” Peki, hem iş birliği yapıp hem de onun etkisi altına girmemek mümkün müdür? Yani, hem farkında hem de Gülhane Parkı'nda olmak... Evet, mümkündür ancak çok zor olduğu gibi nadiren rastlanan bir durumdur... (Bkz. Bazı pop klasikleri) Bu şeytan ile iş birliği meselesi hayatımızın pek çok yerinde karşımıza çıktı ve çıkacak... Öyle ya insanın yaradılışından beri onun aklını çelmek için önce iştahını kabartacak ‘şeyi' bulur, sonra da bunu sunarak onu yanına çekmeye çalışır şeytan (Bkz. Faust'taki Mefistofeles)...
15 Temmuz darbe girişiminin üzerinden 5 yıl geçti. Türkiye tarihinin en müstesna olaylarından biri. Yeniden zihin ve düzen kurucu sonuçları olan bu hadisenin bir de travmatik etkilerinin olmaması mümkün değil. Neticede bir gün önce toplumun bütün kesimleriyle birlikte olağan bir hayat görüntüsü içinde olan onbinlerce insanın aldıkları bir talimatla toplumun geri kalanına karşı haince bir harekete girişmeleri sıkça karşılanan bir şey değil. Belki bazı ayrışma zamanlarında Balkanlar'da, Anadolu'da bir gün önce normal komşuluk ilişkileri ve hukuku içinde yaşayan insanların bir anda birbirlerine düşman kesilmeleri gibi. Bosna savaşında bir gün önce tam da bu komşuluk ilişkisi içinde güle oynaya birlikte yaşamakta oldukları Boşnaklara bir gece ansızın düşman kesilen, onları öldürmekten çekinmeyen, kadınlarına tecavüz eden Sırpların hikayesi meşhur. Bu hikâye Kıbrıs'ta, Balkan Savaşları esnasında yine Müslümanlara karşı sıkça uygulandı. 1915'te erkekleri savaşta olduğu için savunmasız kalan Anadolu Müslümanlarına karşı kışkırtılan Ermenilerin durumu ve sonradan yaşananlar başka bir benzer örnek. Tarihte travmatik etkileri olan olaylar bunlar ve belli kavimler arasında giderilmesi kolayca mümkün olmayan sınırlar inşa ediyor.
ORTAÇAĞ AVRUPA'SINDAN BİR KESİT Avrupa'daki yaygın inanışa göre vücuda işkence yapmak, asırlarca din ve ahlakta üstün bir mertebe olarak kabul görmüştür. Tarihçiler bu hususta birçok enteresan hadiseler nakletmişlerdir. Rivayete göre Makarius tam altı ay çıplak vücudunu zehirli sineklerin ısırması için su mahzeninde yatmıştır. Aynı zamanda bu kişi devamlı olarak bir kıntar ağırlığında demir taşırdı. Arkadaşı rahip Eusibius da iki kıntar ağırlığında demir taşırdı. Yine bu adam susuz bir kuyuda tam üç yıl yaşamıştır. Bazı rahipler hiç giyinmiyorlardı. Daima çırılçıplak duruyorlardı. Ancak uzun saçlarını örtüyorlar, hayvanlar gibi elleri ve ayakları üzerinde yürüyorlardı. Birçokları da vahşi hayvanların inlerinde, susuz kuyularda ve mezarlarda yaşıyorlardı. Beden temizliğini ruh temizliğine aykırı buldukları için vücutlarını yıkamaktan çekiniyorlardı. Onların gözünde insanların takvâca en üstün olanı, temizlikten en çok uzaklaşan, pisliğe en çok bulaşandı. Bir rahip şöyle demiştir: “Rahip Altoni ömrü boyunca ayaklarını yıkama günahını işlememiştir.” Rahip Abraham da elli sene yüzüne ve ayaklarına su değdirmemiştir. Bir İskenderiye rahibi daha sonra pişman olarak şöyle der: “Yazıklar olsun! Bir zamanlar yüzün yıkanmasını haram sayardım, şimdi ise hamamlara giriyoruz.” Rahipler memleket memleket dolaşarak ellerine geçirdikleri çocukları kilise ve çöllere kaçırırlardı. Böylece çocukları aile ocağından ayırarak ruhban olarak yetiştiriyorlardı. Hükümet hiçbir şey yapamıyor, halk ise bu durumu destekliyor, anne ve babalarını terk ederek ruhbanlığı seçen kimseleri takdirle karşılıyor ve isimlerini bütün halka ilan ediyordu. Hristiyanlık tarihinin meşhurları ve büyük rahipler hep çocuk kaçırmaktaki maharetleriyle tanınmışlardır. Hatta rivâyet edildiğine göre anneler rahip Ambrose'yi gördükleri zaman çocuklarını evlerine saklarlardı. Neticede babalar ve vâsiler, çocuklarına sahip olamayacak duruma geldiler. En sonunda velâyet ve nüfuzları rahip ve papazlara geçti. (En-Nedvi, Müslümanların Gerilemesiyle Dünya Neler Kaybetti?)
“Şimdi yumuşaklık ve merhamet gerekmez. Bu hususta kusuru görülenler, fethe muhalif olanlar tespit edilip, görevden azil dâhil gereken en şiddetli ceza ile cezalandırılmalıdır. Sonuçta Allah'ın yardımıyla biz buradan utanan ve gücenen değil, ferahlayan, mansur ve muzaffer olarak dönen oluruz. Neticede başarı Allah'tandır. Ama elden gelen bütün gayret sarf edilmelidir. Allah Resulü ve ashabının sünneti de budur.” Kuşatmaların kader anı vardır. Bıçak sırtında belki de daha ötesi sırat köprüsünde yürümek gibidir o anlar. İstanbul kuşatmasının da böyle zamanları olmuştur. Beklenmedik bir anda gelir çoğu defa. İşte liderlik de, karakter de, zekâ da, başarı da, başarısızlık da o anlarda gizlidir. İşte, Akşemseddin'in Sultan 2. Mehmet'e gönderdiği mektup da böyle bir anda yazılmış ve 21 yaşındaki Sultan'a fethin yolunu açmıştır. --- Send in a voice message: https://anchor.fm/yeditepe-fatih/message
Tuna Emren, aşı konusundaki son gelişmeleri, öne sürülenleri ve devletlerin tercihinin arka planını tartışıyor. Bugünlerde hepimizin aklında aynı soru var. Olur da sıra bize gelene kadar aşı stoku tükenmez ise ve aşılanmayı başarabilirsek salgından kurtulacak mıyız? Pandeminin sonlanması için toplumsal bağışıklığın sağlanması gerekiyor. Fakat her salgında, bunun için gereken oran değişir. Covid-19'un sonlanması için nüfusun yüzde kaçı bağışıklık kazanmalı, bilinmiyor. Tahminler yüzde 70'in üstünde olması gerektiği yönünde. Ama yüzde 75 yeterli olur mu mesela, yoksa yüzde 90 civarına mı ulaşması gerekecek? Bağışıklık kazanmak için aşılanmamız lazım. Ancak aşılanan herkes bağışıklık kazanmıyor. Çünkü mevcut Covid aşılarının hiçbiri yüzde 100 koruyuculuk garantisi sunmuyor. Bizdeki Sinovac aşısının iddiası ise sadece yüzde 50. Öyleyse bu aşıyla toplumun yüzde kaçında bağışıklık oluşturulabilir ki? Bunu hesaplamak için aşılanan nüfusun oranı ile bu oranı çarpıyoruz. 82 milyonluk nüfusun tümünü aşıladık diyelim, o zaman yüzde 100'ü aşılanmış olurdu. Bunu da yüzde 50 ile çarpınca sonuç yüzde 50 olur. Yani salgının sonlanması için gereken asgari yüzde 70'lik toplumsal bağışıklık beklentisinin çok altında kalır -ki ayrıca nüfusun tamamının aşılanması da ihtimal dışı çünkü örneğin 18 yaş altına yapılamıyor. Peki o zaman ne olacak? 18 yaş altı aşılanamayacağına göre, aslında geriye kalan nüfusun yine tamamı aşılanabilse dahi elde edebileceğimiz toplumsal bağışıklık düzeyi yüzde 35 civarında seyreder. Bundan beklenebilecek en iyi sonuç, hastalığı ağır geçiren vakaların sayısında yaşanacak azalmadır. Fakat yüzde 50'lik koruyuculuk aynı zamanda şu anlama da geliyor: Aşılanan her 100 kişiden 50'sinin aşıya rağmen enfekte olma ihtimali var. Yani “aşıyı yaptırdık, artık hastalanmayız” diye bir şey yok. Onun yerine şu var; aşılandığı halde enfekte olan kişiler hastalığı daha hafif atlatacak. Sonuçta salgın bu şekilde sonlanmıyor. Ve bu arada hatırlatalım, aşıların hiçbiri için netleşmemiş bir soru daha var: Bizi hasta olmaktan mı koruyacaklar yoksa virüsten mi? Eğer virüsten değil de hasta olmaktan koruyacaklarsa, aşılanmış olanlar virüsü alıp hiçbir hastalık belirtisi göstermeden yaymaya devam edecek demektir. Kaldı ki aşının 60 yaş üstündeki etkisini de bilmiyoruz. Bu yaş grubundaki koruyuculuğu yüzde 50'nin altındaysa önceden elde ettiğimiz yüzde 35'i yakalamak bile imkânsız olur. Neticede virüs dolaşıma ve mutasyon geçirmeye devam edecek. Hatta aşılanma oranı çok düşük kalacağı için aşıya direnç kazanacak şekilde mutasyona uğraması da mümkün. Bu durumda maske, mesafe kurallarını gevşetemeyiz. Koruyuculuğu çok daha yüksek olan (%90-95) aşılar varken Sağlık Bakanlığı, nedendir bilinmez bu aşıyı tercih etti. Oysa diğerleriyle toplumsal bağışıklığın kazanılması mümkün olabilirdi (kabaca bir hesapla 60 milyon kişi aşılansa bağışıklık kazanılırdı). Hiçbir ülkede 59 yaş üzerinde henüz denenmiş olan bir aşıyı 90+ yaş grubuna uygulama kararı almış olmaları da cabası. Aşı adaletsizliği DSÖ Başkanı Tedros A. Ghebreyesus'un açıklamasına göre; yüksek gelirli 49 ülkede şu ana dek 39 milyon doz aşı yapıldı ama en yoksul ülkeler arasında sadece 25 doz aşı alabilmiş olanlar bulunuyor. Dr. Tedros bu durumu “feci bir ahlaki başarısızlık” olarak nitelendirdi ama biz lafı bu kadar dolandırmadan söyleyelim; bu apaçık sömürüdür. Aşılar adil şekilde dağılmıyor. Bazı ülkeler aşı stoklarını sıfırlarken diğerlerinin aşıya erişememesi salgının gidişatı açısından da büyük bir tehlike doğurur. Devamını okumak için: https://marksist.org/icerik/Haber/15252/Bu-salgin-Sinovac-ile-bitmez
Modernitenin herkes üzerinde çok ciddi bir tesiri oldu. Müslümanlar da bu tesirden kurtulamadılar. İlahiyatçıların dini anlama ve yorumlama tarzlarında bile bu etkiyi görmek mümkündür. Neticede ciddi bir başkalaşma yaşandı. Kendi değerlerimizden uzaklaştık. Yeniden bir kere daha usulünden füruuna kadar kendi değerlerimize döner miyiz, dönemez miyiz; bir kere daha dini, mahiyet-i nefsü'l-emriyesine uygun bir şekle irca mümkün olur mu olmaz mı bilemiyorum. Fakat şunu söyleyebiliriz: Tahribat çok büyük olduğu için, dağılan ve bozulan parçaları derleyip toparlama ve bunları yeniden hüviyet-i asliyesine döndürme çok uzun zaman alacak bir restorasyona bağlıdır. Belki de bu iş bir nesle müyesser olmayabilir. Çünkü zamanın, konjonktürün önemli girdileri ve müdahaleleri söz konusudur. Herkes kendi ses ve soluğunu işin içine katıyor. Küreselleşen bir dünyada, meydana gelen bu koro içerisinde kendi nağmemizi, kendi sesimizi bulabilmek hiç de kolay değil. Bu tür gelişmeler zamana vabestedir. Tamamını okumak için: http://herkul.org/kirik-testi/islah-kahramanlarina-dusen-sorumluluklar/
İnsan doğası gereği kendinin özel olduğunu, bu bahşedilmiş ve özenle oluşturulmuş doğasının da diğerleri tarafından beğenilmesi gerektiğini düşünür. Sadece düşünmekle de kalmayıp böyle olduğuna inanır. Pek tabi ki bundan daha doğal bir şey yoktur. Neticede beğenmek ve beğenilmek birbirine eşit iki sosyal olgudur.
Nefis, şer içinde şerdir. Onunla cihad edersen emin olabilirsin. Neticede göreceksin ki, hayır içinde hayır oluyor. Cihad devam ettiği müddetçe onu her iyiliğe uyar bulursun. İbâdetleri hoşlukla yapmaya koyulur. Nefis, tümüyle muhalefet safında durur. Durmadan sorun çıkarır; daima karışıklık ister. Onun ıslâhını dileyen, cihad ehli olsun. Ta şerrinden emin oluncaya kadar. Uyanmayı, ölüm anına bırakmayın; önceden uyanın. Biliniz ki, o anda uyanmanız sizi felâketin kucağından çeviremez. O (c.c.)'un huzuruna varmadan uyanın. O'nun şiddetli emirlerini duymadan gözlerinizi açın. Sonra pişman olursunuz; ama ne çare ki, faydasız olur. Acırım sana. Sözün takvâ yani kötülükten sakınmaktan açılıyor, kalbin ise fitne çıkarmaya meyyal. Şükrü dilinden bıraktığın yok ama kalbin daima itiraz halinde.. Allâhü Te'âlâ bir kudsî hadiste şöyle buyurur: “Ey insanoğlu, iyiliğim sana daima inmekte; ama senin de kötülüklerin bana gelmekte... Bu nasıl oluyor?..” Tam imâna sahip olan, nefis şeytanına boyun eğmez. Şahsî arzularına uymaz. Aslında imân sahibi, nefis denen bir şeye hak tanımaz. Hakkı tanınmayan ve bilinmeyen bir varlığa nasıl boyun eğilir ki?.. Hele kötülüğü herkesçe müsellem olunca... Nefsine muhalif ol. Ona uyma. Onu kuvvetle bağla, çözme. Onu hapset. Yalnız hakkı kadar ver. Fazla verme, sonra azar, baş edemezsin. Her zaman onunla mücadele et ve onu yenmeye çabala. Onun aklı yoktur. Küçücük çocuğa benzer. Gözleri de kördür. Gideceği yolu sen göster. **(Abdulkadir Geylani (k.s.),_ İlahi Armağan_, s.23)** Soru: Abdestliyken tekrar abdest almanın sevâbı nedir? Cevap: Abdest üzerine abdest almak, nur üzerine nurdur. Eğer meclis değişmiş veya evvelki abdestle maksut olan namaz kılmak gibi bir ibadet yapılmışsa böyledir. Abdestli iken, herhangi bir ibadet yapılmadan tekrar abdest almak israftır. Vesveseye itibar etmemelidir. **(_Tahtâvî_, s.45)**
Bos zaman yasadigimiz cagin en buyuk endustri. Ister zamana dolu tarafindan bakip isleri analiz edelim, istersen bos tarafindan bakip hobi ve turevlerini, neticede hep ayni duraga cikiyoruz: Sosyal siniflar ve statu arayisimiz. Haliyle biz de o durakta Merve ile biraz bu endustrinin olusumu uzerine lafladik. Neticede ortaya bos zamanlarimizin tarihsel olarak dolu zamandan ayrilisi uzerine bir girizgah, sonrasinda gittigimiz yerler, satin aldigimiz kulturel urunler ya da genel olarak tuketim kulturumuz hakkinda ufak bir sorgulama ortaya cikti. Velhasil, bos zamanimizi filanca ust statuye ait olmak icin "harcayayim" derken bizzat kendi hayatimizi harcamamamiz dilegi ile
Anlaşılacağı üzere o; siyasetin diğer insanlarla, tabiatla ve Allah ile insana yakışan ilişkiler kurmakla asıl fonksiyonunu gerçekleştireceğini düşünüyordu. Bu ümitle benimsediğikomünizmde bunu bulamayınca tenkitten çekinmedi, partiden atıldıktan sonra bir dönemde Hz. İsa aleyhisselâmın getirdiği mesajdabunu aramaya yöneldi. Hristiyanlığı sosyalistperspekti�inden okumaya girişerek birçok özlemini gerçekleştirdiğini düşündü. İlk döneminde böyle iken, sonraki formel dönemindebu dinin aslından uzaklaştığı kanaatine vardı.Değişmiş şekliyle Hristiyanlığı resmi din olarakilk kabul eden ve İstanbul'u da kurduğu söylenen Constantin'e (ö. 337) izafe ederek bu diniçin Christianisme yerine Constantinisme adınıkullandı. Daha sonra İslam'ı inceleyince özlemlerini onda bulduğuna inandı. İşte “20 yaşımda gördüğüm rüya, 70 yaşımda gerçekleşti”sözüyle bunu kastetmişti. Müslümanlığını ilanettikten sonra Kâbe'yi ziyaret etti ve Arapça öğrendi.Batı'nın kutsallaştırdığı Rönesans sonrası Avrupa medeniyetine ciddî tenkitler yöneltti. Allahinancından uzaklaşıp insanı merkeze alması,Pozitivizmi esas alıp sadece güç kazanmayı putlaştıran Prometheus zihniyeti, faydalının yanında faydasız şeyler de üretip tüketime yönelik birmedeniyetle gezegenimizi âdeta intihara sürüklemesi sebebiyle şiddetle eleştirdi. İçinde Allahinancının bulunmadığı, sadece vahşi bir siyasi veekonomik güç yarışının motive ettiği bir çılgınlığın, insanlığa mutluluk getirmediğini savundu.Neticede bu güç yarışı peşindeki “gelişmiş” mahdut ülkeler, dünya servetlerinin %80'ini kontroletmekte, geri kalan büyük ekseriyet ise %20'sinipaylaşmaya mecbur kalarak fakirliğe mahkûmolmaktadır. İnsanların temel sorularına ve mutluluk özlemine cevap veremeyen Rönesans sonrasıBatı medeniyeti hakkında André Malraux'nun şuhükmünde büyük bir isabet görür: “Bizim medeniyetimiz, “Hayatın bir anlamı var mı?” sorusuna“Bilmiyorum” cevabını veren, tarihin tanıdığı ilkve tek medeniyettir.” Çağdaşı birçok �ilozof vedüşünürle �ikrî tartışmalar yaptı. Bunlardan varoluşçuluğun kurucusu J. P. Sartre ile Rastlantı veZorunluluk eseri ile Nobel ödülü alan J. Monod iletartışmaları bilhassa meşhur olmuştur.Belli başlı bütün dinleri incelemeye çalıştı. Eski Amerika dinleri, Zerdüştlük, Taoculuk,Konfüçyüsçülük, Hinduizm, Budizm, Yahudilik,Hristiyanlık ve İslam'ın temel kitaplarını okumaya çalıştı. Appelle aux vivants (YaşayanlaraÇağrı), Pour un dialogue des civilisations (Paris1977, Medeniyetler Diyaloğu, ter. Cemal Aydın,İstanbul 2011), Bir Din savaşına Doğru mu?adlı kitaplarında bu serüveni açıkça görülür.Dinlere saygı duymasının sebebi, onların insana önem vermeleri idi. Müslüman olduktansonra, “Biz her peygamberi kendi milletinin lisanı ile gönderdik, ta ki onlara hakikatleri iyiceaçıklasın” (İbrahim, 14/4) ayetinin bu önemi iyiceaksettirdiğini hatırlattı. İslam'ı hem Müslümanolmayanlara anlatmak, hem de onlardan faydalanmak için başka dinler hakkında yeterincebilgi sahibi olmak gerektiğini söyledi.
Insanlar dünyaya belli maksatlar için gönderilmişlerdir.Neticede gerek bu dünyada gerekse öbür âlemde,bazı kazanımları olacaktır. İşte bu kazanımları en yükseknoktada elde edebilmek için, insanın bu dünyadayaptığı çalışmalardaki gayret, azim, şevk ve davranışların tümüne birden motivasyon denir.