POPULARITY
Bu mektûb, Muhammed Ma'sûm-i Kâbilîye yazılmışdır. Sevenlerin sıkıntılara, üzüntülere dayanmaları lâzım geldiği bildirilmekdedir:“Fakîrleri seven kardeşim! Kalbinde sevgi taşıyanların sıkıntı ve üzüntü çekmeleri lâzımdır. Dervîşliği seçenlerin dertlere, sıkıntılara alışması lâzımdır.Fârisî beyt tercemesi: Seni sevmek, dert ve gam tatmak içindir, Yoksa, râhat etdirecek şeyler çokdur.Sevgili, sevenin çok üzülmesini ister. Böylece, kendinden başkasından büsbütün soğumasını, kesilmesini bekler. Sevenin râhatlığı, râhatsızlıkdadır. Âşıka en tatlı gelen şey, sevgili için yanmakdır. Sükûnet bulması çırpınmakdadır. Râhatı, yaralı olmakdadır. Bu yolda istirâhat aramak, kendini sıkıntıya atmakdır. Bütün varlığını sevgiliye vermek, ondan gelen herşeyi seve seve kapmak acısını, ekşisini, kaşları çatmadan almak lâzımdır. Aşk içinde yaşamak böyle olur. Elinizden geldiği kadar böyle olunuz! Yoksa, gevşeklik hâsıl olur. Sizin çalışmanız iyi idi. Bunun dahâ artmasını beklerken, azalıverdi. Fekat üzülmeyiniz. Eğer, kendinizi bu duraklamadan kurtarırsanız, eskisinden dahâ iyi olur. Sizi bu dağınıklığa sürükleyen şeylerin, toparlanmanıza da sebeb olacaklarını biliniz! Böylece, çalışmanız artar. Vesselâm.”146.“Oğlum Şerefeddîn Hüseynin mektûbu geldi. Allahü teâlâya hamd olsun ki, fakîrleri hâtırlamakla şereflenmekdesiniz. Aldığınız vazîfeyi çok yaparak zemânlarınızı kıymetlendiriniz! Fırsatı elden kaçırmayınız. Geçici olan şânlar, şerefler sizi aldatmasın. Dünyâ lezzetleri, hakîkî lezzetlerden mahrûm etmesin.Fârisî beyt tercemesi:Sana söyliyeceğim hep şudur: Çocuksun, yol ise korkuludur.Allahü teâlâ, bir kulunu gençlikde tevbe etmeğe kavuşdurursa ve bu tevbesini bozmakdan korursa, ne büyük ni'met olur. Diyebilirim ki, bütün dünyâ ni'metleri ve lezzetleri, bu ni'metin yanında, büyük deniz yanındaki bir damla su gibidir. Çünki bu ni'met, insanı Allahü teâlânın rızâsına, sevgisine kavuşdurur. Bu ise, dünyâ ve âhıret ni'metlerinin hepsinin üstündedir. Âl-i İmrân sûresinin onbeşinci ve Tevbe sûresinin yetmişüçüncü âyetinde meâlen, “Allah'ın râzı olması nimeti dahâ büyüktür” buyuruldu. Doğru yolda olanlara ve Muhammed Mustafâya “aleyhi ve alâ âlihissalevâtü vetteslîmâtü etemmühâ ve ekmelühâ” uymakla şereflenenlere selâm olsun!” RabbaniSahabîlerden biri şöyle dedi: Bir gün Peygamberimiz, aramızda gülüşürken çıkagelmişti. Bize, “Cehennem ardınızdayken nasıl gülersiniz? Vallahi, sizi gülerken görmemeliyim!" dedi ve yüzünü dönerek giti. Sanki başlarımıza birer kartal konmuş gibi olmuştuk. Fakat, az sonra yanımıza gelerek şu müjdeyi verdi: "Biraz önce Cebrail gelerek bana şöyle dedi. Yüce Allah buyuruyor ki: "Niçin kullarımın ümidini rahmetimden kesiyorsun? Kullarıma Benim affedici ve merhametli olduğumu, bunun yanında azabımın da ağır olduğunu bildir."ّدَاصرملابلّكَ برّنَ اBütün peygamberlerin ortak nasihati. Utanmadıktan sonra dilediğini yap.İyilikte kötülükte bulaşıcıdır."İnsanlar için hak yolunu kapatan beş şey vardır:Cahillikten rahatsız olmamak, dünya hırsı, cimrilik, amelde riya, kendi fikrini beğenmek." Hz. Ali ra.Bir vehabi yazdı sen ölünce cenaze namazına asla gelmicem. Hiç cevap vermem ama buna yazdım: Benim cenaze namazıma 1000 Peygamber gelecek, sen eksik kal nolur.“Güneşin Görevi Işık Saçmaktır! Yarasalar Rahatsız oluyor Diye, Güneş Bu Görevinden Vazgeçecek Değil Ya!” Şems-i TebriziŞeytan taşlamaktan tavaf yapamıyoruz!Başarı, en iyi intikamdır.Yiğit 1000 gün yaşar fırsat bir gün düşerBereket diye bişey var İslam'da. Kurtuluş savaşında Yunan nüfusu 10 milyon; Türkiye 10 milyon. Yıl 2025. Yunan yine 10 milyon; Türkiye 85 milyon.Korkularının üstüne git! Agresif ol ve yüzleş onlarla. Sert saldır! Vücudunda bir yer tutulup ağrıdığında, masör kişi o bölgeye sert bir masaj yapar, ödeme dönüşmüş olan kas yapını yumuşatır ve ağrı biter.Mülk Allahındır yazıyo apartmanda. Altında sahibinden satılık yazısı var!“Kendi ayıbı, insanların ayıbını görmekten alıkoyan kimseye müjdeler olsun." (Aclûnî, Keşfu'l-Hafa, II, 46)
Bir okur mektubu, Mustafa Durdu'dan gelmiş. Şöyle diyor: “Ali Bey, Allah aşkına her konuşmanıza, her yazınıza gereksiz yere Atatürk'ü neden katıyorsunuz. Yani insan her konuşmasında Allah diyebilir, ama her şeye Atatürk'ü katmak nedir ya. CHP'liler hırsızlık yapmak ve bizi korkutmak için, AK Partililer korkudan Atatürk deyip duruyorlar da sizlere ne oluyor. Vallahi gına geldi.”
Resûlullâh (s.a.v.)'in şöyle buyurduğu rivâyet olunmuştur: “Vallahi iman etmiş olmaz, vallahi iman etmiş olmaz!..” (Buharî) Meclisde hazır bulunanlar tarafından: “Yâ Resûlallah (s.a.v.)! bu iman etmiş olmayan kimdir?” diye soruldu. Resûl-i Ekrem (s.a.v.)” Komşusu zulmünden emin olmayan kişi.” buyurdu. Sehl-i Tüsterî (r.âleyh)'in mecûsî bir komşusu varmış. Komşusunun patlayan helâsından sızan lağım Sehl (r.âleyh)'in evinin bir odasına akarmış. Sehl (r.âleyh) de her gün lâğımın önüne bir lazımlık koyar, biriken pis suları kimse görmeden gece karanlığında dışarı dökermiş. Bu hâl uzun bir süre Sehl (r.âleyh)'in ölüm hastalığına kadar devam etmiş. Sehl (r.âleyh) vefat edeceğini anlayınca komşusu mecusiyi çağırtır ve ona: “Şu odaya gir ve orada olana bak” der. Mecusi içeri girer, lağım sızan aralığı ve dolu olan çömleği görünce, “Bu da nesi?” diye sorar. Sehl (r.âleyh), “Uzun süredir senin evinden şu odaya lağım akmaktadır. Gündüz biriken pis suları gece çöplüğe döküyordum. Ecelim yaklaşmasaydı size yine haber vermezdim. Korkuyorum ki, başkaları buna tahammül edemez. Şimdi ne gerekiyorsa onu yap.” Mecusi: “Ey ihtiyar, uzun süre sen bana bu şekilde davranacaksın da ben hâla küfrümde direteceğim mi? Uzat elini “Şehâdet ediyorum ki, Allâh (c.c.)'den başka ilâh yoktur, Muhammed (s.a.v.), Allâh (c.c.)'un elçisidir” der ve müslüman olur. (İmâm Şemsüddin ez-Zehebî, İslâm Şeriatinde Büyük Günâhlar, s.185-186)
Enes ibni Mâlik (r.a.) şöyle dedi: “Bir Yahudi kadın, üzerine zehir sürülmüş bir koyunu kebap yaptı, Resûl-i Ekrem (s.a.v.)'e getirdi. Peygamber (s.a.v.) de ondan yedi. Bu Yahudi kadın yakalanıp Peygamber (s.a.v.)'in huzûruna getirildi. Sahâbeden biri: “Yâ Resûlallâh! Bu kadını öldürelim mi?” diye sordu. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) “Hayır, öldürmeyin.” buyurdu.” Enes (r.a.) sözüne şöyle devam etti: “Ben, o bir lokma zehirli etin, Resûlullah (s.a.v.)'in küçük dili üzerindeki etkisini zaman zaman hissederdim.” Tâbiîn muhaddislerinden Vehb ibni Keysân (r.a.) şöyle dedi: Abdullah ibni'z-Zübeyr (r.a.)'in minberde “Sen af yolunu tut, iyiliği emret, kendini bilmez câhillere aldırma!” (A'râf s. 199) âyet-i kerimesini okuduğunu duydum. Abdullah ibni'z-Zübeyr (r.a.) sonra şöyle dedi: “Yemin ederim ki, Allâhü Teâlâ bu âyette Peygamberi (s.a.v.)'e halka nasıl davranması gerektiğini emretti. Vallahi ben de halkın arasında olduğum sürece, onlara bu âyette emredildiği şekilde davranacağım.” Abdullâh ibni Abbâs (r.a.) Resûlullâh (s.a.v.)'in şöyle buyurduğunu söyledi: “İnsanlara bilmeleri gereken bilgileri öğretin. Kolaylaştırın, zorlaştırmayın. Biriniz bir şeye kızdığı vakit sussun!” Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, şahsına karşı yapılan haksızlıkları, kabalıkları bağışlardı. Hayber fethinde yakınlarını kaybeden bir Yahudi kadın, Resûlullâh (s.a.v.) Efendimizden intikam almak istemişti. Zehirlediği bir koyunu kebap yaparak ona hediye etmişti. Fakat sevgili Efendimiz, ağzına attığı ilk lokmayı yutmadan önce, Allâhü Teâlâ ona etin zehirli olduğunu bildirmişti. Kâinâtın Efendisi (s.a.v.), canına kasteden bu kadından intikam almayıp onu bağışlamış, ne yazık ki, vefât edeceği güne kadar bu zehrin etkisini hissetmişti. (İmâm Buhârî, Edebü'l-Müfred, c.1, s.270-271)
Ashâb-ı Kirâm (r.a.e.)'den Harmele bin Abdullâh (r.a.)'in anlattığına göre, o bir gün kendi kafilesinden ayrılıp Resûl-i Ekrem (s.a.v.)'in yanına geldi. Daha önce de kendisinin yanına gelip gittiği için Allâh'ın Elçisi (s.a.v.) onu tanıdı. Bundan sonrasını Harmele (r.a.) şöyle anlattı: “Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz kalkıp gidince kendi kendime: “Vallahi” dedim. “Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'den ilim öğrenmek için onun yanına geleceğim.” Öyle de yaptım. Yürüyerek Peygamber (s.a.v.)'in huzûruna geldim ve kendisine: “Yâ Resûlallâh! Bana ne yapmamı emredersin?” diye sordum. Şöyle buyurdu: “Ey Harmele! İyilik yap, kötülük yapmaktan sakın!” Sonra oradan ayrılıp kafilemin yanına döndüm. Daha sonra tekrar Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'in yanına geldim; ona daha yakın bir yere oturdum. Yine kendisine: “Yâ Resûlallâh! Bana ne yapmamı emredersin?” diye sordum. Şöyle buyurdu: “Ey Harmele! İyilik yap, kötülük yapmaktan sakın! İnsanların yanından ayrılıp gittiğin zaman, onların senin hakkında ne söylemelerini duymaktan memnun olacaksan, onu yap! İnsanların yanından ayrılıp gittiğin zaman, onların senin hakkında ne söylemelerini istemezsen, onu da yapmaktan sakın!” Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz'in yanından ayrılıp kafilemin yanına dönünce düşündüm. Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz'in bu tavsiyesi, her şeyi içine alan son derece kapsamlı bir sözdü.” Bu hadîs-i şerîf, onu bize nakleden Harmele (r.a.)'in dediği gibi, her şeyi içine alan çok hikmetli bir sözdür. Buna göre biz, insanların yanından ayrılıp gidince, onların bizim hakkımızda ne söylemelerini duymak istersek, onu yapmalıyız. İnsanların bizim arkamızdan, hakkımızda ne söylemelerini duymak istemezsek, onu yapmaktan da kaçınmalıyız. (İmâm Buhârî, Edebü'l-Müfred, c.1, s.251-252)
Erken seçim, bir kez daha Türkiye siyasetinde ağlarını örüyor. Özel, erken seçim istediğini açıkladı. Toplumun yarısından fazlasının erken seçim talebi olduğunu söyleyen Özel, "İstiyor muyum? Vallahi gelecek hafta olsun istiyorum. Gelecek ay olsun istiyorum erken seçim. Parti birinci partiyken, bu kadar zor durumdaki insanların umudu CHP olmuşken ben neden erken seçim istemeyim?" dedi. Erken seçimin ayak sesleri gelmeye devam ediyor. BirGün Gazetesi yazarı/gazeteci Doğan Tılıç'a konuşan Özgür Özel, erken seçime ilişkin sözlerinin yanlış anlaşıldığını dile getirdi. Röportajının detaylarını ve gündeme dair sıcak başlıkları Tılıç ile değerlendireceğiz. Diğer konuğumuz da Aydın Sezer olacak. Bir yandan da gözler İYİ Parti'de. Koray Aydın'ın istifa edeceği iddiaları hâlâ gündemde. Suların durulmadığı İYİ Parti'de yaşanan gelişmeleri de Mahir Bağış anlatacak. Editör: Aliye Altınışık
Ashâb-ı Kirâm (r.a.e.)'den Mürre el-Fihrî (r.a.)'den rivâyet edildiğine göre, Nebiyy-i Ekrem (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Ben ve yetimi himâye eden kimse, şu iki parmağın birbirine yakınlığı gibi cennette yan yana olacağız.” Tâbiînden Ebû Bekir ibni Hafs (r.a.)'den rivâyet edildiğine göre, Abdullah ibni Ömer (r.a.), sofrasında bir yetim olmadan yemek yemezdi. Tâbiîn âlimi Hasan-ı Basrî (r.a.) şöyle demiştir: “Bir yetim, Abdullah ibni Ömer (r.a.) yemek yerken hep sofrasında bulunurdu. Bir gün kendisine yemek getirmelerini, yetimi de çağırmalarını söyledi, fakat onu bulamadılar. Yetim, İbni Ömer (r.a.) yemeğini yiyip bitirdikten sonra geldi. İbni Ömer (r.a.) ona da yemek getirmelerini söyledi, fakat evde yemek kalmamıştı. Bunun üzerine ona kavut ile bal getirdiler. Abdullah ibni Ömer (r.a.)o yetime: “Haydi başla, vallahi aldanmış sayılmazsın.” dedi. Hasan-ı Basrî (r.a.) bu olayı anlattıktan sonra: “Vallahi İbni Ömer de aldanmamıştır” dedi. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz yetimlere, özellikle de hem anasını hem babasını kaybeden yavrulara sahip çıkmamızı istiyor. Onları bağrımıza basmamızı tavsiye ediyor. Ve kendisinin, yetim hâmisi merhametli kimselerle cennette yan yana bulunacağını müjdeliyor. Yetimi himâye etmek, onu yedirip içirmek, malını koruyup gözetmek, güzel bir eğitim almasını sağlamak demektir. Yetime sahip çıkanlar, âhirette Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'e komşu olacaklardır. İslâm büyükleri, evlerinde yetimleri barındırır, onları incitmemeye çalışırlardı. Abdullah ibni Ömer (r.a.) Peygamber (s.a.v.) Efendimiz gibi yaşamaya çalışır, onun gibi yetimleri koruyup kollar, himâye ettiği yetimle beraber yemek yerdi. Yemek yendikten sonra gelen yetime kahvaltılık gibi bir şey verildi. İbni Ömer (r.a.) onun gönlünü almak için, yemeği kaçırmış olsa bile, yemekten geri kalmayacak güzel şeyler yediğini söyledi. Olayı anlatan Hasan-ı Basrî (r.a.) hazretleri yetime ikrâm etmek sûretiyle İbni Ömer (r.a.)'in de kârlı, kazançlı çıktığını ifâde etti. (İmâm Buhârî, Edebü'l-Müfred, c.1, s.175-177
Weltweite Tourneen, eine Grammy-Nominierung und globale Anerkennung. Mit türkischem Psych-Folk begeistern Altin Gün die Musikwelt. Doch jetzt steht ein neues Kapitel für die Band an: Sängerin Merve Daşdemir verlässt die Band. Hier entlang geht's zu den Links unserer Werbepartner. Hier findet ihr die Live-Dates von Gün. Alle Takeover-Folgen mit Derya Yıldırım: Folge 1: Derya Yıldırım & Grup Şimşek – BAL Folge 2: Fikret Kızılok – Kerem Gibi Folge 3: Barış Manço – Gesi Bağları Folge 4: Arıf Sağ – Tek De Yavrum Folge 5: Ruhi Su – Ben Melamet Hırkasını Folge 6: Selda Bağcan – Tatlı Dilim Folge 7: Neşet Ertaş – Gel Sevelim >> Artikel zum Nachlesen: https://detektor.fm/musik/popfilter-altin-guen-vallahi-yok
Weltweite Tourneen, eine Grammy-Nominierung und globale Anerkennung. Mit türkischem Psych-Folk begeistern Altin Gün die Musikwelt. Doch jetzt steht ein neues Kapitel für die Band an: Sängerin Merve Daşdemir verlässt die Band. Hier entlang geht's zu den Links unserer Werbepartner. Hier findet ihr die Live-Dates von Gün. Alle Takeover-Folgen mit Derya Yıldırım: Folge 1: Derya Yıldırım & Grup Şimşek – BAL Folge 2: Fikret Kızılok – Kerem Gibi Folge 3: Barış Manço – Gesi Bağları Folge 4: Arıf Sağ – Tek De Yavrum Folge 5: Ruhi Su – Ben Melamet Hırkasını Folge 6: Selda Bağcan – Tatlı Dilim Folge 7: Neşet Ertaş – Gel Sevelim >> Artikel zum Nachlesen: https://detektor.fm/musik/popfilter-altin-guen-vallahi-yok
Weltweite Tourneen, eine Grammy-Nominierung und globale Anerkennung. Mit türkischem Psych-Folk begeistern Altin Gün die Musikwelt. Doch jetzt steht ein neues Kapitel für die Band an: Sängerin Merve Daşdemir verlässt die Band. Hier entlang geht's zu den Links unserer Werbepartner. Hier findet ihr die Live-Dates von Gün. Alle Takeover-Folgen mit Derya Yıldırım: Folge 1: Derya Yıldırım & Grup Şimşek – BAL Folge 2: Fikret Kızılok – Kerem Gibi Folge 3: Barış Manço – Gesi Bağları Folge 4: Arıf Sağ – Tek De Yavrum Folge 5: Ruhi Su – Ben Melamet Hırkasını Folge 6: Selda Bağcan – Tatlı Dilim Folge 7: Neşet Ertaş – Gel Sevelim >> Artikel zum Nachlesen: https://detektor.fm/musik/popfilter-altin-guen-vallahi-yok
Weltweite Tourneen, eine Grammy-Nominierung und globale Anerkennung. Mit türkischem Psych-Folk begeistern Altin Gün die Musikwelt. Doch jetzt steht ein neues Kapitel für die Band an: Sängerin Merve Daşdemir verlässt die Band. Hier entlang geht's zu den Links unserer Werbepartner. Hier findet ihr die Live-Dates von Gün. Alle Takeover-Folgen mit Derya Yıldırım: Folge 1: Derya Yıldırım & Grup Şimşek – BAL Folge 2: Fikret Kızılok – Kerem Gibi Folge 3: Barış Manço – Gesi Bağları Folge 4: Arıf Sağ – Tek De Yavrum Folge 5: Ruhi Su – Ben Melamet Hırkasını Folge 6: Selda Bağcan – Tatlı Dilim Folge 7: Neşet Ertaş – Gel Sevelim >> Artikel zum Nachlesen: https://detektor.fm/musik/popfilter-altin-guen-vallahi-yok
Weltweite Tourneen, eine Grammy-Nominierung und globale Anerkennung. Mit türkischem Psych-Folk begeistern Altin Gün die Musikwelt. Doch jetzt steht ein neues Kapitel für die Band an: Sängerin Merve Daşdemir verlässt die Band. Hier entlang geht's zu den Links unserer Werbepartner. Hier findet ihr die Live-Dates von Gün. Alle Takeover-Folgen mit Derya Yıldırım: Folge 1: Derya Yıldırım & Grup Şimşek – BAL Folge 2: Fikret Kızılok – Kerem Gibi Folge 3: Barış Manço – Gesi Bağları Folge 4: Arıf Sağ – Tek De Yavrum Folge 5: Ruhi Su – Ben Melamet Hırkasını Folge 6: Selda Bağcan – Tatlı Dilim Folge 7: Neşet Ertaş – Gel Sevelim >> Artikel zum Nachlesen: https://detektor.fm/musik/popfilter-altin-guen-vallahi-yok
“Hocam, Emirgân'da üç tane villa, Ekrem Bey'in mal beyanında bildirilmemiş.” “Adam sen de! Ne var bunda? Şimdi ortaya çıktı işte. Listeye ekleyiverin gitsin! Kıyamet mi kopar?” “Ekleyelim de Hocam, öyle böyle değil. Tam bir buçuk milyar değerinde o villalar.” “Uzatma Çekirge! Ne çıkar bundan? Zenginin malı, züğürdün çenesini yoruyor. Dün bir vatandaş indirimden oğluna ayakkabı almış, tam bir buçuk milyar verdiğini söylüyordu. Sıfırlar milletin kafasını karıştırıyor, kimse etkilenmez.” “Vallahi ucuza almış. Ben de bizim kıza spor ayakkabı aldım. Tam üç milyon ödedim.” “Gördün mü bak, sen de sıfır virüsünü kapmışsın Çekirge! Milyonu milyarı karıştırdın. Haydi git işine!” MUHA NE? Ekrem Bey diyor ki: “Ben onu muhattap almıyorum, Sayın Cumhurbaşkanı beni muhattap alıyor. Gittiği her yerde benden bahsediyor.” Bir de kelimeyi düzgün söyleyebilse, ne iyi olacak. Muhattap değil, Sayın Başkan ‘muhatap'… Üç hece: Mu-ha-tap. DEPREME HAZIRLIK İÇİN Artık Mısır'daki sağır sultan bile duydu ki İstanbul'un iki büyük sorunu var. Biri deprem riski, diğeri trafik. Ekrem Bey 2019'daki seçim kampanyası sırasında depreme karşı hazırlık yapmak maksadıyla yüz bin konutu dönüştüreceğini vaat etmiş. Beş yıl içinde yapılan ise sadece beş bin konut. O sözünü bütünüyle yerine getirebilmesi için yirmi dönem seçilip İsanbul'u yönetmesi gerekir. Bu da yüz yıl demek. “Ölme eşeğim ölme, bahar gelince sana yonca vereceğim” sözü bile çok iyimser bir vaat. * Yüz bin konut vaadinde bulunmuş ama İstanbul'da acil dönüştürülmesi, yıkılıp yeniden yapılması gereken konut sayısı 600 bin. Bunlar bugün yarın gitti gidecek, yıkıldı yıkılacak cinsten olanlar. Orta vadede ise 1 milyon 500 bin konutun yenilenmesi şart. Acil dönüşüm ne demek? Vakit geçirmeden, bir an önce, bugün yarın, hemen… Ne derseniz deyin. İnsanlar diken üstünde. En ufak tıkırtıda yürekler ağza geliyor. Kedi bir saksıyı devirse, eyvah deprem oluyor diye paniğe kapılanlar var. Uzaktaki bir deprem haberi geldiğinde bile camdan atlayanlar gördük. Büyük deprem şart değil bu 600 bin konut için. Ufak bir sallantı bile büyük risk. * Murat Kurum ilk etapta 600 bin konutu dönüştüreceğini açıkladı. İmamoğlu ise “Yapılamaz” diye cevap yetiştirdi. Kendi açısından bakınca öyle görünmesi normal. Zaten yapılamaz diye düşündüğü için verdiği sözün ancak yirmide birini halledebildi. Murat Bey daha önce yaptığı binaları referans gösteriyor. Adıyaman, Elazığ, Kahramanmaraş ve diğer deprem yaşanan şehirlerde yaptıkları ortada. En önemli ayrıntılardan biri de çok büyük depreme rağmen TOKİ binalarının sapasağlam ayakta kalması. Ya tersi olsaydı? O zaman bir deprem daha yaşanırdı. Adına da TOKİ depremi derdik.
Çocuklarımızdan kalan et parçalarını poşetlere doldurdukları dünya burası. Çok dert ediyorsun burayı” dedi bana. Başkaları “meczup” diyordu ona. Ben “fıtratını korumayı namusu bilen bir salih” demeyi tercih ettim. “İçine doğru kıvrılan bir sincap” da diyebilirdim, insanlar ne dediğimi anlayacak olsaydı. “Çıkmadan size bir çay ikram edeyim mi?” sorusuna “hayır” cevabını verince “o zaman çıkmadan belki de Gazze için hazırladığımız şeylerden almak istersiniz. Böylece bu gece, o paranın Gazzeli çocuklara ulaştığını bilmenin huzuruyla gözyaşlarınız birazcık da olsa azalır. Gerçi, Gazze bu durumdayken gözyaşlarınızın azalması iyi bir şey değil ama anladınız işte ne demek istediğimi” dedi dal gibi bir kız çocuğu bana. Başkaları “gayretli bir genç” derlerdi onu gördüklerinde. Ben “gözleri göz değil, gözistan” demek isterdim insanlar ne dediğimi anlayacak olsaydı. Bunu göze alamadım ve “kızım, seni baştan ayağa kalpten ve merhametten mi inşa ettiler? Ayaklarının dibinde biriken bu gözyaşı pınarının zekatını versen de kurtulsa tüm insanlık” diyebildim. Havaya kalkık şehadet parmağı ve sadece keskinliğini fark edebildiğimiz bir çift gözüyle “berren ve bahren ve cevven” diyerek kalplerimize, nereden kaynaklandığını hem asla bilemediğimiz, hem de aslında çok iyi bildiğimiz o sükûneti indiren o kahramana, vaktiyle bir arkadaşımın Aliya'ya ünlediği gibi “sana dünyanın bütün dillerinde komutanım demek istiyorum” diye ünlemek istedim. Cesaret edemedim ama buna. Kolumun kanadımın kırıklığı sesime de yansıdı ve fısıltıyla bile olsa “komutanım” diyemedim o adama. Kendi canımı onun canından aziz bildiğimi bildim çünkü. Kendi konforumu onun konforundan daha çok önemsediğimi. Hayatımın kocaman bir boşluğa böylece dönüştüğünü hissettim. Yine de çok geldi içimden. Yine de “komutanım, ölerek dünyayı diriltmek nasıl bir şeydir, anlat hele” demek istedim ona. İçine sıkıştığımız bu cenderede telefonunu yenilemek isteyen annesine “iyi bari, o markanın telefonunu alırken bir de tüfek al da Gazzeli bebekleri öldür” diye diklenen o kocaman yürekli çocuklara bakıp şairin “bir ölür bin diriliriz bizden kim usanası” dizesini aklıma getirmenin bir boş teselli olup olmadığını çok düşündüm, yalan yok. Ama sonra şu geldi aklıma. Belki de dünyayı değiştirecek insanları yetiştirecek insanları yetiştirecek insanları yetiştiren kuşağızdır biz. Bütün sünepeliğimize, bütün korkaklığımıza, bütün çekingenliğimize rağmen yine de Allah bizi “uzak bir ihtimalin bekçisi” yapma şerefine nail etmiştir. Vallahi teselli değil. Umut bunun adı. Sadece umut. Umut olmasa insan dünyada bir gün daha kalabilir mi?
Balkan seyahatimizde şiiri ve şuurunu iliklerine kadar duyumsadığımız, yaşadığımız şiir-şehir Ohri'yi yazmaya ve size de yaşatmaya devam ediyoruz Seyfullah Yiğit kardeşimizin şiir gibi akan kaleminden... Balkanların incisi Ohri'ye dün akşam vardık. Çok yoğun ama yorucu olmayan güzel bir gece geçirdik. Ohri, gece ayrı bir güzel, gündüz apayrı güzel bir şehir. Balkan seyahatimizdeki her bir gün sanki bir ay yaşanmış gibi... böyle olunca da yazılar uzuyor... Sevgili okuyucu dikkat ettiysen bizim farklı bir tarzımız var. Balkan seyahatimizi, hayatın olağan akışı içinde vermeye çalışıyoruz. Nasılsa öyle... Fıtrî bir akış içinde yani... Yeni bir güne, 15 Kasım Çarşamba gününe Ohri'de, bulutlu bir havada, göl kenarında merhaba diyoruz. Oda arkadaşım Orkun abi, Ersin abi ve Mustafa abilerle sabah kahvaltıdan önce, erken bir saatte Ohri gölünün kenarında yürüyüşe çıktık. Hava çok temiz. Ohri Gölü çok güzel. Sokaklar çok sakin. Sohbet ede ede yürüyüş yapıyoruz... Geri dönüş yolunda çok tatlı bir yağmur/rahmet var... Yağmur taneleri yavaş yavaş üzerimize yağdırılıyor... Çok sekin bir ruh haliyle hotelimize doğru yürüyoruz... Bu yürüyüş, seyahatimizin unutulmazları arasına girdi bence. Kahvaltı yapıp erkenden çıktık, Ohri şehrini keşfetmek için... Ohri'nin tarihi meydanını çok sevdim. Ohri Gölü, meydana birkaç dakikalık yürüme mesafesinde. Meydan üç yolun kesiştiği bir kavşak üzerinde. Meydanın tam ortasında bir çınar ağacı. Göbeği oldukça geniş olmasına rağmen boyu iki metre gibi. Dalları dört bir yana uzanmış. Çınarın altından geçerken ya da dibinde oturunca kendinizi bambaşka bir ruh halinde buluyorsunuz. Hayallere dalıp dalıp gidiyorsunuz. Kaç asırlıktı bu çınar ağacı? Kaç tane olaya, yangına, depreme, yönetime şahitlik yapmıştı kim bilir... Neler neler yaşamıştı bu koca çınar... Ahh onunla konuşabilseydim. Yanından geçen yüzlerce, binlerce insanın onu dinlemeden geçişine verdiği tepkiyi onun ağzından dinleyebilseydim. Ohri'yi ondan dinleseydim mesela. Seyahat ettiğim şehirlerde, yaşadığım muhitte tanış olup dost olduğum ağaçlar vardır. Onlarla arada bir sohbet ederim temaşa yoluyla... Bingöl'de ikamet ettiğim evimizin az ötesinde Bediüzzaman Said Nursî Parkında bulunan kaç yıllık ağaç dostumu, tanıştırmak isterdim Ohri'de henüz yeni tanıştığım meydandaki çınar ağacıyla... ve dinleyebilseydim yeni tanıştırdığım iki dost ağacımı... onların ağzından Gazze'deki soykırıma verdikleri tepkileri anlayabilseydim. Gazze'deki vahşete ağaçça verilecek tepki nasıl olurdu acaba? Kainattaki bütün varlıklar; gördüğümüz ve görmediğimiz bütün varlıklar... Gazze'deki soykırıma tepki gösteriyorlar. Allah'ı (cc) zikreden müminlerin şehadeti yer ve göğü hüzne boğuyor. Ey kahrolası işgal devleti, terör devleti İsrail! Bu kadar masumun kanına girerek neyi elde edeceksin? Vallahi yıkılacaksın! Enkazın bile yok olacak biiznillah.
Gazze'de bunca zulüm varken, Siyonist köpekler yeniden insan katletmeye başlamışken “bir başka konuda” yazı yazmak gerçekten çok zor geliyor ama yazmazsam cidden çatlayacağım. O yüzden affınıza sığınarak bugün yerel seçimler konusunda biraz kalem oynatmak niyetindeyim. Gerçi bu yazıyı yazmak benim açımdan bir miktar delilik de içeriyor. “Etliye sütlüye karışmadan yazıp yaşayan bunca insanın bir bildiği vardır” bile demeden hem etliye hem de sütlüye karışıyorum her seferinde. Ardından başlıyor aramalar, ince tehditler, dirsek göstermeler... Her seferinde böyle oldu, bundan böyle de böyle devam eder. Fakat “ya ben öleyim mi söylemeyince” demiş bulunduk bir kere. Efendim, malumunuzdur ki siyasi partiler, marttaki yerel yönetim seçimleri öncesi hummalı bir aday belirleme sürecine giriştiler. Tahmin edersiniz ki bu sürecin en gözde partisi, yerel seçimlerden de birinci parti çıkacağı ve en çok belediyeyi alacağı garanti olan AK Parti. Aday adaylarının “her türlü zemini yoklayarak” şanslarını denemelerini, kısmetlerini çağırmalarını her daim “az biraz eğlenceli bulan” biriyim. O yüzden “bu süreç beni biraz eğlendiriyor” desem yeridir. Fakat “bir delilik edip” bazı uyarılarda bulunmayı da boynuma borç biliyorum. TVNET'teki SİYASETEN programında AK Parti'ye ve AK Parti'nin yerel yönetim adaylarını belirleyecek isimlerine, mekanizmalarına tam tamına şunları söyledim: “Arkasında duramayacağımız belediye başkan adaylarıyla lütfen bizi uğraştırmayın. Kabilecilik, hizipçilik, ekipçilik yapar da bizi arkasında duramayacağımız insanlarla muhatap ederseniz bu vebalin altında kalırsınız. Örneğin İstanbul'da iki üç ilçe var AK Parti'nin yönettiği. Ben oralarda oturuyor olsaydım ve mevcut belediye başkanları tekrar aday olarak karşıma konulsaydı onlara oy vermezdim. Çünkü bu yerel seçim. Şehrimi güzelleştirecek adamı seçiyorum. AK Parti'de herkes Recep Tayyip Erdoğan'ın adamı. Hizipçilikle, kabilecilikle alacak mesafemiz yok. Vallahi cezayı keser atar bu halk.” Aslında söylediklerim yeteri kadar açık ama biraz daha derinleştireyim istiyorum. Yerel seçimlerdeki aday belirleme süreçlerinde AK Parti'nin en büyük başarısı “veriye, yönteme ve hassasiyetlere dayalı bir süreç” belirleyerek yoluna devam etmesiydi. Bu sürecin o ya da bu nedenle 2019 seçimlerinde çok da verimli işlemediğini düşünüyorum buradan geriye bakınca. Bunun birkaç nedeni var. Öncelikli neden “nasılsa kazanıyoruz” nedeniydi bence. AK Parti'nin, hele MHP ittifakıyla birlikte açık ara önde olduğu seçim bölgelerinde “nasılsa kazanırız” denilerek bazı tercih yanlışları yapıldı. Doğrusu, o adayların hemen hepsi kazandı ama aralarında belediye başkanlığı performansları öylesine kötü isimler çıktı ki “keşke kazanmasaydı” dedik, diyoruz. Halkla ilişkileri perişan, belediye bütçesi yönetme kabiliyeti zayıf, ortaya proje koyamayan, yönettiği yerin geleceğini planlayamayan bir kısım belediye başkanıyla muhatap olmak zorunda kaldı bazı yerlerde insanlar. Bir de, belki bu başkanlardan da beter olmak üzere “kendi imajı dışında hiçbir şeyi önemsemeyen başkan tipi” diye bir tip çıktı karşımıza. Hatta bu başkanlar “adamın sosyal medya iletişimi çok kuvvetli” diye önümüze başarı hikâyesi olarak konuldu. Ört ki ölek. İkinci neden, seçimler yapılıp adaylar belirlenirken “nitelik” değil, “yakınlık” konusunda bazı inisiyatifler kullanılması oldu. Benim “hizipçilik, ekipçilik, kabilecilik” derken kastım budur. AK Parti'ye gönül vermiş herkesin “Recep Tayyip Erdoğan'ın adamı” olduğu gerçeği bir veri olarak kabul edilmedi de bu geniş halkanın içerisinde bir “bizim adamlar” sekmesi yaratmak istedi bazıları.
Ebû Leheb, Bedir'e iştirak edememişti. Bedir'de Müslümanların zaferi Mekke'ye ulaşınca, sinir krizleri geçirmeye başladı. Gelen haberci, hiç beklenmedik bir hâdiseden, Müslümanlara yardım eden sarıklı askerlerden bahsediyordu. O güne kadar imanını gizlemiş olan Ebû Râfi de denilenleri dinleyenler arasındaydı. Bu sözü duyunca dayanamadı ve “Vallahi bunlar melekler!” dedi. Bunun üzerine Ebû Leheb çıldıracak hâle geldi ve Ebû Râfi'nin üzerine yürüyerek onu ayaklarının altına aldı ve çiğnemeye başladı. Ebû Râfi, Hazreti Abbas'ın kölesiydi. Hazreti Abbas'ın hanımı Ümmü Fadl, koşarak geldi ve Ebû Leheb'in başına elindeki sopayı indiriverdi. “Efendisi yok diye bir köleyi dövüyorsun değil mi?” dedi. Ebû Leheb kardeşinin karısına seslenmedi. Başından akan kanla evine gitti ve bir daha dışarıya çıkamadı. Bu darbenin tesiri, aldığı haberin elemiyle birleşince veya başka bir sebeple “Adese” denilen bir hastalığa yakalanmıştı. O gün, bu hastalık vebadan daha tehlikeli kabul ediliyordu. Malı vardı, evlâtları vardı; fakat hiçbirinin Ebû Leheb'e faydası olmuyordu. Yedi gün kıvrandı durdu. Tek başına kaldı. Öldüğü zaman başucunda kimsecikler yoktu. Ölüsünü almaya dahi giren olmuyordu. Nihayet utandılar. Çölden birkaç bedevî tuttular ve kokuşmuş cesedi bir çukura atarak üzerine taş yığdılar. Kazanma Kuşağında Büyük Kayıp ve Odun Taşıyıcısı Ümmü Cemil *Kabile ve soy olarak en uzak kimseler en erken gelip Allah Rasûlü'ne karabet ve yakınlık kurmaya gayret ederken, Ebû Leheb aksine uzaklaşmayı âdeta kendine bir vazife bilmişti. Nasıl bir kördü ki, yanında doğan ve yükselen Nur Menbaı bir Güneşi görmüyordu. Talih kuşu başındayken onu uçurmuş, kendisini talihsizliğe mahkûm etmişti. O'nun eteğinden tutsaydı, Hazreti Abbas ve “Allah'ın Arslanı” Hazreti Hamza gibi arş-ı kemalât-ı insaniyete çıkması mukadderdi. Fakat o, büyük kazancı ayağının ucuyla itti, aslında böylece kendisini cehenneme itti. *Kur'an-ı Kerim, Ebû Leheb'in hanımı Ümmü Cemil için de “hammâlete'l-hatab – odun taşıyıcısı” diyor ve onun da kocasıyla beraber Cehennem'e yuvarlanacağını bildiriyor. Onlar “Tencere yuvarlanmış kapağını bulmuş” denecek türdendi; biri diğerini destekliyordu; ikisi de küfürde yarışırcasına koşuyor ve aralarında kin, nefret, intikam, gayz, küfür sinerjisi oluşturuyorlardı. Kadın, Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) geçeceği yollara diken atıyordu ayağına batsın diye. Bu çok kavi, sahih rivayetlerde olmasa da menkıbe kitaplarında naklediliyor. Bu açıdan “odun taşıyıcısı” denmesi, Efendimiz'in geçeceği yollara odun, çalı çırpı taşıması dolayısıyla olabilir. Bir diğer yandan da yaptığı şeyler itibarıyla sırtında cehennem ateşini tutuşturacak odunları taşıması cihetiyle odun taşıyıcısı denmesi muhtemeldir. *Diğer taraftan, Peygamber Efendimiz'in öz amcası ve onun eşi olan iki şahsın, açık açık Kur'ân'ın tehditlerinden nasibini alması, Nebiler Serveri'nin her yönüyle vahye/risalete dayandığını ve kendisine vahyedileni aynıyla insanlara bildirdiğini de göstermektedir. Cehennem'de Şeker Şerbet Musluğu Nasıl Olur? *Ayrıca, Cenâb-ı Hakk'ın, Tebbet Sûresi'yle gayet açık bir şekilde, Ebû Leheb ve hanımının Cehennem'e gireceklerini ilan etmesi gaybî bir mucizedir. Çünkü, Kur'ân'ın, Ebû Leheb'in bu kötü sonunu haber verdiği dönemde, ufuklarda bu neticeye emare sayılabilecek en küçük bir iz dahi yoktu. Bu âyetlerin nazil olmasından –yaklaşık– on sene sonra Müslümanların Bedir'de galibiyeti ve müşriklerin mağlubiyeti karşısında küfrü, gayzı, nefreti ve hasedi içinde, tam Kur'ân'ın haber verdiği gibi imansız olarak ölmüş ve bu şekil ölümüyle o da Kur'ân'ın Allah kelâmı olduğunu doğrulamıştı. Bu video 10/05/2015 tarihinde yayınlanan “Yakın Körlüğü ve Ebu Leheb” isimli bamtelinden alınmıştır. Tamamı burada: https://www.herkul.org/bamteli/bamtel...
8 Kasım'daki grup toplantısında İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener, Sakarya Milletvekili Ümit Dikbayır'ın kendi banka hesaplarını incelettiğini ve belediyelerle ticari ilişkilere girdiğini; Genel Sekreter Uğur Poyraz'ın ise kendi aleyhine ve özel kalemi hakkında konuştuğunu iddia etmişti. Öte yandan Poyraz'ın AKP'ye geçen Nebi Hatipoğlu'nun milletvekili olmasını sağladığı da ileri sürülmüştü. Akşener ayrıca öfke patlaması taktiği ile “En fazla naz edilen, sözü kesilen, akıl verilen, en fazla parmak sallanan genel başkan benim. Allah nasip ederse o parmakları tek tek kıracağım. Toprak bizde, iklim bizde, su bizde ama parayı başkaları kazanıyor. Bu eğri düzeni mutlaka değiştireceğiz. İsterse en yakınım olsun. Vallahi billahi değiştireceğim. En yakınım olsun, en güvendiğim olsun. Kazık atan herkesi buradan silmezsem adımı değiştireceğim” ifadelerini kullanmıştır. Akşener öfke patlaması taktiğiyle açıklamalarında İYİ Parti'yi iyilik hareketi olarak tanımlayıp “her türlü pisliğin, güç kullanımının, garibanı ezen anlayışın ve abidik gubidik yapıp cep doldurmaya kalkışanların karşısında, sırtında yara olmayan, tertemiz, gözümün içine baksan arkasının görüldüğü insanlardan oluşan bir partidir. Bunun dışında davrananların içimizde yeri yoktur. Garibanın hakkına giren, bir taraftan insanların emeği karşılığı aç gezdiği Türkiye'de saray rejiminin getirdiği yolsuzlukların, israfların, cebellezilerin en miniği dahi olsa gereğini yapmayan namerttir. Hele gariban kız çocuklarını, hele gariban delikanlıları, onları üzenleri ve istismar edenleri silmezsem adiyim.” gibi içi boş sözler sarf etmiştir. Zira 2023 Mayıs ayında yapılan çifte seçimlerden hemen sonra GİK üyesi İsmet Koçak “Milletvekili sıralarının belirlenmesi parayla satılmış. Bu yönde çok ciddi söylentiler var. Bunun açığa çıkarılması gerekir” dedi. Bu önemli bir iddiaydı ama nedense incelenmedi! AKŞENER NASIL BİR MANİPÜLATÖR Kİ KENDİSİ VE PARTİSİ PARTİ İÇİNDEKİ ÖNEMLİ GÖREVLİLER TARAFINDAN SUÇLANIRKEN ÖFKE NÖBETİ TAKTİKLERİ İLE AK PARTİ'YE SALDIRABİLİYOR? İYİ Parti lideri Akşener nasıl bir manipülatör ki partinin kuruluşundan günümüze kadar gerek kendisi gerekse partisi için çeşitli rüşvet ve yolsuzluk iddiaları parti içindeki önemli ve üst düzeydeki görevliler tarafından ortaya atılmışken ve atılmaya devam ederken bu olaylarla hiçbir ilişki ve alakası şaibesi olmayan AK Parti'yi saray rejimi olarak niteleyip asparagas iddialarla suçlayarak kendisine yönelik iddia ve suçlamaları örtmeye çalışmaktadır. Bu tür söylemler tam da zillet ittifakına yaraşır bir garabettir. MERAL AKŞENER NEDEN İLK AÇIKLAMASINDAN, KENDİ BANKA HESAPLARININ İNCELENDİĞİ İDDİASINDAN ÇARK ETTİ?
Osmanlıca ifadesiyle “isabet-i ayn”, yani (göz değmesi) vardır ve vâkidir. Bazı insanların gözü, baktığı şeye büyük bir hasret ve iştiyakla bakar; erişilmesi güç bir mazhariyet ve nâiliyet hissiyle nazar eder. Böyle derin hasret ve arzu ile bakışlardan sonra bakılan o şeyde bir arıza meydana gelebilir, bir rahatsızlık söz konusu olabilir. Buna isabet-i ayn, yahut göz değmesi denir. Rasûl-ü Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), nazarın hak olduğunu bildirdiği bir hadis-i şerifinde, “Nazar deveyi kazana, insanı mezara girdirir.” buyurmuşlardır. *Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) nazar değmesine karşı, Âyetü'l-Kürsî'yi, İhlâs, Felak ve Nâs sûrelerini okumuş, Ashabına da bunları okumalarını tavsiye buyurmuştur. Ayrıca meşâyih ve ehl-i keşf, nazarın etkisinden korunmak veya nazar isabet etmiş ise kurtulmak için Kalem Sûresi'nin 51. ve 52. âyetlerinin okunmasını tavsiye etmişlerdir. Kalem Sûresi'nde, zikri geçen âyetlerin metni ve anlamı şöyledir: وَإِنْ يَكَادُ الَّذِينَ كَفَرُوا لَيُزْلِقُونَكَ بِأَبْصَارِهِمْ لَمَّا سَمِعُوا الذِّكْرَ وَيَقُولُونَ إِنَّهُ لَمَجْنُونٌ وَمَا هُوَ إِلَّا ذِكْرٌ لِلْعَالَمِينَ “O kâfirler Zikr'i (Kur'ân'ı) işittikleri zaman, hırslarından neredeyse bakışlarıyla seni kaydıracak, âdeta gözleriyle yiyecekler! Ve o ‘delinin teki!' derler. (Delilik nerede, o nerede! Kur'ân'ın hiç delilikle ilgisi mi olur?) Kur'ân olsa olsa, sadece bütün insanlara bir derstir.” “Allah'ın yürüttüğünü kimse durduramaz!..” *Termitler, kubbeler yaptığından dolayı, eserlerine bakıp onları gergedan sanan kimseler var. Yahu Allah yaptırıyor; termitin ne haddine?!. Termitin diğer türleri karıncalar yerin altında bir delik bulur başlarını sokarlarsa, sultanlık sayıyorlar; kendilerini ak sarayda mı, pembe sarayda mı, turuncu sarayda mı zannediyorlar! O termitlere gelince, Selçuklu kubbeleri gibi onlar kubbeler yapıyorlar. Termitin kubbesine bakan onu fil gibi görüyorsa, o kendi zavallı yanılgısına ağlasın. Biz katiyen inanıyor ve biliyoruz ki, Türkiye'deki on beş milyon insanın hepsi on sekiz saatini bu işe vererek aktif hale gelse, yine de Cenâb-ı Hakk'ın inayeti söz konusu olmadan dünyanın yüz yetmiş ülkesinde 1300 okul açılmaz. Vallahi açılmaz. Kültür lokalleri açılmaz.. yurtlar açılmaz.. pansiyonlar açılmaz.. televizyonlar açılmaz.. radyolar açılmaz.. gazeteler çıkmaz.. okuyucu elde edilemez. İnâyet-i ilahiye olmayınca olmaz. *“Bu ölsün de bu iş bitsin!” diyorlar. Yanılıyorsunuz!.. Bir işi Allah sevk ve idare buyuruyorsa ve insanların ihsasları, daha doğrusu iç hamleleri diyebileceğimiz ihtisasları o Allah'ın meşiet-i sübhaniyesiyle ve irade-i sübhaniyesiyle oluyorsa, vallahi billahi tallahi onu kimse durduramaz. Onu Bizans da durduramaz, Pers de durduramaz.. Bizansça hareket edenler de durduramazlar, Persçe hareket edenler de durduramazlar, Allah'ın izniyle. Allah'ın yürüttüğünü kimse durduramaz!.. Bu video 17/05/2015 tarihinde yayınlanan “Rabbimize Sığınıyoruz” isimli bamtelinden alınmıştır. Tamamı burada: https://www.herkul.org/bamteli/bamtel...
‘'Adnan Hoca, ilginç bir adam: Resmen hem eğleniyor hem de hocalık yapıyor... Fonda bugüne kadar gördüğüm en güzel Telli Turna klibi, muhafazakâr kesimin bu kanadının geldiği noktayı çok güzel anlatıyor... Vallahi, onun şu seanslarından birine katılmaya talibim... Söz veriyorum. Hiçbir şeye, hiçbir yere dokumam!” ‘Ahtapot' lakaplı Ertuğrul Özhedonist, “Hocam, beni de alın aranıza” başlıklı yazısında (24 Haziran 2018) aynen böyle diyordu. Adnan Oktar'ın tutuklanmasından üç hafta öncesiydi! Mister Oktar ile silahlı suç örgütüne yapılan operasyonun ardından, Ertuğrul Özpişkin, “Adnan Hoca Güzellemesi” yaptığı o yazısını “yok” farz ediyordu! FONDAKİ SESLENİŞ - Bana, bukalemunun resmini yapabilir misin, Abidin? GLADYO'NUN KOLLARI Adnan ile Ertuğrul, sadece “Hedonist (Hazcı) Biraderler” değildi. Ya? Komprador Burjuvazi masasının farklı şubelerinde görev yapan elemanlardır. “Hoca” maskeli Adnan, “İslam'ı ifsat etme” hedefiyle 1986'da yola çıkarılmıştı. Etki Ajanı Ertuğrul da 1986'da Amiral Gemisi Hürriyet'e katılmıştı. DÖRT YIL SONRA Ertuğrul'un Amiral Gemisi'nin Kaptan Köşkü'ne oturduğu yıl, Tan gazetesinde şu başlık dikkat çekiyordu: “Ben bir gericiydim, diyen Adnan Hoca açıklıyor: Neden Atatürkçü oldum?” Haberin spotunda şunlar yazılıydı: “10 Kasım günü müritleriyle birlikte Anıtkabir'i ziyaret ettiği için şimşekleri üzerine çeken Adnan Hoca... ‘Biz, bir gecede Atatürkçü olmadık. İnceledik, tarihine, devrimlerine baktık; yolumuzu ondan sonra çizdik. Bizi baltalamak, Atatürkçülüğe darbe olur!” (14 Kasım 1990) PARALEL YÜRÜDÜLER Adnan, 2018'de tutuklandığında, suç örgütünün FETÖ bağlantıları da ortaya çıkmıştı. “Dini Cemaat” maskeli bir Gladyo örgütü olan FETÖ'nün, 15 Temmuz'daki darbe teşebbüsü gecesi... Paralel “Yurtta Sulh” Cuntası... TRT'de okutturduğu korsan bildiride, laikliğe “bağlılığını” bildirmiş; NATO'ya “selam” çakmıştı! DÜNDEN BUGÜNE
Hal Dili ve Peygamber Efendimiz *İnsanlığın bugün beklediği bir şey var ki maalesef o bir iki asırdır bizim yitirdiğimiz şeydir: Hâl ve temsil! Hâl ile halledilmeyecek problem yoktur. Rasûl-ü Ekrem ve Sahâbe-i Kirâm efendilerimizin belki en müessir yanları, onların hâl ve temsilleriydi. Onları derinden derine tetkik eden insanlar, “Vallahi çehresinde, tavır ve davranışlarında yalan yok!” diyorlardı. *Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz söylediği her hakikati öncelikle kendi hayatına tatbik ediyordu. Mesela, zühd, tevazu ve mahviyet tavsiye buyuruyorsa, her güzel ahlakta olduğu gibi, önce kendisi o hususta zirveyi tutuyordu. *Rasûl-ü Ekrem Efendimiz'in (aleyhissalatü vesselam) hasır üzerinde istirahat buyurması ve hasırın da vücudunda iz bırakması sebebiyle Hazreti Ömer'in gözleri dolu dolu, “Yâ Rasûlallah! Sasaniler şöyle, Romalılar böyle…” diyerek O'nun da dünya nimetlerinden biraz istifade etmesi gerektiğini ima etmesi üzerine Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğu rivayet edilir: “İstemez misin, yâ Ömer! Dünya onların, ahiret de bizim olsun!” *Ayrıca Efendimiz şunu söyler: مَا لِي وَمَا لِلدُّنْيَا مَا أَنَا فِي الدُّنْيَا إِلَّا كَرَاكِبٍ اسْتَظَلَّ تَحْتَ شَجَرَةٍ ثُمَّ رَاحَ وَتَرَكَهَا “Benim dünya ile ne alâkam olabilir ki! Benim dünyadaki hâlim, bir ağacın altında gölgelenip azıcık dinlendikten sonra yoluna devam eden bir yolcunun hâline benzer.” Bu video 23/08/2015 tarihinde yayınlanan “Hal ve Ümit” isimli bamtelinden alınmıştır. Tamamı burada: https://www.herkul.org/bamteli/bamtel...
Müslümanlık adına öyle bir fakr u zaruret yaşıyoruz ki hiç sormayın! Müslümanlık açısından dilencilerden daha fazla dilenciyiz. Maalesef böyle bir ortamda neşet ettik! Buna rağmen Allah'ın verdiğine hamd u sena olsun! Binlerce hamd u sena olsun ki küfür gayyasına yuvarlanmadık, rüşvet almadık, haram yemedik, saraylara dilbeste olmadık; evlatlarımızı, eşlerimizi, çoluk çocuklarımızı, torunlarımızı kayırma ve yakınlarımızı kollama sevdasına düşmedik!.. *Hazreti Esved, ruhunun ufkuna yürüdükten sonra rüyada görüyorlar; “Orada ne muamele gördün, nasıl karşılandın?” diye soruyorlar; “Vallahi, nübüvvetle aramda dört parmak bir mesafe kalmış gibi muamele ettiler.” cevabını veriyor. *Hakiki kulluğu Esved bin Yezid gibi büyüklerin anlayışında aramak lazım!.. Şeklî Müslümanlıkla iktifa etmemek lazım!.. Şekilde, surette ve kültür Müslümanlığında takılıp kalmamak, marifet adına hep “Daha yok mu?” demek ve sürekli derinleşme peşinde olmak lazım. *Bir kudsî hadiste “İki korkuyu cem etmem, iki emniyeti de birden vermem” buyuruyor Allah (celle celalühu). Korkusunu dünyada yaşamış, burada o hissesini kullanmış insanlar, öbür tarafta öyle bir şeye maruz kalmazlar. Burada sere serpe, hep emniyet ve güven içinde yaşayan, “Şu villa senin, bu villa benim; şu saray senin, bu saray benim!” deyip ömrünü hep bohemce zevk u safada geçiren insanlar, korkuyu ötede duyarlar. “Keşke falanı dost, rehber, serkar edinmeseydim!” deyip inleyecekler!.. *Korkuyu ötede yaşayacak olan insanlar “keşke”lerle inleyecekler. İnleyecek, parmaklarını ısıracak ve şöyle diyecekler: “Eyvah! Keşke o Peygamberle birlikte bir yol tutsaydım! Eyvah! Keşke falanı dost edinmeseydim! Vallahi bana gelen öğütten (Kur'ân'dan) beni o uzaklaştırdı.” (Furkan, 25/27-29) *Evet böyle feryat edecekler: “Keşke falanların arkasına düşmeseydik, filanları desteklemeseydik, falanların yalanlarına, iftiralarına inanmasaydık; hiç olmazsa medenice, entelektüelce başkaldırsaydık, ‘Yeter artık!' deseydik, nankörlük yapmasaydık…” Böyle diyecekler ama bu yakarışları bir fayda vermeyecek. *Ne acıdır ötede böyle bir nedamete düşmek: “Beni yoldan çıkardılar: Villalar verdiler, insanlığımı satın aldılar. Paralar verdiler, ahsen-i takvime mazhariyetimi satın aldılar, Allah'la münasebetimi satın aldılar, Efendimiz'le münasebetimi satın aldılar. Yalanlarla beni kandırdılar, vadettikleri şeylerle başımı döndürdüler, bakışımı bulandırdılar da doğru yolu bıraktım ve ben de onların arkasına düştüm; yanlışlarında bile onları alkışladım, baştacı ve serkar yaptım, arkalarından gittim; gittim ama kendime ettim!..” Böyle inleyecekler ama oradaki pişmanlık hiç fayda vermeyecek. Bu video 20/09/2015 tarihinde yayınlanan “Yüce Hedefe Kilitli Ruhlar” isimli bamtelinden alınmıştır. Tamamı burada: https://www.herkul.org/bamteli/bamtel...
Tekebbür, kip itibarıyla büyüklendikçe büyüklenmek demektir; tabiatında büyüklük bulunmayan, zatında büyük olmayan, sıfır ibn-i sıfır, sıfır ibn-i sıfır birinin kibirlenmesidir. Aslında küçük olan insanlar bir aşağılık duygusunun gereği olarak büyük görünme kompleksine girerler. *Aslında kelam-ı kibâr olan ama hadis diye şâyi bulunan “Et-Tekebbürü ale'l-mütekebbiri sadakatün – Mütekebbire karşı tekebbür sadakadır.” sözü yanlış yorumlanmakta ve uygulanmaktadır. Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz'in beyanları arasında böyle bir söz yoktur. Eğer bir büyük tarafından söylenmişse, ona da makul bir mahmil bulmak lazımdır: Şayet birisi seni hor hakir görüyor ve sana tepeden bakıyorsa, ona zillet göstermek insanlığına karşı saygısızlıktır. Fakat bu sözü haşa ve kellâ “Biri geldi, ayağını ayağının üstüne attı; o halde ben de atayım. Çünkü kibirlenen birine karşı kibir tavrı sergilemek sadaka sayılır!” deyip o şekilde davranmak doğru değildir. Rica ederim, dünyanın süper güçlerinden vezir seviyesinde elçiler, İnsanlığın İftihar Tablosu'nun huzuruna gelip kendilerine göre bir tavır aldıklarında O (aleyhissalâtü vesselam) Şah İsmail'in tahtı gibi bir tahta kurulup ayağını ayağının üstüne mi attı?!. Öyle yapmadığı gibi, dışarıdan gelen insanlar çoğu zaman O'nu cemaat içinde tefrik dahi edemiyorlardı. Allah Rasûlü, “taayyün-i evvel”in kahramanıydı ama insanlardan bir insan olarak yaşardı!.. *İnsanlığın İftihar Tablosu, büyüklüğüne ve faziletlerine rağmen (Hazreti Ali'nin dile getirdiği) كُنْ عِنْدَ النَّاسِ فَرْدًا مِنَ النَّاسِ “İnsanlar içinde insanlardan bir insan ol!” düsturunu haliyle temsil ediyordu. Belki çoğu kimselerde Abdullah İbn-i Selam'daki firaset yoktu; o, Efendimiz'i görür görmez, “Vallahi bu simada yalan yok!” deyivermişti. Doğrusu, Allah Rasûlü'nün güzellerden güzel cemalini gören bir ehl-i basiret O'nu hemen fark ederdi. Fakat o firasette olmayan, o ölçüde kıvamı bulunmayan kimseler İnsanlığın İftihar Tablosu'nu ilk bakışta tefrik edemezlerdi; zira O aralarında bulunduğu insanlardan farklı bir duruş ve hareket ortaya koymazdı. Mesela; Hicret esnasında Kubâ'da istirahat buyurduğu esnada Allah Rasûlü'nü ziyaret için koşan insanlar ancak Hazreti Ebu Bekir'in işaret etmesiyle Kendisine yöneliyorlardı; zira o farklılık ifade eden hiçbir tavır sergilemiyordu. *Ruh-u Seyyidi'l-Enâm (aleyhissalâtü vesselam) Efendimiz, tasavvufî ifadesiyle “taayyün-i evvel”in kahramanıdır; “Sen olmasaydın, şu âlemleri yaratmazdım” kudsî hadisinin mazharıdır. Bu hadis, hadis kriterleri açısından sahih olmasa bile mânâ itibarıyla doğrudur; çünkü o “Muarrif” olmasaydı, bu âlemlerden de, bu kitaptan da hiç kimse bir şey anlamayacaktı. O halde bu hadisin mânâsı şudur: “Ey Rasûlüm! Bu kitapların okunması da, mânâlarının şerhi de senin sayende oldu. Öyleyse sen elindeki Kur'ân'la her şeyin kavl-i şârihi, tefsir-i vâzıhısın.” *Kibir, kirli gönüllerin kiridir. Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) buyuyor ki: “Kalbinde zerre kadar kibir bulunan Cennet'e giremez!” Bu video 06/12/2015 tarihinde yayınlanan “Sıra Bizde” isimli bamtelinden alınmıştır.
0:10 Peygamberimiz neden çok evlilik yapmıştır? 01: 27 Efendimiz (S.A.V) niçin 9 kadınla evlendi? 02: 38 Efendimiz (S.A.V) ‘in izdivaçlarının hiçbirinde şehevî ve beşerî bir duygu bahis mevzu değildir 06: 35 Efendimiz (a.s.m) Hz. Hatice ile 23 seneye yakın bir zaman beraber kaldı 07: 17 Efendimiz (a.s.m) evvela 48 yaşına kadar bir kadınla hayatını geçiriyor 08: 24 Efendimiz (S.A.V)'in bu çok kadınlarla evlenmesinde esas ümmetini talim ve irşad vardı 10: 12 Bunlar bir yönüyle Efendimiz (a.s.m)'in zevceleri, fakat esas vazifeleri itibariyle Peygamber Efendimiz (S.A.V)'in talebeleri, tilmizleri ve kadınlık âleminin de mürşideleri, muallimeleriydi 11: 47 Efendimiz (a.s.m) ‘in zevceleri daha ziyade o saadet hanesinde birer talebe ve bize göre de birer mürşide muallimedir 14: 47 Efendimiz (a.s.m) zevceleri vesilesiyle birçok kabile ve cemaat ile akrabalık ilişkisi kurmuş oldu…. (özet başlık) 18: 51 Bir yönüyle de Efendimiz (a.s.m) ‘in bu çok izdivaçlarının her birisini bir yönde jeopolitik bir mücadelenin, bir muharebenin, bir kavganın ifadesi olarak görüyoruz 20: 10 Efendimiz (a.s.m)'in birden fazla izdivaç yapmasının hikmetleri…(özet başlık) 24: 05 Hz. Aişe (r.a) : Vallahi ben Allah ve Resulullahî isterim, aç da olsam susuz da olsam 25: 30 Eğer kadınlar hakikaten Allah'ın ahirette kendilerine vereceği payeyi bilebilseler, hakikaten bin tane kadın eğer cevaz olsa Resulü Ekrem'in nikahının altında ölmek için yarışa girmelidir
*Aslında namaz ve özellikle secde, Allah'la münasebeti ve kulluktaki mahviyeti ifade eder: “Baş-ayak aynı yerde, öper alnı seccade / İşte, insanı yakınlığa taşıyan cadde..!” İnsan o caddede yürüyorsa, O'na yaklaşır. *Hazreti Sâdık u Masduk'a isnad edilen bir hoş sözde: مَنْ تَوَاضَعَ لِلَّهِ رَفَعَهُ اللهُ وَمَنْ تَكَبَّرَ وَضَعَهُ اللهُ “Allah için yüzü yerde olanı Allah yükselttikçe yükseltir, kibre girip çalım çakanı da yerin dibine batırır.” denmektedir. Bir kudsî hadîste de Cenâb-ı Hak, “Kibriya, Benim ridâm; azamet ise, Benim izârımdır. Kim Benimle bu mevzuda yarışa kalkışır ve bunları paylaşmaya yeltenirse, onu cehenneme atarım!” buyurmaktadır. Kibir, basireti kör eden bir perdedir. Kibirle meşbû bulunan bir vicdan, kâinatta sayfa sayfa yazılmış mucizeleri göremez, mahlûkatın binlerce dille anlattığı hakikatleri idrak edip anlayamaz. Zira basiret körleşince basar da idrak adına hiçbir işe yaramaz. “Büyüklerde büyüklük alâmeti tevazu ve mahviyet, küçüklerde küçüklük emaresi de kibir ve enaniyettir.” *İnsanlığın İftihar Tablosu, büyüklüğüne ve faziletlerine rağmen (Hazreti Ali'nin dile getirdiği) كُنْ عِنْدَ النَّاسِ فَرْدًا مِنَ النَّاسِ “İnsanlar içinde insanlardan bir insan ol!” düsturunu haliyle temsil ediyordu. Belki çoğu kimselerde Abdullah İbn-i Selam'daki firâset yoktu; o, Efendimiz'i görür görmez, “Vallahi bu simada yalan yok!” deyivermişti. Doğrusu, Allah Rasûlü'nün güzellerden güzel cemalini gören bir ehl-i basiret O'nu hemen fark ederdi. Fakat o firâsette olmayan, o ölçüde kıvamı bulunmayan kimseler İnsanlığın İftihar Tablosu'nu ilk bakışta tefrik edemezlerdi; zira O aralarında bulunduğu insanlardan farklı bir duruş ve hareket ortaya koymazdı. Mesela; Hicret esnasında Kubâ'da istirahat buyurduğu esnada, Allah Rasûlü'nü ziyaret için koşan insanlar ancak Hazreti Ebu Bekir'in işaret etmesiyle Kendisine yöneliyorlardı; zira O, farklılık ifade eden hiçbir tavır sergilemiyordu. *Dini çok iyi anlayan ve onu hayatlarına hayat kılan sahabe-i kiram efendilerimizin, iman atmosferinde huzur ve itminan solukladıkları aynı anda akıbet-endiş olduklarını da görüyoruz. Meselâ tevâzu ve mahviyetle iki büklüm yaşayan Hazreti Ebû Bekir Sıddık efendimizin Cenâb-ı Hakk'a tazarru ve niyazda bulunurken kullandığı şu ifadeler bunun güzel ve çarpıcı bir misalini teşkil eder: جُدْ بِلُطْفِكَ يَـا إِلهِي مَـنْ لَـهُ زَادٌ قَـلِيـلْ مُفْلِـسٌ بِالصِّدْقِ يَأْتِـي عِنْدَ بَابِـكَ يَاجَلِيلْ ذَنْبُهُ ذَنْبٌ عَظِيمٌ فَاغْفِرِ الـذَّنْـبَ الْعَظِيـمْ إِنَّهُ شَخْـصٌ غَرِيبٌ مٌذْنِـبٌ عَبْـدٌ ذَلِيـلٌ مِنْهُ عِصْيَـانٌ وَنِسْيَـانٌ وَسَهْـوٌ بَعْدَ سَهْـوْ مِنْكَ إِحْسَانٌ وَفَضْلٌ بَعْـدَ إِعْـطَاءِ الْجَزِيـلْ “Lütfunu esirgeme ey Rab bu kuluna ki, azığı pek kalîl, İflas etmiş olsa da sadakatle yine kapına geldi ey Celîl! Günahı pek büyük; Sen o günahları yarlığa ne olur, Hali de pek acip, hem günahkâr bir abd-i zelîl. Onunki isyan, onunki nisyan ve hata üstüne hata, Senden ihsan üstüne ihsan, hem de atâ-yı cezîl.”
Bu video 13/03/2016 tarihinde yayınlanan “Kıvam Kahramanları” isimli bamtelinden alınmıştır. Tamamı burada: https://www.herkul.org/bamteli/bamtel... *O dönemdeki insanların o amudî kıvamlarına vesile olan farklı hususlar vardı ki bunların başında İnsanlığın İftihar Tablosu'nun insibağı geliyordu. O, öyle bir mahiyet-i ulviyeye sahip idi ki, önyargısız ve insaflı birinin sadece O'nu görmesi yeterdi; Abdullah bin Selam gibi O'na bakar bakmaz “Vallahi bu çehrede yalan yok!” derdi. *Ashab-ı Kiram'da dine adanmışlık ve ahiret hedefli yaşama ruh hali vardı. Kur'an nurları ve Rasûl-ü Ekrem Efendimiz'in insibağı onları en kötü şartlara dahi hazır hale getirmişti. Defalarca imtihandan geçeceklerine, zaman zaman düşmanla yaka paça olacaklarına, maldan ve candan fedakârlık gerektiren hadiselerle karşı karşıya kalacaklarına ve bütün tehlikelere/tehditlere mukabil dimdik durarak sonraki nesillere de hüsn-ü misal teşkil etmekle vazifeli bulunduklarına gönülden inanmışlardı. Evet, Allah'ın ve Rasûlü'nün verdiği haberler iliklerine ve nöronlarına öyle işlemişti ki, onlara kendi varlıklarına inanmanın ötesinde inanıyorlardı. *Onlar arasında sürekli Kur'an-ı Kerim ayetleri nazil oluyordu. O muhitin kuvve-i inbatiyesini ve o Kamer-i Münir'in nurlarını yanlarına alarak, O'nun etrafında bir hâle haline gelen o insanlar sürekli vahyin sağanağıyla arınıyorlardı. Vahiy, onlara sadece mükellefiyetlerini anlatmıyordu; aralarındaki muhaverelere işaret ediyor, yapmaları gerekli olan şeyleri bildiriyor, bazı yanlışların tashihini yapıyor ve bir kısım pozitif şeyleri de takdirle anıyordu. Böylece, onlar kendilerini hep o vahiy sağanağı altında hissediyor; ayetleri kendileriyle çok alakalı olarak duyuyorlardı. Bu konuda “esbâb-ı nüzul” meselesini düşünmek ufuk açıcı olacaktır. O, “Yürüyün Sasaniler'in üzerine” dediği zaman, sadece otuz kişi olsalardı bile yürürlerdi. *Allah Rasûlü'nün bişaretleri vardı. O müjdeler de sahabede çok ciddi bir metafizik gerilime sebebiyet veriyordu. Beraber bulunmanın, birlikte oturup kalkmanın ve O'ndaki güvenin kazandırdığı sinerjinin yanında verdiği bişaretlerle de öyle bir metafizik gerilim hâsıl oluyordu ki, O, “Yürüyün Sasaniler'in üzerine” dediği zaman, sadece otuz kişi olsalardı bile yürürlerdi. *Bu cümleden olarak, Hendek Harbi'nde bir aralık büyükçe bir kaya çıkmıştı karşılarına; Ashab-ı Kiram'dan güçlü kuvvetli insanlar bile o kayayı parçalayamamışlardı. Onlar, en küçük dertlerini dahi Allah Rasûlü'ne söylerlerdi; bu büyük kayayı da O'na haber verdiler. İnsanlığın İftihar Tablosu, manivelası elinde geldi ve onunla taşı parçalamaya başladı. O, manivelasını indirdikçe taştan kıvılcımlar fışkırıyor.. ve sanki aynı esnada Allah Rasûlü'nde de vahiy ve ilham kıvılcımları çakıyordu. Her vuruşta bir müjde veriyordu: “Bana şu anda Bizans'ın anahtarları verildi. İran'ın anahtarlarının bana verildiğini müşâhede ediyorum… Bana Yemen'in anahtarları verildi; şu anda bulunduğum yerden San'â'nın kapılarını görüyorum.” O en olumsuz şartlar içinde bile Ashâb-ı Kiram bu müjdelerin bir gün mutlaka gerçekleşeceğine gönülden inanıyorlardı.
Bu video 13/03/2016 tarihinde yayınlanan “Kıvam Kahramanları” isimli bamtelinden alınmıştır. Tamamı burada: https://www.herkul.org/bamteli/bamtel... *O dönemdeki insanların o amudî kıvamlarına vesile olan farklı hususlar vardı ki bunların başında İnsanlığın İftihar Tablosu'nun insibağı geliyordu. O, öyle bir mahiyet-i ulviyeye sahip idi ki, önyargısız ve insaflı birinin sadece O'nu görmesi yeterdi; Abdullah bin Selam gibi O'na bakar bakmaz “Vallahi bu çehrede yalan yok!” derdi. *Ashab-ı Kiram'da dine adanmışlık ve ahiret hedefli yaşama ruh hali vardı. Kur'an nurları ve Rasûl-ü Ekrem Efendimiz'in insibağı onları en kötü şartlara dahi hazır hale getirmişti. Defalarca imtihandan geçeceklerine, zaman zaman düşmanla yaka paça olacaklarına, maldan ve candan fedakârlık gerektiren hadiselerle karşı karşıya kalacaklarına ve bütün tehlikelere/tehditlere mukabil dimdik durarak sonraki nesillere de hüsn-ü misal teşkil etmekle vazifeli bulunduklarına gönülden inanmışlardı. Evet, Allah'ın ve Rasûlü'nün verdiği haberler iliklerine ve nöronlarına öyle işlemişti ki, onlara kendi varlıklarına inanmanın ötesinde inanıyorlardı. *Onlar arasında sürekli Kur'an-ı Kerim ayetleri nazil oluyordu. O muhitin kuvve-i inbatiyesini ve o Kamer-i Münir'in nurlarını yanlarına alarak, O'nun etrafında bir hâle haline gelen o insanlar sürekli vahyin sağanağıyla arınıyorlardı. Vahiy, onlara sadece mükellefiyetlerini anlatmıyordu; aralarındaki muhaverelere işaret ediyor, yapmaları gerekli olan şeyleri bildiriyor, bazı yanlışların tashihini yapıyor ve bir kısım pozitif şeyleri de takdirle anıyordu. Böylece, onlar kendilerini hep o vahiy sağanağı altında hissediyor; ayetleri kendileriyle çok alakalı olarak duyuyorlardı. Bu konuda “esbâb-ı nüzul” meselesini düşünmek ufuk açıcı olacaktır. O, “Yürüyün Sasaniler'in üzerine” dediği zaman, sadece otuz kişi olsalardı bile yürürlerdi. *Allah Rasûlü'nün bişaretleri vardı. O müjdeler de sahabede çok ciddi bir metafizik gerilime sebebiyet veriyordu. Beraber bulunmanın, birlikte oturup kalkmanın ve O'ndaki güvenin kazandırdığı sinerjinin yanında verdiği bişaretlerle de öyle bir metafizik gerilim hâsıl oluyordu ki, O, “Yürüyün Sasaniler'in üzerine” dediği zaman, sadece otuz kişi olsalardı bile yürürlerdi. *Bu cümleden olarak, Hendek Harbi'nde bir aralık büyükçe bir kaya çıkmıştı karşılarına; Ashab-ı Kiram'dan güçlü kuvvetli insanlar bile o kayayı parçalayamamışlardı. Onlar, en küçük dertlerini dahi Allah Rasûlü'ne söylerlerdi; bu büyük kayayı da O'na haber verdiler. İnsanlığın İftihar Tablosu, manivelası elinde geldi ve onunla taşı parçalamaya başladı. O, manivelasını indirdikçe taştan kıvılcımlar fışkırıyor.. ve sanki aynı esnada Allah Rasûlü'nde de vahiy ve ilham kıvılcımları çakıyordu. Her vuruşta bir müjde veriyordu: “Bana şu anda Bizans'ın anahtarları verildi. İran'ın anahtarlarının bana verildiğini müşâhede ediyorum… Bana Yemen'in anahtarları verildi; şu anda bulunduğum yerden San'â'nın kapılarını görüyorum.” O en olumsuz şartlar içinde bile Ashâb-ı Kiram bu müjdelerin bir gün mutlaka gerçekleşeceğine gönülden inanıyorlardı.
Bu video 03/04/2016 tarihinde yayınlanan “Huzurun Üç Şartı ve Dip Dalga” isimli bamtelinden alınmıştır. Tamamı burada: https://www.herkul.org/bamteli/bamtel... Ötede boş ve manasız “keşke”lerle kıvranmamanın yolu burada istikamet üzere yaşamaktan geçer. *Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor: وَيَوْمَ يَعَضُّ الظَّالِمُ عَلَى يَدَيْهِ يَقُولُ يَا لَيْتَنِي اتَّخَذْتُ مَعَ الرَّسُولِ سَبِيلاً يَا وَيْلَتَى لَيْتَنِي لَمْ أَتَّخِذْ فُلَاناً خَلِيلاً لَقَدْ أَضَلَّنِي عَنِ الذِّكْرِ بَعْدَ إِذْ جَاءَنِي وَكَانَ الشَّيْطَانُ لِلْإِنْسَانِ خَذُولاً “O gün zalim, parmaklarını ısırır der ki: Eyvah! Keşke o Peygamberle birlikte bir yol tutsaydım! Eyvah! Keşke falanı dost edinmeseydim! Vallahi bana gelen öğütten (Kur'ân'dan) beni o uzaklaştırdı. Zaten şeytan, insanı işte böyle uçuruma sürükleyip sonra da yüzüstü, yalnız bırakır.” (Furkan, 25/27-29) İnsanın ötede boş ve manasız “keşke, keşke”lerle feryad ü figan etmemesi burada istikamet üzere yaşamasına bağlıdır. *Falan filanın “güft u gû”suna takılmadan, “paralel” demesine bakmadan, “terör örgütü” iftirasına aldırmadan bize düşen vazifeyi kusursuz, arızasız yerine getirmeye çalışmamız lazım. *Şayet günümüzün zalimlerinin ve yandaşlarının dediklerine kulak verirseniz, Hakk'a karşı vazife ve sorumluluklarınızı hakkıyla eda etmekten geri kalırsınız. *Ben ilgili haberlere bakmadım ama Kıtmir'in giydiği şu cübbeyi bile bilmem kimin elbiselerinin rengine benziyormuş ve bir mesajmış diye yorumlamışlar. Bu türlü işaretlerle böyle içtihatta bulunma dehası!.. Ebu Hanife olsaydı bu dönemde, onların dizlerinin dibine oturur ve derdi ki: “Ben bu meselenin temel esprisini anlamadım, bana da öğretin bunu, ben de böyle içtihat yapayım!” Böyle ahmak-ı humeka bir kısım müçtehitler, olmayacak şeylerden olmayacak manalar çıkarıyorlar. Ağaç yaprağının dökülüp gübre olmasından bir mana, cübbeden bir mana, elini hareket ettirmenden bir mana… Millet aklını böylesine kaybetmişse, zannediyorum bunları tedavi edecek tımarhanelerle bunların hakkından gelemezsiniz.
Yapacak insan yapar; tehdit etmez... Hele ki kendine ‘lider' pozisyonunu yakıştırmış biri, zinhar bu yola girmez... Kurusıkı atıyor durumuna düşmez... Gerçekten liderse tabii... CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu'nun önceki gün partisinin grup toplantısında yaptığı konuşma, yine bir siyasi iletişim dersi konusu olacak nitelikte... Tabii ‘nasıl olmamalı' örneği kapsamında... Ne demişti Genel Başkan? “Görüyoruz ki işi kayyuma kadar götürme hevesindeler... Ekrem başkanımıza bu komployu devam ettirirlerse, Allah korusun kayyum atama aptallığına girişilirse, bunu bir diktatörün halkına uyguladığı terörizm olarak kabul edeceğiz ve göreceğiz. Ve bu terörizme karşı her türlü mücadeleyi vereceğiz. Bunu yapmaya kalkarlarsa, kimse daha fazla Bay Kemal'den sabır beklemesin; açık ve net söylüyorum. Sakın hataya düşmesinler. Vallahi ve billahi cehennemin kapılarını açarlar, hiç kimse için iyi olmaz...” Özellikle şu “Vallahi ve billahi cehennemin kapılarını açarlar” cümlesine takıldık kaldık... Medyaya manşeti vermiş, kendinden söz ettirmeyi başarmış yine ama ne uğruna... Öyle ya bu ülkede “Kadınları dövmek lazım” diyen Levent diye biri vardı... Bu ifadesiyle kendinden bahsettirmeyi başarmıştı... Böyle şok edici laflar hep konuşuldu, konuşulur... Hatta sahipleri bir süre için ‘ünlü' de olurlar... Oldular da ne oldu?.. Ne kazandılar?.. Tabii söz konusu bir siyasi partinin genel başkanıysa, başka sorular da sormak lazım... Mesela Kılıçdaroğlu, bu sözüyle neyi kastediyor, ne vadediyor?.. Cehennemin çağrıştırdıklarını bir düşünelim... Kaos, sıkıntı, bunalım, ateş, karanlık, ceza... Peki, siyasi vaat böyle bir şey mi? Bir lider bunu mu vadeder?.. Konuşmaya baktıkça sorularımız çeşitleniyor... Bir siyasi parti lideri, bir Cumhurbaşkanı adayı ülkenin seçilmiş Cumhurbaşkanı'na ‘diktatör', hukukuna ‘terörizm' tanımı getirebilir mi?.. Bu tutumunu CHP'li ve HDP'li milletvekilleri ile belediye başkanları söz konusu olduğunda habire tekrarlar mı? CHP ve HDP mensupları yasalardan muaf mıdır?.. Onlarla ilgili hukuki bir süreç başladığında, sonucunu dahi beklemeden reddedilebilir mi? Bu insanlar hukukun üstünde midirler ki; yasal süreçlere tabi olmaları bile kaos (cehennem) anlamına gelsin?.. Neden bu iki partinin mensupları söz konusu olduğunda yapılan her işlem, yasaların usulüne uygun çalıştırılması, sonuçlanması dahi beklenmeden ‘komplo' olarak ilan edilir? Hayırdır, bu ayrıcalık nereden geliyor? Gözümüze takılanlar...
#hocaefendi #fethullahgulen #mizan Bu video 10/04/2016 tarihinde yayınlanan “Meşru Siyaset ve Makyavelist Politikacılar” isimli bamtelinden alınmıştır. Tamamı burada: https://www.herkul.org/bamteli/bamtel... Raşit Halifeler ve onların yolunda yürüyenler meşru siyaseti temsil etmiş ve Makyavelizm'e asla başvurmamışlardır. *Siyaset; taht-ı tasarrufta olan şeyleri idare etme, düzene koyma, ahenk içinde götürme.. farklılıklardan bir bütünlük meydana getirme, onlardan bir dantela gibi bir hayat örgüleme.. şahısları ve hadiseleri doğru okuyup doğru değerlendirme sayesinde gayr-ı mütecanis şeyleri bir araya getirip bir vahdet ruhu ortaya koyma demektir. Siyaset; sağlam idare etme, yönetimi ahenk içinde götürme demektir; problemsiz, ayrıştırmadan, kendini öne sürmeden, her şeyi kendi arzu ve isteklerine bağlamadan; umumun hissiyatını ve farklı insanlar arasında nasıl bir birlik ruhu teessüs ettirilebileceğini nazar-ı itibara alarak işi götürme demektir. *Siyasetin Allah'çasını, Peygamber'cesini Hulefa-i Râşidîn efendilerimiz uyguladılar. Hazreti Ebu Bekir, Hazreti Ömer, Hazreti Osman ve Hazreti Ali (radıyallahu anhüm ecmaîn) efendilerimizden sonra mesele izafiliğe ve nisbîliğe düştü; onun ikide birini, üçte birini, dörtte birini, beşte birini ortaya koyanlar oldu. O ilklere, bir asır sonra yaşayan Ömer b. Abdülaziz çok yaklaştı; onun için bazıları onu Raşit Halifeler'in beşincisi olarak sayarlar. Daha sonraki devirlerde de belki Abbasilerden Mehdî, Hadi ve Harun Reşit gibi kimseler onlara bir ölçüde yaklaştılar. Aynı hususu Selçuklular için de düşünebilirsiniz. Selahaddin için de düşünebilirsiniz. Devlet-i Âliye'de bir kısım rical-i devlet için de düşünebilirsiniz. *Siyasetin namuslusunu, dünya ve ukbâda sorgulanmaya maruz kalmayanını yaşayanlar onlardır. İnandıkları gibi yaşamışlar ve yaşadıklarını çevrelerine aksettirmişler. Meşru yaşamışlar, meşruiyetin dışına çıkmamışlar. En büyük problemleri bile hallederken kat'iyen Makyavelizm'e başvurmamışlar. Hep meşru.. meşru.. meşru… “Bana tahsis ettiğiniz maaş bazı günler fazla geldi. Bunu harcamaktan Allah'a karşı hayâ ettim!” Diyen Halife *Fahr-i Kâinat Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ruhunun ufkuna yürüdüğünde sayıları (bazı kaynaklarda yüz bin oldukları nakledilse de) otuz-kırk bini geçmeyen sahabe-i kiram efendilerimiz, o dönemin iki süper gücü olan Bizans ve Sasanî'nin hakkından gelmiş, devletler muvazenesinde önemli bir yere oturmuş ve dünyaya yeni bir nizam vermişlerdi. Üstelik onlar, her birisi bugünkü PKK'nın üç-dört katı büyüklüğündeki on bir tane irtidat hâdisesinin üstesinden gelmişlerdi. Hazreti Ebû Bekir (radıyallâhu anh), iki buçuk seneye varmayan hilâfeti döneminde, bütün bu fitneleri bastırmış ve asayişi temin etmişti. Bununla beraber, o yüce kamet nazarlarını hep ahirete yoğunlaştırmış; insanlardan bir insan olarak yaşamış; hele asla meşruiyetten ayrılmamış ve helal rızık konusunda da adeta kılı kırk yarmıştı. *Hazreti Ebû Bekir (radıyallahu anh) halife seçildikten sonra da komşularının koyunlarını sağarak geçimini sağlamaya devam etmişti. Bir müddet sonra, önde gelen sahabe efendilerimizin ısrarları üzerine, bütün zamanını Müslümanların ihtiyaçlarına ayırabilmek için cüz'î bir maaşa razı olup koyun sağmaktan vazgeçmişti. Hizmetine mukabil maaş almak ona çok ağır gelmesine rağmen devlet işlerini aksatmamak için buna katlanmıştı. Bununla beraber, kendisine takdir edilen parayı kullanırken elleri titrerdi.
Haberlerden öğrendiğimize, gazetelerden okuduğumuza göre millet kütüphanelerinin sayısı gittikçe artıyor. Birbirini takiben, birbirinden güzel kütüphaneler açılıyor. Tabii ki bu gelişmelerden dolayı bizim de içimiz açılıyor. Son olarak, bir millet kütüphanesinin daha Cumhurbaşkanımız tarafından Diyarbakır'ın Kayapınar ilçesinde açılacağını haber aldım. Bu haberi okuyunca aklıma büyük kitabiyat bilginimiz Ali Emiri Efendi ve kütüphanesi geldi. Evet, ilk “Millet Kütüphanesi”ni yine bir Diyarbakırlı olan Ali Emiri Efendi tesis etti. Tam bir yazma eserler hazinesi olan adı geçen kütüphane merhumun aziz Türk milletine muazzam bir hediyesidir. Son zamanlarda hakkında yapılan neşriyatı ve kendisiyle ilgili toplantıları bir tarafa bırakacak olursak, merhum kütüphanecimiz yeteri kadar tanınmıyor, gereği nisbetinde bilinmiyor. Eğer bu zat bir Avrupa ülkesinde dünyaya gelmiş olsaydı, hayatı filme alınır ve hakkında ciltler dolusu kitap yazılırdı. Bu konuda ilk eseri kaleme alan Dr. Muhtar Tevfikoğlu da aynı vefasızlığı, aynı ilgisizliği “sunuş” yazısında dile getiriyor ve garip bir örnek veriyor. Şöyle ki: Dr. Muhtar Tevfikoğlu'nun dört yıl süreyle görev yaptığı Diyarbakır'da bir gün, “Ali Emiri” adını taşıyan okullardan birinin müdürü ziyaretine geliyor. Muhtar Bey bu zat hakkında kitaplık çapta bir çalışma yaptığı ve bunları daha önce bir dergide yayımladığı halde, belki konuyla ilgili başka bilgilere ulaşırım düşüncesiyle kendisine bir soru yöneltiyor. Soru şudur: “Kim bu Ali Emiri Efendi? Onun hakkında bildiklerinizi lütfen anlatır mısınız?” Ali Emiri Okulunun müdüründen “Vallahi, pek bir şey bilmiyorum. Galiba eşraftan biri olacak” cevabını alınca Dr. Muhtar Tevfikoğlu büyük bir şaşkınlık yaşıyor ve şu cümleleri kullanmaktan kendini alamıyor: “O günden sonra merak edip her meslekten ve her seviyeden pek çok kişiye aynı suali sormuş, fakat hiç birinden doğru dürüst bir karşılık alamamıştım. Aradan bunca yıl geçmiş olmasına rağmen değişen bir şey var mı? Bana kalırsa yok. Bugün de durumun eskisinden pek farklı olduğunu sanmıyorum.” Bakınız, bir benzerini de ben anlatayım. Yaklaşık on yıl önceydi. Bir gün öğrencilere yönelik sohbet yapmak üzere beni Beykoz'daki bir okula davet ettiler. Gittim. “Prof. Dr. Fatin Gökmen Okulu”nda bir konuşma yaptım. Program bitince öğrencilere, okulunuza adını veren Fatin Gökmen kimdir sorusunu yönelttim. Kimseden ses çıkmadı. Derken bir öğrenci parmak kaldırıp, “Hocam, galiba bu okulu yapan bir mütayit!” dedi. Büyük matematik ve astronomi bilgini, Kandilli Rasathanesi'nin kurucusu ve değerli şairimiz Mehmet Âkif'in aziz dostu Prof. Dr. Fatin Gökmen'i hiç birinin tanımadığı böylece ortaya çıkmış oldu.
Siz “mizan” deyip sırat-ı müstakîm üzere yürümeye gayret ederken, bir kısım gulyabanîler önünüzü kesebilirler. “Mü'minler sadece ‘İman ettik' demeleri sebebiyle kendi hallerine bırakılacaklarını ve imtihana tâbi tutulmayacaklarını mı zannettiler?” e مَتَى نَصْرُ اللهِ (Allah'ın yardımı ne zaman yetişecek!..) deyince, أَلاَ إِنَّ نَصْرَ اللهِ قَرِيبٌ (Hiç şüphesiz Allah'ın yardımı çok yakındır!) müjdesi geliyor. Ankebût Sûresi'nde de şöyle buyuruluyor: الم أَحَسِبَ النَّاسُ أَنْ يُتْرَكُوا أَنْ يَقُولُوا آمَنَّا وَهُمْ لَا يُفْتَنُونَ “Elif, Lâm, Mîm. Mü'minler sadece ‘İman ettik' demeleri sebebiyle kendi hallerine bırakılıvereceklerini, imtihana tâbi tutulmayacaklarını mı zannettiler?” (Ankebût, 29/1-2) İnsanlar zannediyorlar mı ki “âmennâ” dedikten sonra bırakılacaklar da onlar bir fitneye maruz kalmayacaklar?!. Söz Sultanı Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) buyuruyor ki: إِنَّ اللهَ لَيُجَرِّبُ أَحَدَكُمْ كَمَا يُجَرِّبُ أحدُكُمْ ذهبَهُ بالنار “Allah, sizden herhangi birini imtihan eder, tıpkı bir sarrafın potada altını-gümüşü erittiği, tortuyu-posayı özden ayırdığı gibi.” Sizin de hasınızı ham olanınızdan ayırmak için; ârafta durup da sağa sola savrulanlardan yerinde sabit kadem olanları ayırmak için sizi imtihan potalarına maruz bırakır. Mü'minler sadece ‘âmennâ' demeleri sebebiyle kendi hallerine bırakılacaklarını ve imtihana tâbi tutulmayacaklarını mı zannediyorlar? أَحَسِبَ النَّاسُ أَنْ يُتْرَكُوا أَنْ يَقُولُوا آمَنَّا وَهُمْ لَا يُفْتَنُونَ Bir de أَمْ حَسِبْتُمْ أَنْ تَدْخُلُوا الْجَنَّةَ وَلَمَّا يَعْلَمِ اللهُ الَّذِينَ جَاهَدُوا مِنْكُمْ وَيَعْلَمَ الصَّابِرِينَ “Allah, sizin içinizden mücahede edenlerle sabır gösterenleri ayırt edip meydana çıkarmadan, kolayca Cennet'e girivereceğinizi mi zannettiniz?” (Âl-i İmrân, 3/142) Allah (celle celâluhu) sizin içinizde, kendi yolunda لِتَكُونَ كَلِمَةُ اللهِ هِيَ الْعُلْيَا (Allah kelimesi, O'nun adı ve dini yücelsin diye) mücâhede edenleri ve bir de başlarına gelen şeyler karşısında dişlerini sıkıp aktif sabırda bulunanları öyle olmayanlardan ayırt etmek için imtihana maruz bırakmadan cennete girebileceğinizi mi zannediyorsunuz?!. Ötede “Keşke Tiran'ı dost edinmeseydim! Keşke Yezid'i dost edinmeseydim! Keşke Haccâc'ı dost edinmeseydim!..” diyecekler ama… Vâkıa, onlar da elde ettikleri şeyleri kaçıracaklarından dolayı ızdırap çekiyorlardır. Ama, “Câhil, yüzüyor zevrek-i zevk u sefâda / Ârif, sürüm sürüm mihnet-i kahr u belâda.” Saraylarda yaşıyorlar, villalarda yaşıyorlar, özel uçaklarla bir yere giderlerse gidiyorlar; tonlarla altın taşıyorlar dışarıya, paralar kaçırıyorlar, “Bir yerde bir şey olursa, başka bir yerde kendimize göre bir dünya kurarız!” diyorlar. Bunlar için tonlarla yalan söylüyorlar. İnsanları -bağışlayın- enâyi sayıyor, kandırdık zannediyorlar. Ama ne enâyi var, ne inanan var, ne de kandırılan var; her şey ayân beyân. Bugün olmazsa yarın, tarihin sayfalarına simsiyah paragraflar/satırlar halinde dökülecek. Dünyada iseler şayet, boyunlarını/başlarını önlerine eğecek, hicap içinde asâ gibi iki büklüm olacaklar; öbür tarafta iseler, melekler karşılarına çıkacaklar ve diyecekler onlara “Nasılmış mesele?!.” Onlar da “keşke, keşke, keşke!” diyecekler. Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor: وَيَوْمَ يَعَضُّ الظَّالِمُ عَلَى يَدَيْهِ يَقُولُ يَا لَيْتَنِي اتَّخَذْتُ مَعَ الرَّسُولِ سَبِيلاً يَا وَيْلَتَى لَيْتَنِي لَمْ أَتَّخِذْ فُلَاناً خَلِيلاً لَقَدْ أَضَلَّنِي عَنِ الذِّكْرِ بَعْدَ إِذْ جَاءنِي وَكَانَ الشَّيْطَانُ لِلْإِنسَانِ خَذُولاً “O gün zalim, parmaklarını ısırır der ki: Eyvah! Keşke o Peygamberle birlikte bir yol tutsaydım! Eyvah! Keşke falanı dost edinmeseydim! Vallahi bana gelen öğütten (Kur'ân'dan) beni o uzaklaştırdı. Zaten şeytan, insanı işte böyle uçuruma sürükleyip sonra da yüzüstü, yalnız bırakır.” (Furkan, 25/27-29)
Oysa birkaç aydır “Şu Kılıçdaroğlu'nun siyasi iletişim aksiyonlarında bir farklılık var. Acaba danışmanları mı değişti?...” diye düşünmeye başlamıştım... Farklı bir pozisyonlanma yapıyorlar gibi gelmişti bana... Son Elazığ 'İletişim Depremi' bütün bu düşüncelerimi bir kenara koymama neden oldu... Bu tür “İletişim 101” hatalarının daniskasını 1980 darbesinin 'sözde' lideri (sözde çünkü arkasında onlara 'bizim çocuklar' diyen birileri vardı) Kenan Evren yapardı... Nedir İletişim 101 Kuralı? Rekabetin iletişim araçlarını ve argümanlarını kullanarak, onu eleştirsen dahi, iletişim aksiyonu alma... Oysa Evren düzenlediği mitinglerde kürsüye çıkar, “Bakın bana nasıl bir faks göndermişler” deyip, o sıralara yeni yeni ortaya çıkan bir faks çıktısını elinde sallar, kalkar hedef kitlelere ulaşma şansı sıfır olan 'halkın bilmem nesi hareketinin' mesajlarını devlet TV'si ve radyolarından okur, ülkeye ve dünyaya duyururdu... Kılıçdaroğlu ve kendi tabanından hayli kopuk CHP üst yönetiminin yumuşak karnını oluşturan HDP ile organik iş birliği meselesini çok iyi kullananlar Elazığ'ı çarpıcı bir afişle donatmışlardı... Ne vardı afişte? Önce bir üst başlık: “Kılıçdaroğlu buna cevap verebilir mi?” Sonra Kılıçdaroğlu'nun daha önceki açıklamaları dikkate alınırsa kendisinden rahatlıkla beklenebilecek bir söz: ”Selahattin Demirtaş'ın göğsüne Şeref Madalyası takacağım!” Ve imza: Kemal Kılıçdaroğlu... CHP Genel Başkanı... Kendisi İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin yaptıracağı bir okul nedeniyle Elazığ'ı teşrif etmişlerdi ya... (İstanbul'a hizmeti bitirdiler demek ki... Ekrem bey ülkemizin ihtiyaç sahibi diğer illerine de uzanıyor olmalı)... İşte o sırada asılıyor bu afiş kentin bazı yerlerine... Kemal bey görmezden gelse, yayılma oranı ve iletişim etkisi beklendiği kadar olmayacak... Ama hayır!.. Kemal bey afişin önüne geçip bir fotoğraf çektiriyor ve attığı bir tweet ile olayın herkese yayılmasını sağlıyor... Peki ne yazıyor tweet'te? “Bizim HDP ve Demirtaş'la işimiz olmaz!” falan mı? Hayır! Bakın nasıl bir eveleme geveleme mesajı içeriyor attığı tweet'ler: “Bay Kemal'in şehre ziyaretini provoke etmek için, her yeri bunlarla donatmışlar. İnanın genelde hiç umursamam Saray provokasyonlarını; ancak üzücü olan şey şu ki, bu ucuz provokasyonlar yapılırken, yurttaşlarımızın kırılan kalplerinin ne olacağını kimse düşünmüyor. Sizinle bizim aramızda bir temel fark var. Biz vatanseveriz, siz ise oy için her bir şeyin mübah olduğunu düşünen fırsatçılar. Vatanseverler oy için ülkesinin insanını devletine küstürmez. Neyleyim o oyları? Batsın bu ayrımcılık! Batsın bu diliniz! Biz barışacağız. Vallahi de billahi de barışacağız! İnadına can cana, yan yana olacağız. Başaracağız biz bunu. Bize nasip olacak göreceksiniz. İnadına et ile tırnak olmaya devam edeceğiz. İnadına helalleşeceğiz. İnadına hep beraber, hep beraber.” Ne demiş Genel Başkan? “Can cana, yan yana olacağız, etle tırnak olmaya devam edeceğiz, hep beraber, hep beraber...” derken neyi, kimi, kimleri kastetmiş dersiniz?.. Gözümüze takılanlar...
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu'nun bugün (20 Eylül) Elazığ'daki grup toplantısı öncesi kentin birçok noktasına Kılıçdaroğlu'nu ve CHP'li milletvekillerini hedef alan afişler asıldı. Afişlerin önünde poz vererek sosyal medya hesabından açıklama yapan CHP lideri Kılıçdaroğlu, şöyle dedi: “Bay Kemal'in şehre ziyaretini provoke etmek için, her yeri bunlarla donatmışlar. İnanın genelde hiç umursamam saray provokasyonlarını; ancak üzücü olan şey şu ki, bu ucuz provokasyonlar yapılırken, yurttaşlarımızın kırılan kalplerinin ne olacağını kimse düşünmüyor. Ne uğruna yapıyorsunuz bunları? Biraz daha çalmak çırpmak için. Yurttaşlarımıza hakaretler etmeye, ayrıştırmaya değer mi ey saray? Gözünüz ne zaman doyacak sizin? Batsın bu diliniz! Biz barışacağız. Vallahi de billahi de barışacağız! İnadına can cana, yan yana olacağız. Başaracağız biz bunu. Bize nasip olacak göreceksiniz. İnadına et ile tırnak olmaya devam edeceğiz. İnadına helalleşeceğiz. İnadına hep beraber, hep beraber.” Elazığlı olan eski HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş da sosyal medyadan “Elazığlı hemşerilerim başta olmak üzere tüm halkımız, sağduyulu davranacak ve bu provokasyonlara asla alet olmayacaktır” çağrısında bulundu. Ruşen Çakır, yaşananları değerlendirdi.
Çalıkuşu Feride, Anadolu'nun bir köyünde öğretmendir. Öğrencisi Munise, bir suç işlemiş, üvey annesinden korktuğu için, fırtınalı bir kış günü evden kaçmıştır. Köydeki herkes gibi Feride öğretmen de onun için endişe etmektedir. Okuyacağınız metinde Munise'nin Feride öğretmene sığınması anlatılmaktadır. Kapı açılır açılmaz içeriye karlı bir rüzgâr doldu, ihtiyar kadının elindeki mum birdenbire söndü. Karanlıkta kollarımın içine buz gibi donmuş, küçük bir vücut düştü. Hatice Hanım, tekrar mumunu yakmaya uğraşırken, ben onu göğsümde sıkıyor, hıçkıra hıçkıra ağlıyordum. Son kuvvetini tükettiği anlaşılan Munise, kollarımda baygın gibiydi. Yüzü mosmor, saçları dağılmış, elbisenin içine kadar dolmuştu. Çocuğu soyduktan sonra kendi yatağıma yatırdım. Hatice Hanım'ın mangalında ısıttığım fanila parçaları ile vücudunu ovuşturmaya başladım. Munise kendine gelir gelmez ilk sözü: “Bir parça ekmek!” diye yalvarmak oldu. Bereket versin biraz sütümüz vardı. Hatice Hanım'la sütü ısıttık ve kaşık kaşık çocuğa vermeye başladık. Dakikalar geçtikçe Munise'nin yüzü kızarmaya, gözlerine fer gelmeye başlıyordu. Kollarımda ara sıra içini çekiyor, kim bilir hangi acı ile için için ağlıyordu. Ah, şu çocuk gözlerindeki minnet! Dünyada, bir parça iyilik edebilmekten daha güzel bir şey olmuyor. Fırtına içerisinde eski bir gemi teknesi gibi sallanan bu sefil ve karanlık oda, ocağın kızıl akisleri içerisinde birdenbire öyle sevimli ve mutlu bir yuva olmuştu ki, biraz önce hayata gösterdiğim güvensizlik için kendi kendimden utanıyordum. Çocuk artık konuşmaya başlamıştı. Kolları koynumda, sarı saçları bileklerimden dökülerek gözlerime bakıyor, sorduğum sorulara ağır ağır cevaplar veriyordu: Dün akşam, üvey annesinden çok korkmuş, köyün öte ucundaki bir ambara kaçarak samanların arasına girmiş. Samanlar insanı yatak gibi sıcak tutuyormuş. Fakat bugün çok acıkmış. Dışarı çıkarsa tutup yine eve götüreceklerini biliyormuş. Onun için, çaresiz geceyi beklemiş. Zavallı çocuğun en büyük ümit yeri benmişim. Bütün gün “Hoca Hanım mutlaka bana ekmek verir.” diye kendini avutmuş. Biraz sonra çocuğun parlak gözlerine bir gölge düştüğünü, parlak neşesinin sönmeye başladığını fark ettim. Sormaya lüzum yoktu. Çünkü aynı korku bende de uyanmıştı. Yarın sabah Munise'yi yine eve göndermek gerekecekti. İçimde sönük bir ümit yok değildi. Çok güzel bulduğumuz için, hiçbir zaman elimize geçemeyecek sandığımız şeylere karşı duyulan o ümitsiz ümit. Munise'de neticesiz bir rüya uyandırmaktan korkar gibi yavaş bir sesle Hatice Hanım'a dedim ki: – Mademki bu kızı evlerinde istemiyorlar; acaba ben onu kendime evlat etmek istesem razı olurlar mı? Benim de kimsem yok. Vallahi bu çocuğa kendi evladım gibi bakarım. Acaba vermezler mi? Bu çılgın arzum, Hatice Hanım'ın dudaklarından çıkacak kelimeye bağlıymış gibi titreye titreye ellerimi uzatıyor, boynumu büküyordum. İhtiyar kadın, gözlerini ocağa dikmiş, düşünüyordu. Ağır ağır başını salladı: – Fena olmaz. Yarın muhtarla konuşalım. O “peki” derse babasını da razı ederiz. İyi olur, dedi. Ben, ömrümde bu kadar güzel bir ümit sözü işittiğimi bilmiyorum. Cevap vermeden Munise'yi göğsüme çektim. Çocuk, ellerimi öperek: “Anacığım, anacığım!” diye ağlamaya başladı. Ben bu satırları yazarken, Munise, yatağımda, sarı saçlarında ocağın mesut kızıllığı titreyerek uyuyor. Ara sıra derin derin içini çekiyor ve dolu dolu öksürüyor. Reşat Nuri GÜNTEKİN, Çalıkuşu, 1978 (Kısaltılmıştır.)
Bu video 04/12/2016 tarihinde yayınlanan " ÂHİRET YÖRÜNGELİ HAYAT" isimli bamtelinden alınmıştır. Tamamı burada: https://www.herkul.org/bamteli/bamtel... “Tercihimiz Sensin, Senden vazgeçmeyiz ya Rasûlallah!..” İnsan bu… Mal-mülk, dünyalık geliyor, geliyor; ezvâc-ı tâhirâta bir damla, başkalarına -bir yönüyle- derya. “Azıcık bize de olsa!” diyorlar. Allah Rasûlü, bu talep karşısında hiçbir şey demiyor. Mübarek cumbasına çekiliyor, -canım çıksın- ve bu haber dışarıya da sızıyor: “Mübarek annelerimiz hafif bir şey istemişler, O (sallallâhu aleyhi ve sellem) da bu istekten hoşlanmadığı için, cumbaya çekilmiş!” Tabii bu mevzuda, yine en hassas olan Hazreti Ebu Bekir'dir, Hazreti Ömer'dir. Ömer radıyallahu anh, daha heyecanlı. Kızı da o hânede, Hafsa validemiz. “Benim kızım, Efendim'e ne yaptı ki, benim Efendim darıldı, bir yönüyle, i'lâ yaptı!..” Kapıya geliyor, “Ben Efendimiz ile görüşmek istiyorum!” diyor. Hazreti Bilal perdedâr, “İzin yok!” diyor. Çok ısrar ediyor; O'na (aleyhissalâtü vesselam) haber gidince, “Gelsin!” buyuruyor. Gidiyor Hazreti Ömer; yukarıya, cumbaya çıkıyor. Döşeği yok -canım çıksın-, hasırın üzerinde yatıyor; kalkınca, hasır yanlarında izler bırakmış. “Ya Rasûlallah, Bizans şöyle.. Persler şöyle.. Sen cihanın sultanısın, bu haline bak!..” Efendimiz şöyle buyuruyor: أَمَا تَرْضَى-يَا عُمَرُ- أَنْ تَكُونَ لَهُمُ الدُّنْيَا وَلَنَا اْلآخِرَةُ “Razı olmaz mısın, istemez misin yâ Ömer, dünya onların olsun, ahiret de bizim olsun!” Sonra, Allah Rasûlü, şu ayet-i kerimenin emri mucebince eşlerine bir teklifte bulunuyor: يَا أَيُّهَا النَّبِيُّ قُلْ لأَزْوَاجِكَ إِنْ كُنْتُنَّ تُرِدْنَ الْحَيَاةَ الدُّنْيَا وَزِينَتَهَا فَتَعَالَيْنَ أُمَتِّعْكُنَّ وَأُسَرِّحْكُنَّ سَرَاحًا جَمِيلاً * وَإِنْ كُنْتُنَّ تُرِدْنَ اللهَ وَرَسُولَهُ وَالدَّارَ الآخِرَةَ فَإِنَّ اللهَ أَعَدَّ لِلْمُحْسِنَاتِ مِنْكُنَّ أَجْرًا عَظِيمًا “Ey (Nübüvvetin en büyük temsilcisi olan) Peygamber, eşlerine şöyle de: Eğer dünya hayatını ve onun süsünü istiyorsanız, gelin size boşanma bedellerinizi vereyim ve sizi güzellikle serbest bırakayım. Yok, eğer Allah'ı, Rasûlü'nü ve Âhiret yurdunu istiyorsanız, o takdirde bilin ki Allah, içinizden O'nu görüyormuşçasına dikkatli davranan ehl-i ihsan için çok büyük bir mükâfat hazırlamıştır.” (Ahzab, 33/28-29) Efendimiz diyor ki: “Ey peygamber kadınları, gelin; şayet dünyayı istiyorsanız, sizi bırakayım, gidin, ne istiyorsanız alın onu. Yok, Allah'ı, âhireti istiyorsanız, halinize razı olun!” İlk defa en sadık arkadaşının kerimesi, Âişe validemize meseleyi arz ediyor; “Allah böyle buyuruyor! İstersen, sen bu meselede kendin karar vermeden bir babanla annenle de görüş!” diyor. Onun önemini de vurguluyor. “Ya Rasûlallah!” diyor anam!.. Benim anam!.. Sana kurban olayım!.. “Ya Rasûlallah! Bunu anama-babama mı danışacağım!.. Ben Seni tercih ediyorum!” diyor. Evet, üç ay ocak yanmamış, su kaynamamış; soğuk su ve hurmayla geçinmişler; içlerinde hafif bir talep belirmiş.. ve Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) öyle bir tavır içine girmiş. Buyuruyor ki annemiz: “Vallahi benim dediğim gibi, hepsi de öyle dedi!” Bu ne büyüklüktür, bu ne inceliktir, bu ne nezâkettir!..
Bu video 18/12/2016 tarihinde yayınlanan " ŞERBET" isimli bamtelinden alınmıştır. Tamamı burada: https://www.herkul.org/bamteli/bamtel... “Allahım, Peygamberimizin Kevser havzından kase kase içir ve susuzluğumuzu öyle gider ki, ondan sonra ebediyen susuzluk çekmeyelim!..” Evet, işte en son, o. Sonra geriye dönüp -bir yönüyle- kendini görmezlikten gelerek, üzerine bir çarpı çekerek, “Ben, yokum! Bende bir ben var, benden içeri!” demek. Bunu Yunus Emre diyor. Nasıl diyor Yunus Emre?!. Evet, onun kendi ifadesiyle diyeyim: “Beni bende demen, bende değilim / Bir ben vardır bende, benden içeru.” Sende bir “Ben” olmalı, senden içeru; esasen, sen, O'nun aynası olmalısın!.. “Ayinedir bu âlem her şey Hak ile kâim / Mir'at-ı Muhammed'den Allah görünür daim” (Aziz Mahmud Hüdâî) O'nda, asliyet planında, hakikat planında… O'na bakan, O'nu gören, إِذَا رُؤِيَ ذُكِرَ اللهُ fehvasınca, Cenâb-ı Hakk'ı hatırlıyor, “Allah!” diyordu. İnsafla, önyargısız bakan bir Yahudi âlimi Abdullah ibn-i Selam (Allah, selamı ile serfiraz kılsın!) “Vallahi, bu çehrede yalan yok” demişti. لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ demesi için, o dırahşan çehreye bakması yetmişti; o mübarek mahiyete bakmak yetmişti onun için. Öyle bir ayna olma… “Mir'ât-ı Muhammed'den Allah görünür dâim.” İşte, burada o şerbetleri içince, öbür tarafta, Kevser'i içeceksiniz. Abdest alırken de ağzınıza su verirken اَللَّهُمَّ أَسْقِنِي مِنْ حَوْضِ نَبِيِّكَ (صلى الله عليه وسلم) كَأْسًا لاَ أَظْمَأُ بَعْدَهُ أَبَدًا “Allahım, Peygamberinin havzından kase kase içir ve susuzluğumu öyle gider ki, ondan sonra ebediyyen susuzluk çekmeyeyim!..” diyorsunuz. لاَ أَظْمَأُ بَعْدَهُ أَبَدًا “Öyle bir içir ki, ondan sonra susuzluk nedir, onu bilmeyeyim!”. Evet, içeceksin… Bal ırmağından içeceksin, sekir vermeyen meşrubattan içeceksin, saf su menbaından içeceksin… Kaynağından.. kolibasili falan yok, içine girmemiş; hepsi tertemiz böyle… Dünyadakiler sadece birer örnek… İçtiğin zaman diyeceksin ki, “Yahu, bizim o bal var ya, yüzde bir bu tadı veriyordu! Demek yüzde yüzü buna aitmiş!” O meşrubatı içtiğin zaman, “Yahu, birileri içtiği zaman başları dönüyor, kendilerinden geçiyorlardı, ona benziyor ama…” diyeceksin. Kur'an-ı Kerim işaret buyuruyor, işarî tefsir açısından dururlar üzerinde: وَبَشِّرِ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ أَنَّ لَهُمْ جَنَّاتٍ تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الأَنْهَارُ كُلَّمَا رُزِقُوا مِنْهَا مِنْ ثَمَرَةٍ رِزْقًا قَالُوا هَذَا الَّذِي رُزِقْنَا مِنْ قَبْلُ وَأُتُوا بِهِ مُتَشَابِهًا وَلَهُمْ فِيهَا أَزْوَاجٌ مُطَهَّرَةٌ وَهُمْ فِيهَا خَالِدُونَ “İman edip makbul ve güzel işler yapanları müjdele: Onlara içinden ırmaklar akan cennetler vardır. Öyle cennetler ki, ne zaman meyvelerinden kendilerine bir şey ikram edilirse: “Bu, daha önce de dünyada yediğimiz şey!” diyecekler. Oysa bu, onların aynısı olmayıp, benzeri olarak kendilerine sunulacaktır. Orada onların tertemiz eşleri de olacak ve onlar orada devamlı kalacaklardır.” (Bakara, 2/25) Hazreti İbn Abbas (Habrü'l-ümme – Ümmetin âlimi) bu ayetin tefsirinde diyor ki: “Ahirette verilecek şeyler, sadece benzerlerdir!” Onları orada tattığınız zaman, diyeceksiniz ki “Yahu, bu şuna benziyor biraz.. bu şuna benziyor.. bu da şuna benziyor.” Bu hayat, şuna benziyor.. bu koltukta böyle gerilip oturma şuna benziyor.. bu hayat arkadaşıyla muhavere şuna benziyor.. şu evlat sevgisi, evlatlarla alaka da şuna benziyor… Şuna benziyor ama onu tam da ifade etmiyor… Hazreti Pîr de hassasiyetle meselenin üzerinde duruyor. Öyle diyeceksin… Burada o şerbetleri içince, orada da Allah'ın izni ve inayetiyle, o şerbetlerle ikrâmât-ı İlahiye'ye, tekrimât-ı Sübhaniye'ye mazhar olacaksın!..
Efendim, Yaz aylarının sonuna geldik. Şimdi bu dönemde Kurtuluş Harbi'nin sonunu birlikte konuşsak, kandan, savaştan ve gözyaşından bahsetsek elbette pek nahoş olurdu. Şöyle tatlı, güzel şeylerden bahsedelim dedik, Niyans sağolsun kendisine yakışan bir fikirle gelip "Hayatım" dedi "Madem herkes okuduğumuz kitapları çok soruyor neden bunlar üstüne konuşmuyoruz." Vallahi pırlanta gibi fikir. Stüdyoyaya girip sadece kitaplardan konuştuk. Tam liste aşağıda. 42 Dakika'nın bu bölümünde sohbet külli tavsiye listesi. 1- Matt Haig, Gece Yarısı Kütüphanesi 2- Şevket Süreyya Aydemir, Enver Paşa 3- Stephanie Storey, Yağ ve Mermer 4- Falih Rıfkı Atay, Çankaya 5- George Orwell, Paris ve Londra'da Beş Parasız 6- George Orwell, Papazın Kızı 7- Reşat Ekrem Koçu, Tarihimizde Garip Vakalar 8- Reşat Ekrem Koçu, Kafes Arkası Günahkarları 9- Ahmet Rasim, Fuhş-i Atik 10- Murat Menteş, Fink 11- Alper Canıgüz, Kıyamet Park 12- Ray Kurzweil, İnsanlık 2.0
Ne zaman bir doğal afet olsa, bizim başkan ortalıkta yok. Ya şehir dışında... Ya da bir kuytuda özel buluşmada. Yoksa afetler mi başkanın gidişini takip ediyor? Vallahi anlamak zor. “Yağmur yağdı, böyle oldu” deyip geçemeyiz. Kendisine “Sayın Başkan” denilmesinden çok hoşlanan, bunu belirten, hatta öyle denilmesi için sesini yükselten sayın başkan, sayın başkanlık yapsa ne iyi olurdu. Psikologlar pek çok sorunu çözmek için kişinin çocukluğuna dönmek gerektiğini söyler. Biz de öyle yapalım. Sayın başkan, herhalde çocukken Ayşegül serisini okumuştur. “Ayşegül Tatilde” ve “Ayşegül Gezide” kitaplarının etkisinde çok kalmış olabilir. Büyük bir ihtimal bu. Fakat “Ayşegül Okulda” kitabını sevmediğini tahmin edebiliriz. Onu da beğenseydi, sık tatil yapsa bile, felaket zamanlarında işinin başında bulunmaya çalışır, koşup gelirdi. Yine de bu kadarına şükredip oturalım yerimizde... Veya oturup şükredelim. Ya Baydın gibi uçak merdivenlerini çıkarken, defalarca düşseydi... Konuşurken uyuklasaydı... Söylenmemesi gerekenleri söyleseydi... Not kâğıdına yazılan “son cümleyi tekrar et” gibi uyarıları yüksek sesle okusaydı... Konuşması bitince elini boşluğa uzatıp bekleseydi... Şükür, şükür. Baydın bu hataları yaşlılığından ötürü yapıyor. Bizim şehrin başkanı genç. EYT'liler ile mukayese edince öyle görünmese de bir siyasetçi için toy sayılır. Onun yaptığı hataları da toyluğuna versek olur. Dağı taşı bina ile doldurduk. Dere yatağı, gevşek zemin demeden her tarafa yüksek binalar diktik. Tek katlı bina için bile müsait olmayan yerlere çok katlı binalar kondurduk. Sel geleceği ilk bakışta belli olan yerlerin riskini yok saydık, her türlü afet riskini göz önünde bulundurmayıp uzak tarafa itekledik. Sandık ki gözümüze görünmezse, risk ihtimali de uzaklaşır. Doğal afetlerin bizim görüş alanımızla bir bağlantısı yok; bunu bilemedik. Yalnızca İstanbul'da değil, Karadeniz'den Akdeniz'e, doğudan batıya her tarafta aynı. Son afetin merkezi Esenyurt... Şiddetli yağış sonrası Haramidere taştı. Arazi yapısına bakınca, ne görüyoruz? Derenin, bir gün mutlaka taşacağını haykırdığını... Fakat duyan olmamış. Birileri duysa da zerre kadar aldırış etmemişler. Adı üstünde dere. Başında ise harami var. Kimler harami? Kaç kişiler? Hakikaten kırk mı? Niye bu ismi vermişler? Ali Baba nerede? Düşününce cevapları bulabiliriz. O riskli bölgeye bina yapan da haramidir, bina yapılmasına izin veren de. Orada tarihî bir taş köprü vardır. Haramidere Köprüsü. Çok şık bir mimarî eser. Trafik yoğunluğu yüzünden etrafını sonradan yapılan modern yollar sarmış. Ne girişi var artık ne çıkışı. İşlevsiz hâlde, küsmüş gibi tek başına duruyor. Eminim ki her gün yanından geçenlerin çoğu farkında değil. Hiç görmeyenler bile vardır. Yüzlerce yılı geride bırakmasına rağmen, sapasağlam duruyor fakat kullanılamıyor. Yanına yaklaşmak dahi mümkün değil. O kadar zavallı, o kadar garip ve kimsesiz hâlde ki, dili olsa neler söyler kim bilir? Tarihe saygı olsaydı, o köprüyü korurduk, etrafına yeni yollar yaparken varlığını ve kimliğini dikkate alırdık. Hemen yanı başına binalar yapılmasına izin vermezdik. Sezai Karakoç, çocuklar için risk olmasın diye evlerin balkonsuz yapılmasını ister ‘Balkon' şiirinde. Onun kadar önemli bir husus daha var. Evlerin bodrum katlarına ikamet izni verilmemeli. Sel gelince üç metrelik su dolan yerler insanî değil. Hayvanlar için bile tehlikeli. Ey sayın yetkililer... En sayın yetkililer... Lütfen bu konuyla ilgilenin, insanları bodrumlardan kurtarın. Bu konu çok büyük ciddiyetle ele alınmalı. İnsanların köstebeklerden farkı olsa gerek.
Ölüm Ötesi Hayat-12 (24 Şubat 1978) Gözyaşları Cennet ve Cehennem bu lemin bir neticesidir... Mahşerde kurtuluşun salih amel ve Allah için gözyaşı dökmekle mümkün olacağı... Gülünecek yerde gülmenin ve ağlanacak yerde ağlamanın önemi... "O, delillerimizle onlara gidince onlar alay edip gülmeye koyuldular" (Zuhruf, 47) âyeti... "Şimdi siz bu söze mi şaşırıyorsunuz? Hep gülüyorsunuz, ama ağlamıyorsunuz..." (Necm, 59-61) âyetleri... "Savaşa çıkmayıp Resûlullah'tan ayrılarak geride kalanlar... Öyleyse kazandıkları günahların cezası olarak az gülsün, çok ağlasınlar!..." (Tövbe, 81-82) ayetleri... "Vallahi benim bildiğimiz bilseydiniz az güler, çok ağlardınız..." hadisi... Bu dünyanın gülme dünyası olmayıp ağlama diyarı olduğu... "Yine yüzüstü secdeye kapanırlar. İşte Kur'an, onların saygısını böyle anlatır." (İsra, 109 ) âyeti...
Ebu'd-derdâ (r.a.) şöyle demiştir: “Mü'min için de kâfir için de ölüm daha hayırlıdır.” Çünkü Allâhü Teâlâ mü'minlerle ilgili olarak meâlen şöyle buyuruyor: “Allâh (c.c.) katında olan nimetler, müttekiler için daha hayırlıdır.” (Âl-i İmrân s. 198) Bir diğer âyette de şöyle buyuruluyor: “O küfredenler kendilerine zaman (ve meydan) vermemizi nefisleri için zinhar hayırlı sanmasınlar. Onlara fırsat verişimiz, ancak günâhlarını arttırmaları içindir. Onlara hor ve hakir edici bir azâb vardır.” (Âl-i İmrân s. 178) Süfyan es-Sevrî (r.âleyh) anlatıyor: “Vallahi ben yetiştiğim şeyhlerimizin ölümü temenni ettiklerini görüyordum, kendilerinin bu durumlarını şaşkınlıkla karşılıyordum. Şimdi ise ölümden hoşlanmayanlara hayret ediyorum.” Abdullah b. Mes'ûd (r.a.) şöyle demiştir: “Dünyanın safâsı gitti sıkıntıları kaldı. Bugün ölüm her Müslüman için bir armağandır.” Ömer b. Abdülaziz (r.a.) şöyle demiştir: “Ölüm acılarımın hafifletilmesini istemem, çünkü mü'minin, sayesinde en son olarak sevâb kazanacağı şey ölümdür.” Atâ es-Sülemî (r.âleyh) ölümü temenni edince Atâ el-Ezrak (r.âleyh): “Allâh Rasûlü (s.a.v.)'in yasakladığı bir şeyi nasıl temenni edebiliyorsun?” diye tepki gösterince es-Sülemî (r.âleyh) şu cevabı verir: “Yaşamayı ancak, hayırlarını her gün artıran ister. Benim ve senin gibisi yaşamı arzulamaz.” Ebû Utbe el-Havlânî (r.âleyh) şu hususa dikkat çekmiştir: “Allâh Rasûlü (s.a.v.)'in sahabelerinin bir vasfı da Allâh (c.c.)'a kavuşmayı baldan daha fazla sevmeleri idi. Onlar dünya sıkıntılarından endişe duymazlardı. Allâh (c.c.)'un rızıklarını üstlendiğine inanırlardı. Sizden birinizin yaşamayı istediğinden çok daha fazla ölümü isterlerdi.” Abdullah b. Mübarek (r.âleyh) anlatıyor: “Bir keresinde Sehl et-Tüsterî (r.âleyh)'e: “Sehl yarın ölmek ister misin?” diye sordum. “Hayır, hemen şimdi ölmek isterim!” cevâbını verdi.” (İmâm Şaranî, Selef-i Sâlihînin, Evliyâullahın Yüce Ahlâkı, Hikmetli Sözleri, s. 66-67)
Bu video 16/04/2017 tarihinde yayınlanan "ÖTELERE İŞTİYÂK VE PEYGAMBERÂNE ÎSÂR" isimli bamtelinden alınmıştır. Tamamı burada: https://www.herkul.org/bamteli/bamtel... “Peygamberin gözü kaymadı, şaşmadı, aşmadı da. Vallahi gördü, hem de Rabbinin âyetlerinden en büyüğünü gördü!” İnsanlığın İftihar Tablosu, Âyetü'l-Kübrâ'nın kendi hususiyetleriyle zuhûrunu müşâhede etti, ama asla gözleri kamaşmadı; kamaşmadı ve bütün gök ehlince “müşârun bi'l-benân” oldu. Kur'an-ı Kerim'in ifadesiyle, “O dem ki Sidre'yi bir feyiz sarıyor, sardıkça sarıyordu… Peygamberin gözü kaymadı, şaşmadı, aşmadı da. Vallahi gördü, hem de Rabbinin âyetlerinden en büyüğünü gördü!” (Necm, 53/16-18) Orada, gördüğü her şeyi doğru gördü. O güzellikler karşısında, kendisini yanlış yorumlamaya sevk edebilecek yanlış algılamaları olmadı. Cenneti, debdebe ve ihtişamıyla gördü, “vücûd-i necmî-i nûrânî”siyle, “vücûd-i hâkânî”siyle… Cismanî keyfiyet kazanıp öbür tarafta size sunulacak şey, o cennet, o cehennem şu anda da mevcut; belki mahiyet farklılığıyla mevcut. Şu anda, siz onu göremezsiniz; çünkü belki birisi bir zakkum-ı Cehennem tohumu halinde, öbürü de bir tubâ-i Cennet çekirdeği halinde. Ama Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) kendi vücûd-i necmî-i nûrânîsi, vücûd-i hâkânîsiyle gördü. Esasen, rüya değil, tahayyül değil, tasavvur değil ama farklı, tam kendine göre. O vücuda döndüğü zaman, o “tahavvül” mü diyelim, bir yönüyle, o “değişim” mi, “farklı değişim” mi diyelim; sofîlerin ifadesiyle, “fenâ fillah”, “bekâ billah/maallah” mı diyelim, o vücûd-i hâkânîsiyle, o âlemler, bütün debdebe ve güzelliğiyle meşher gibi O'nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) önüne serildi. Neye baktı ise o engin bakışıyla, sadece bakma değil, gördü; her şeyi gördü. Her şey nasıl görülecekse, göz kaymadı, öyle gördü; onun hakkında nasıl bir mütalaada, nasıl bir analizde, nasıl bir sentezde bulunulacaksa, nasıl bir terkipte, nasıl bir tahlilde bulunulacaksa, öyle bulundu. Bir de çokları gibi Kadı Iyaz, “Şifâü'ş-Şerîf”inde ısrarla üzerinde duruyor, Aliyyü'l-Kâri de, Şifâ kitabı üzerine yazdığı şerhte Kadı Iyaz hazretlerinin mütalaalarına destek veriyor: Kaynak söylüyorum, erbâbı bilir bunları; “Cenâb-ı Hakk'ın cemâl-i bâ-kemâlini de gördü!” diyor. Ama şu, bir disiplindir: “Muhît, muhît olduğu aynı anda, muhât olmaz!” Onun için Kur'an-ı Kerim, esas, “ihâtâ”yı nefyetmekte: “Gözler O'nu idrak/ihata edemez, O'na ulaşıp O'nu göremez, fakat O bütün gözleri idrak eder, görür ve kuşatır. O, Lâtif (en derin, en görünmez şeylere de nüfuz eden)dir, Habîr (her şeyden hakkıyla haberdar olan)dır.” (En'âm, 6/103) Basarlar, O'nu ihata edemez, kuşatamaz! Çünkü bizim basarımız, bir yönüyle “muhât bir basar”dır, bize göredir; ne kadar engin bakarsanız bakınız, bize göredir. Oysaki O (celle celâluhu) nâmütenâhîdir, nâmütenâhî… Nasıl “Zât-ı Baht” dediğimiz Hazreti Zât-ı Kibriyâ, “nâ-kâbil-i idrâk”tir; aynı zamanda ihâta edilme mevzuunda da O, öyle ihata edilmez. Ama Efendimiz, o yüksek kabiliyet ve istidadıyla ve gözü kaymama kabiliyetiyle, Cenâb-ı Bârî hazretlerini de gördü; o baş döndürücü şeylere de şâhit oldu. Bir; böyle anlamak lazım. Bir de başınız öyle döner ki, işte “Bed'ü'l-Emâlî”de dendiği gibi; “Mü'minler, O'nu keyfiyetsiz ve kemmiyetsiz olarak görürler. Buna bir misal de getirilemez. O'nu gördükleri zaman da bütün Cennet nimetlerini unuturlar. ‘Allah görülmez' diyen Ehl-i İ'tizâl'e hüsran olsun!” (el-Ûşî, Bed'ü'l-emâlî s.50-54) Ehl-i İ'tizal, “Rü'yet”i kabul etmediklerinden dolayı, “Yazıklar olsun ona!” diyor.
Vallahi gücenmemiştim ona. Hakkımı da helal etmiştim. Gel gör ki kabağın da bir sahibi var. O gücenmiş olmalı!"
Ebû Hüreyre (r.a.)'den gelen bir rivâyet şöyledir: “Bir gece yatsı namazını Resûlullah (s.a.v.) ile kıldım, sonra dışarı çıktım.. Bir de baktım ki, örtülü bir kadın, bana şöyle dedi: “Yâ Ebâ Hüreyre! (r.a) Ben büyük bir günah işledim. Benim için bir tevbe yolu var mı?” Sordum: “Nedir günâhın?” “Ben zina ettim. Zinadan doğan çocuğumu da öldürdüm” dedi. Mahvetmişsin. Hem de mahvolmuşsun. Vallahi, senin için bir tevbe yolu yoktur.” dedim. Bu sözüm üzerine inleyerek düştü; bayıldı. Ben oradan ayrılıp gittim. İçimden de şöyle diyordum: “Resûlullâh (s.a.v.) aramızda iken ben nasıl fetvâ veriyorum? Sabah oldu, kuşluk vakti Resûlullâh (s.a.v.)'e gittim. Şöyle anlattım: “Dün bir kadın, benden şu iş için bir fetvâ istedi. Şöyle verdim.” Bunun üzerine, Resûlullâh (s.a.v.) bana şöyle buyurdu: “Onlar ki, Allâh (c.c.)'dan başka bir tanrıya yalvarmazlar. Allâh (c.c.)'un haram ettiği canı boş yere öldürmezler. Zina etmezler. Bunları yapan cezasını bulur. (Furkan s. 8) Ancak, tevbe ve iman eden, yararlı iş yapanlar hariç, Allâh (c.c.) bunların kötülüklerini iyiliğe çevirir. Allâh (c.c.) bağışlayıcıdır; merhametlidir.” (Furkan s. 70) Ebû Hüreyre anlatmaya devam ediyor: “Resûlullâh (s.a.v.)'in yanından çıkınca Medine sokaklarında koşmaya başladım. Hem koşuyor hem de şöyle soruyordum: “Dün akşam, şu hususta, benden fetvâ isteyen kadını bana kim gösterecek?” Ben böyle sorup koşarken çocuklar: “Ebu Hüreyre (r.a.) çıldırmış” diyorlardı. Sonunda o kadını buldum. Resûlullâh (s.a.v.)'in işaretine dayanarak tevbesinin makbul olduğunu bildirdim. Kadın, sevincinden bir çığlık attı ve şöyle dedi: “Benim bir hurma bahçem var. Günâhıma kefaret olmak üzere fakirlere sadaka olarak bağışlıyorum!..” (Ebul Leys Semerkandî, Tenbihul Gafilîn, s.121-122)
Bu video 13/08/2017 tarihinde yayınlanan "Son Şeytani Senaryo" isimli Bamtelinden alınmıştır. Tamamını buradan izleyebilirsiniz :http://www.herkul.org/bamteli/bamteli-son-seytani-senaryo/ *Bir “hırsızlık” ortaya çıkınca, adını “darbe” koyup Müslümanlara eziyet etme işi; o bir başlangıçtı. Fakat maşerî vicdan, genelde böyle bir muamele için onu yeterli sebep görmediğinden dolayı, şeytanın yeni bir senaryosuna ihtiyaç vardı. Gerçekten “darbe” denecek bir darbe senaryosuna ihtiyaç vardı. Onlar “Sağ olsun!” derler Şeytana, biz de “Yerin dibine batsın!” deriz; çünkü onlara öyle bir senaryo verdi, ellerini güçlendirdi. *Bî-idrak olanlar bile onu darbeye benzetemediler. Onun için şeytan yol gösterdi: “Ben başka bir senaryo hazırladım size! Aklınız ermiyor, bak bu senaryoyu kullanın!.. Hakikaten darbe suretinde bir şey yapın! Ama iktidardakilerden kimseye dokunmayın sakın. Halkı sokağa dökün, sonra kendi muhafızlarınızla halkın üzerine ateş edin, sonra halkı öldürün, sonra da onu başkalarına fatura edin! Sonra da deyin ki, ‘İşte siz yaptınız!' O zaman milleti derdest edip içeriye doldurmaya o yığınlar da inanacaklardır.” Fakat baktılar ki, dünya buna da inanmıyor. Dünyanın değişik yerlerinde erbâb-ı basiret, elit, entelektüel, “Yahu böyle bir şey olmaz!.. Bu insanlar, nasıl olur, her şeyden haberdar oldukları halde?!.” diyorlar. Evet, camilerin minareleri/hoparlörleri hazır, diyanet teşkilatı hazır, imamlar hazır, müezzinler hazır… Hâdise olmadan evvel çıkıp camilerin minarelerinde bile haykırıp insanları sokaklara dökecekler ve sun'î bir kargaşaya sebebiyet verecekler. Kitabü'l-Fiten ve'l-Melâhim'de ifade buyrulduğu gibi; ben değil, Söz Sultanı (sallallâhu aleyhi ve sellem) buyuruyor: “Ölen niçin öldüğünü, öldüren de neden öldürdüğünü bilemeyecek!” Kargaşa, anarşi… Diyor ki adam -IŞİD'den, tuhaf kılıklı ve kıyafetli- “Bize silah dağıttılar, ‘Şunu vurun, bunu vurun!' dediler.” Evet, dolayısıyla dünya, bu hadiseleri görüyor, sizin baktığınız perspektiften bakıyor ve “Yahu burada da bir kısım boşluklar var; buna ‘darbe' dediler ama bu galiba ‘darbe' diyenlerin uydurması. Bu da Şeytan'ın bir senaryosu!” diyor. Onun için havanın karardığı, mevsimin bir kış haline geldiği, ortalıkta sadece zâlimlerin hayhuyunun duyulduğu, etrafın mazlumun iniltileriyle inlediği dönemde bile, bir de bakarsınız, ufukta mustatil bir şafak belirir. Öyle ki, en âmî insanlar bile bakınca, derler ki: “Vallahi bunun arkasından güneş doğacak!” Çünkü o mustatil şafak, yalan söylemez. Daha fazlası icin web sitemizi ziyaret etmeyi unutmayın: https://hizmetten.com/ Ayrıcalıklardan yararlanmak için bu kanala katılın: https://www.youtube.com/channel/UCVgCN_DrSYXlLo4kbCYcmuQ/join
Sesli Köşe-Barış Terkoğlu-'‘Vallahi Biz NATO'cuyuz' zirvesi'
İlker Gümüşoluk ve Kemal Ayça iftiharla sunar.
10 NİSAN 2021 DÜNYA TARİHİNDE BUGÜN YAŞANANLAR 837 - Halley kuyruklu yıldızı, Dünya'nın yakınından geçti. 1815 - Endonezya'da Sumbawa adasında Tambora volkanik dağı püskürdü. Dağdan çıkan lavlar, küller ve dumanların doğrudan etkilerinin yanı sıra, açlık ve salgın yaratarak 100 bin kişinin ölümüne sebep oldu. TÜRKİYE TARİHİNDE BUGÜN YAŞANANLAR 1845 - Türk Polis Teşkilatı kuruldu. 1928 - TBMM, Anayasa'nın ikinci maddesini değiştirdi. Söz konusu maddeden, "Türkiye Devleti'nin dini İslam'dır" bölümü çıkarıldı. Milletvekilleri ve Cumhurbaşkanı, yemin ederken "Vallahi" yerine "Namusum üzerine söz veririm" diyecek. 1931 - Ankara'da toplanan Türk Ocakları Olağanüstü Kurultayı, Türk Ocakları'nın feshine ve mallarının CHP'ye devredilmesine karar verdi. BUGÜN DOĞANLAR 1018 - Büyük Selçuklu Devleti'nin Farsi Veziri Nizam-ül Mülk, dünyaya geldi. 1827 - Amerikalı asker, devlet adamı ve yazar Amerikan İç Savaşı'nda Birlik Kuvvetleri generali Lewis Wallace, doğdu. 1908 - Türk mühendis ve Devlet Üstün Hizmet Madalyası sahibi Sezai Türkeş, dünyaya geldi. BUGÜN ÖLENLER 1931 - Lübnan asıllı Amerikalı ressam, şair ve filozof Halil Cibran, hayatını kaybetti. 1950 - Türk asker ve Türk Kurtuluş Savaşı komutanlarından Fevzi Çakmak, vefat etti. 2004 - Türk iş adamı Sakıp Sabancı, hayatını kaybetti.
Bu video 13/08/2017 tarihinde yayınlanan "Son Şeytani Senaryo" isimli Bamtelinden alınmıştır. Tamamını buradan izleyebilirsiniz :http://www.herkul.org/bamteli/bamteli... *Bir “hırsızlık” ortaya çıkınca, adını “darbe” koyup Müslümanlara eziyet etme işi; o bir başlangıçtı. Fakat maşerî vicdan, genelde böyle bir muamele için onu yeterli sebep görmediğinden dolayı, şeytanın yeni bir senaryosuna ihtiyaç vardı. Gerçekten “darbe” denecek bir darbe senaryosuna ihtiyaç vardı. Onlar “Sağ olsun!” derler Şeytana, biz de “Yerin dibine batsın!” deriz; çünkü onlara öyle bir senaryo verdi, ellerini güçlendirdi. *Bî-idrak olanlar bile onu darbeye benzetemediler. Onun için şeytan yol gösterdi: “Ben başka bir senaryo hazırladım size! Aklınız ermiyor, bak bu senaryoyu kullanın!.. Hakikaten darbe suretinde bir şey yapın! Ama iktidardakilerden kimseye dokunmayın sakın. Halkı sokağa dökün, sonra kendi muhafızlarınızla halkın üzerine ateş edin, sonra halkı öldürün, sonra da onu başkalarına fatura edin! Sonra da deyin ki, ‘İşte siz yaptınız!' O zaman milleti derdest edip içeriye doldurmaya o yığınlar da inanacaklardır.” Fakat baktılar ki, dünya buna da inanmıyor. Dünyanın değişik yerlerinde erbâb-ı basiret, elit, entelektüel, “Yahu böyle bir şey olmaz!.. Bu insanlar, nasıl olur, her şeyden haberdar oldukları halde?!.” diyorlar. Evet, camilerin minareleri/hoparlörleri hazır, diyanet teşkilatı hazır, imamlar hazır, müezzinler hazır… Hâdise olmadan evvel çıkıp camilerin minarelerinde bile haykırıp insanları sokaklara dökecekler ve sun'î bir kargaşaya sebebiyet verecekler. Kitabü'l-Fiten ve'l-Melâhim'de ifade buyrulduğu gibi; ben değil, Söz Sultanı (sallallâhu aleyhi ve sellem) buyuruyor: “Ölen niçin öldüğünü, öldüren de neden öldürdüğünü bilemeyecek!” Kargaşa, anarşi… Diyor ki adam -IŞİD'den, tuhaf kılıklı ve kıyafetli- “Bize silah dağıttılar, ‘Şunu vurun, bunu vurun!' dediler.” Evet, dolayısıyla dünya, bu hadiseleri görüyor, sizin baktığınız perspektiften bakıyor ve “Yahu burada da bir kısım boşluklar var; buna ‘darbe' dediler ama bu galiba ‘darbe' diyenlerin uydurması. Bu da Şeytan'ın bir senaryosu!” diyor. Onun için havanın karardığı, mevsimin bir kış haline geldiği, ortalıkta sadece zâlimlerin hayhuyunun duyulduğu, etrafın mazlumun iniltileriyle inlediği dönemde bile, bir de bakarsınız, ufukta mustatil bir şafak belirir. Öyle ki, en âmî insanlar bile bakınca, derler ki: “Vallahi bunun arkasından güneş doğacak!” Çünkü o mustatil şafak, yalan söylemez. Daha fazlası icin web sitemizi ziyaret etmeyi unutmayın: https://hizmetten.com/ Ayrıcalıklardan yararlanmak için bu kanala katılın: https://www.youtube.com/channel/UCVgC...
#mizan #hocaefendi #fethullahgulen Bu video 18/02/2018 tarihinde yayınlanan "GURBET, HİCRET, ŞEHADET VE HİZMET" isimli bamtelinden alınmıştır. Yayının tamamını buradan izleyebilirsiniz:http://herkul.org/bamteli/bamteli-gur... Büyük bir Hak dostu, “Dertten büyük dermân mı var / Bir sebeb-i gufrân mı var / Dert gibi bir kıymet mi var / Dertlileri, sever Rahman!..” diyor. İçinizde ne kadar, küme küme dertler var ise, deşeledikçe alttan yeni yeni ne kadar dert çıkıyor ise, sizi sıkacak, streslere/anguazlara sevk edecek ne kadar problem var ise, bunların hepsi, sizde dökülmesi gerekli olan bazı şeylerin dökülmesine vesile olur. Bunlar, insanı, arındıran kurnaların altında arınıyor, semadan inen yağmur, kar, dolu altında arınıyor gibi yapar. Bu son sözler ile Efendimiz'in mübarek duasına işarette bulunmak istedim: اَللَّهُمَّ نَقِّنِي مِنَ الْخَطَايَا كَمَا يُنَقَّى الثَّوْبُ الْأَبْيَضُ مِنَ الدَّنَسِ، وَاغْسِلْنِي مِنْ خَطَايَايَ بِالْمَاءِ وَالثَّلْجِ وَالْبَرَدِ “Allah'ım, beyaz elbisenin kirden arınması gibi beni de hatalarımdan temizle; beni karla, suyla ve dolu ile (yıkanmış elbise gibi) hatalarımdan arındır.” buyuruyor. İşte, musibetler öyle bir arınmaya vesile oluyorsa, bunu da severek karşılamak lazım. Hepimiz, insanız; hepimizin şöyle-böyle kusurları olmuştur. Bazen bir zihin kirliliğine sebebiyet vermişizdir. Bazen gözlerimizden içeriye akan kirler olmuştur. Anlıyorsunuz ne demek olduğunu!.. Bazen kulaklarımızdan içeriye akan kirler olmuştur. Bazen kalbimizi kendi ritmine uyduran kirler olmuştur. Bazen bütün letâif-i insaniyemizi tesir altına alan kirler olmuştur, istemesek bile… Gerçek mü'mince yaşamada, rüyalarını bile bunlardan sıyânet etme esası vardır; hayallerini bile bunlardan koruma esası vardır. Bütün bunlar ile öbür âleme gidilirse, “Niye kendini saldın? Neden bu düşüncelere yol verdin? Neden kalbin/Latife-i Rabbâniyen için, şeytana açık olan kapıları ardına kadar açtın?!.” diye sorulabilir. Fakat bu türlü kurnalardan geçince öbür tarafa -Türkçemizde ifade edilen şekliyle diyelim- “pîr u pâk” olarak gider insan. Zannediyorum, kabirde Münker-Nekir hazretleri gelince, bu adamın çehresine bakacaklar; Abdullah İbn Selâm'ın Rasûl-i Ekrem'in mübarek çehresine bakışı ile bakacaklar, önyargısız bakacaklar. Diyecekler ki: “Vallahi, buna soracak bir şey yok! Adam, tepeden tırnağa nurefşân bir mahiyet arz ediyor!” Hani Hazreti Pîr şöyle ifade ediyor: Bu, bir menkıbe. Menkıbelerin aslına değil -diyorum hep- faslına bakılır, ifade ettiği mana önemlidir. Mollayı koyuyorlar kabre. Ders tedris esnasında, Hadis, Tefsir okuyor, Siyer vadilerinde dolaşıyor, duygu ve düşünce açısından İnsanlığın İftihar Tablosu'nu (sallallâhu aleyhi ve sellem) adım adım takip ediyor. Bû-Bekr u Ömer u Osman u Ali (radıyallâhu anhüm) nasıl yaşamışsa, kemâl-i hassasiyet ile onlara takılmış; “Acaba ne etsem ki ben onlara ulaşsam ve bir kaldırım taşı gibi başımı onların ayakları altına koysam!” diyor. İşte böyle bir iklim içinden ayrılıyor; kabre koyuyorlar. Münker-Nekir gelip soru soruyor: مَنْ رَبُّكَ “Senin Rabbin kimdir?” Tebessüm ediyor ilim talebesi; “مَنْ mübtedadır, رَبُّكَ onun haberidir.” diyor; Nahiv ilmince cevab veriyor, kendini medresede zannediyor. -Aksi de olabilir; mukaddem haber, muahhar mübteda; öyle de olabilir, ikisi de caiz Nahiv açısından.- “Men, mübteda; Rabbuke, onun haberidir; siz bana doğru soru sorun, bunlar basit şeyler!” diyor. “Vallahi buna diyecek bir şey yok!” deyip gidiyor Münker-Nekir. Zannediyorum, böyle defaatla arınma kurnalarından geçmiş insanlar, öbür tarafa bu şekilde geçiyorlar. Ayrıcalıklardan yararlanmak için bu kanala katılın: https://www.youtube.com/channel/UCVgC...
İngiltere'deki Pakistan asıllı iki Hizmet gönüllüsünden çok konuşulacak ve yüreklere dokunan açıklamalar... İngiltere'deki Pakistan asıllı iki Hizmet gönüllüsünden çok konuşulacak ve yüreklere dokunan açıklamalar; ‘'Yalnız değilsiniz! Ümidinizi kaybetmeyin, bizler yanınızdayız. Ayağı kalkın ve küllerinizden doğun'' ‘'Hizmet doğru şekilde İslam'ı temsil etti. Şov yapmadı, belki de en büyük hatası buydu!'' Yüksek Makine Mühendisi Mani Hussain ve Avukat Hasan Buhari Hizmet Konuşmaları'nda…
Teknoloji, dijitalleşme ve yoksulluk çağına hoş geldiniz...Neredeyse hemen her gün, hemen her sektörde, yeni bir ürün, yeni bir teknoloji haberiyle uyanıyoruz...Vallahi baş döndürücü...Bazen heyecanlandırıcı, bazen kaygılandırıcı, bazen de kortucu oluyor bu haberler...Özünde hepsi, insanın yaşamını, işlerini, sağlığını, üretimini, konforunu nasıl artırdığını, kolaylaştırdığını anlatıyor...Ve yine neredeyse aynı haberlerin eşliğinde, bu teknolojik yenilikle nasıl daha az insanla ve hatta nasıl insansız yapılacağı büyük övgüler, güzellemeler, şovlar eşliğinde sunuluyor...Hepimiz, tüm bunları, "vayyy be, ne muhteşem bir ürün ya da hizmet" diyerek hayranlıkla okuyor, dinliyor, ya da izliyoruz...Robotların, yapay zekanın, makinelerin harika işler yapmaya başladığına tanıklık ediyor, mutlu gelecek rüyaları görmeye başlıyoruz.Ama bir saniye... Bu işte bir gariplik yok mu?Robotlar, makineler işyerlerinin içerisine girdikçe, işyerlerinin kapısının önündeki insan sayısı artıyor.Teknoloji, dijitalleşme robotlarla, makinelerle üretimi kolaylaştırsa da ve zenginlik artsa da yüz milyonlarca insan her geçen gün neden daha fazla yoksullaşıyor?Hani teknoloji geliştikçe insanın yaşamı kolaylaşacak, refahı artacaktı?Peki neden, teknoloji geliştikçe yoksulluk artıyor?
Rebiü'l-evvel ayında Nebî (s.a.v.)'i öven şiirler (Mevlîd) okutmak âlimler tarafından güzel görülmüştür. Bu şiirlerden birini arz edelim: İmâm-ı ‘zam Efendimiz 53 beyitten oluşan ve Resûlullâh (s.a.v.) Efendimiz'i meth eden ed-Dürrü'l-Meknûn isimli kasidesini, Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimiz'in ravzasına yüz sürdüğünü de yazmıştır. 1. Yâ Resulallâh (s.a.v.)! Sırf seni ziyâret maksadıyla geldim. Amacım sadece senin rızân ve himâyendir. 2. Ey insanların en Hayırlısı! Sana öyle iştiyakım, arzum var ki, kalbimde senden başka hiçbir şeyin sevgisi yoktur. 3. Vallahi makamın hakkı için senin müştakınam, Hakk'ta biliyor ki ben sana âşığım ve meylimde sanadır. 4. Sen öyle ulu bir zatsın ki, Sen olmasaydın Kâinatta dahil hiçbir şey yaratılmazdı. 5. Sen öyle bir zatsın ki, ay senin nûrundan kisveye büründü, güneşte senin güzel nûrunla parlak göründü. 6. Sen ki, miracında semaya yükselince, seninle semalar süslendi, yüceldi. 7. Kasdi geldim sana Ey Seyyid-i Sâdât amma, İsterim senden himayet, dilerim senden rızâ. 8. İştiyakım sana Ey Hayru'l-verâ bir rütbe ki, Mâsivâya meyl-i kalbim yok durur vallahi lâ. 9. İzzü câhın hakkîçün vallahi senin müştakinam, Hakk bilir ki âşık-ı bî çarenim, meylim sana. 10. Sensin ol ki, olmasaydın halk olmazdı bir ahad Belki halk olmazdı âlem belki hep cümle verâ. 11. Sensin ol ki, kıldı nurundan kamer nur iktisab Şems-i hâvr nûri işrakınla oldu pür ziya. 12. Sensin ol ki, sırrı miracında bu hefti asuman, İftihariyle müzeyyen oldu hem çün mah ligâ. (www.mevlanatakvimi.com)
Ebû Ümâme (r.a.)'den Resûlullâh (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Bir kimse güzel bir şekilde abdest alır, ellerini ve yüzünü yıkar, başını ve kulaklarını mesh eder ve ayaklarını yıkar, sonra farz olan bir namâzı kılarsa, Allâh (c.c.) o gün ayaklarıyla yürüyerek, elleriyle, tutarak, kulaklarıyla işiterek, gözleriyle bakarak ve kalbinden geçirerek yapmış olduğu günâhların hepsini bağışlar.” Ümâme (r.a.): “Vallahi ben bu sözü Resûlullâh (s.a.v.)'den defalarca işittim” dedi. (Ahmed b. Hanbel) Bizler devamlı günâh işliyoruz, Allâh (c.c.)'a isyân ediyoruz, emirlerinden yüz çeviriyoruz, emirleri yerine getirmekte eksiklik yapıyoruz. Bunların karşılığında adaletli ve kudret sahibi olan Allâh (c.c.) katında cezalandırılıp, yaptıklarımızın karşılığını görmemiz gerekirdi. Keremine canımız feda olsun. Mevlâmız kendine yapılan isyânın ve emirlerini çiğnemenin telafisi için bize bir yol göstermiştir. Eğer biz bundan faydalanmıyorsak, bu bizim anlayışsızlığımızdandır. Allâhü Te'âla'nın râhmeti ve lütfu kullara ulaşmak için bahaneler aramaktadır. Bir hadiste “Bir kimse yatarken Teheccüd namâzına kalkmaya niyet eder de uyanamazsa, o namâzı kılmış gibi sevâp alır. Uykusu da kendisine bedavadan kâr kalır” buyurulmuştur. Allâh (c.c.)'ın bağış ve lütfunun sınırı var mı ki? O kerim olan zât, bol bol verirken almamak ne kadar acı bir nasipsizlik ve ne korkunç bir zarardır. Hz. İbn-i Abbas (r.a.), Peygamberimiz (s.a.v.)'in hanımlarından birinin vefat haberini duyunca secdeye kapandı. Biri ona niçin secde yaptığını sorunca buyurdu ki: “Resûlullâh (s.a.v.): “Başınıza bir felaket gelince secde yapınız” yani namazla meşgul olunuz, buyurmuştur. Mü'minlerin annesinin vefatından daha büyük hangi felaket olabilir ki?” (Muhammed Zekeriyya Kandehlevi, Âmellerin Fazîleti, 266-271.s.)
Abdullah ibn Mes'ûd (r.a.) şöyle derdi: “Kıyâmet gününde halk onların kaplar içinde sıkıştıkları gibi sıkışırlar. O günde saîd olan kimse, ayağını orada koyabilecek boş bir yer bulabilen kimsedir. Sonra mahşer ahalisi mizan başına davet edilince korkularından akılları başlarından gidecek gibi olur. Her kimin tartıları ağır gelirse bir münadi; “Haberiniz olsun filân oğlu filânın tartıları (sevâbı) ağır geldi ve o öyle bir saadete erdi ki bundan sonra hiçbir zaman şaki ve bedbaht olmayacaktır.” diye nida eder. Her kimin de tartılardaki sevâbı hafif olursa yine bir münadi; “Ey mahşer ahalisi iyi dinleyin, filan oğlu filan öyle bir şakî, öyle bir bedbaht oldu ki, bundan sonra ebedî olarak bir daha mesûd olmayacaktır, yani sevâbı ağır gelen kimsenin saadeti gibi mesûd olmayacaktır.” diye nida eder. Kâfirlere gelince, (kıyâmet gününde) onların amelleri hiçbir suretle mizana, tartıya tutulmazlar (Çünkü küfürlerinden dolayı bütün âhiret amelleri yok olmuştur). Allâh Resûlü (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Kıyâmet gününde insanların teri muhakkak toprağın içinde yetmiş kulaç derinliğe inecektir. Ve insanların ağızlarına kadar (başka rivayetteki hadiste olduğu gibi) ağızlarına gem olmak için yükselecektir.” (Müslim) Ebü'l-Ferec bin Cevzî (r.a) şöyle zikretmiştir: “Cebrail (a.s.), Resûlullâh (s.a.v.)'i kıyâmet gününden o derece korkuttu ki nihâyet Allâh'ın Resûlü (s.a.v.)'i ağlattı ve: “Yâ Cebrail, Allâhü Te'âlâ benim geçmiş ve gelecek bütün günahlarımı mağfiret buyurmadı mı?” diye sordu. Bunun üzerine Cebrail (a.s.): “Vallahi sen o günde sana mağfireti unutturacak korkulara muhakkak şahit olacaksın” dedi. O günde bize lütf ile muamele buyurmasını Yüce Allâh'ın fazlından isteriz. Amin… (İmam Şarani, Ölüm, Kıyamet, Ahiret ve Ahirzaman Âlametleri, 158-160.s.)
Cenâb-ı Hâkk şöyle buyurmuştur: **“Ey Peygamber, şüphesiz seni biz, bir şahit, müjdeleyici ve korkutucu olarak gönderdik.” (Ahzab s. 45)** Görüldüğü gibi Cenâb-ı Hâkk bu âyette onu, herkesin üstünde tutacak birçok vasıflar vermiştir. Birçok rütbeler de ihsân etmiştir. Önce onu ümmetine karşı, risaleti tebliğ ettiğine dair şahit tutmuştur ki bu pek büyük bir şereftir ve aynı zamanda bu sadece onun özelliklerindendir. İnanan ve Allâh (c.c.)'un emirlerine boyun eğenler için onu bir müjdeleyici kılarken, masiyet ehline karşı da bir uyarıcı ve Cehennem ateşinden korkutucu yapmıştır. Âyetin devamında onu tevhide çağıran, ibâdete çağıran bir davetçi, kendisiyle Hakka hidayet olunan, her tarafa nûr saçan bir kandil kılmıştır. Ata bin Yesar (r.a.) dedi ki: Abdullah b. Amr b. el-As (r.a.)'ı gördüm ve kendisinden bana Resûlullâh (s.a.v.)'in evsafından anlatmasını rica ettim. Şöyle dedi: “Vallahi o, Tevrat'ta, Kur'an'daki bazı vasıfları ile tasvif edilmiştir. Biliyorsunuz ki Kur'an'da O: **“Ey Peygamber, şüphesiz seni biz, bir şahit, müjdeleyici ve korkutucu olarak gönderdik.” (Ahzab s. 45)** diye vasfedilmişti. Tevrat'ta da şöyle vasfedilmiştir: “Biz Sen'i, ümmilerin bir koruyucusu olarak gönderdik. Sen benim kulum ve peygamberimsin! Sana Mütevekkil adını verdim. Sinirli ve kaba değilsin. Sokaklarda gürültü ve kavga çıkarmazsın! Kötülüğe kötülükle karşılık vermez, afveder ve bağışlarsın.” Eğri büğrü olan bir kavmi doğrultmadan Allâh (c.c.) O (s.a.v.)'in ruhunu kabz etmemiştir. Ümmet O (s.a.v.)'in vesilesiyle La ilâhe illallâh demek suretiyle belini doğrultmuştur. Allâh (c.c.) onların, kör gözlerini, sağır kulaklarını kapalı kalplerini O (s.a.v.)'in sayesinde açmıştır. **(Kadı İyaz, _Şifa-i Şerif_, s.32-33)**
geri çekilemeyenler, bulaşık makinesi-insan ilişkisi & acun impacti
Bir gün Hz. Ömer (r.a.), Hz. Ebû Bekir (r.a.)'in yanına girdiğinde Ebû Bekir (r.a.) dilini kınıyordu. Hz. Ömer (r.a.) ona: “Sakin ol! Allâh (c.c.) seni bağışlasın!” diye çıkışınca, Ebû Bekir (r.a.): “Beni istemediğim birçok olayla karşı karşıya bırakan budur (dilimdir)!” karşılığını verdi. Hz. Ebû Bekir (r.a.), bir hutbesinde şöyle demiştir: “Ey Müslümanlar! Allâh (c.c.)'dan hayâ edin! Canım elinde olana yemin olsun ki helâya gittiğim zaman Rabbime karşı hayâmdan dolayı ıssız yerlerde bile başım dâhil giysilerime sarınarak duruyorum.” Humeyd b. Abdurrahman b. Avf, babasından bildiriyor: Vefâtına sebep olan hastalığı sırasında Ebû Bekir (r.a.)'in yanına girdim. Kendisine selâm verdikten sonra bana: “Dünyanın bizlere doğru yöneldiğini gördüm ama bize henüz ulaşamadı. Fakat size gelecektir, ipekten perdeler, ipek işlemeli giysiler edinecek, yünden yataklar ve örtüler içinde yatacaksınız; ama yine de çakır dikenleri üzerindeymiş gibi olacaksınız. Vallahi birinizin haksız yere boynunun vurulması sizin için dünya nimetleri için yüzmenizden daha hayırlıdır.” dedi. Yine Hz. Ebû Bekir es-Sıddîk (r.a.) bir hutbesinde şöyle demiştir: “Gençlikleriyle övünen güzel yüzlü gençler nerede? Şehirler inşa eden ve bunları surlarla çeviren krallar nerede? Savaş meydanlarında zafer kazananlar nerede? Zaman onları yok etti. Şimdi onlar, mezarların karanlığındadır. Acele ediniz! Kurtulmaya bakınız!” Hz. Ebû Bekir (r.a.) vefât edeceği zaman, Hz. Ömer (r.a.)'i çağırıp şöyle demiştir: “Ey Ömer! Allâh (c.c.)'dan kork. Şunu bil ki, Allâh (c.c.)'un gündüz yapılmasını emrettiği ve gece yapıldığında kabul etmediği ameller olduğu gibi, gece yapılmasını emredip, gündüz yapıldığında kabul etmediği ameller vardır. Allâh (c.c.), farzlar yerine getirilmedikçe nafileleri kabul etmez.” **(Ebu Nuaym el-Isbehânî, _Hilyeu'l Evliya_, c.1, s.54-60)**
1960 ihtilalinden sonra kurulan Adalet Partisinedestek verir, Süleyman Demirel'i evindemisafir eder. 1977 seçimlerinde İzmir'den milletvekiliadayı olan Turgut Özal'ı da desteklemiştir.Bunları yaparken Hacı Kemal ağabeyinsiyasetten hiçbir şahsî beklentisi olmamıştır.Hacı Kemal ağabeyi 1960'ta İzmir'de tanıdım.O zamanlar Ramazan aylarında İzmir'evaaza gelen Tahir Büyükkörükçü Hocamızınvaazlarını takip ederdi. Elindeki teybi ile onungölgesi gibiydi. 1963'ten itibaren de Yaşar TunagürHocamızın vaazlarını teybi ile takip etti.Ayrıca Hacı Kemal ağabeyimizi Mustafa Birlikağabeyimizin evindeki Risale-i Nur sohbetlerindede görüyordum.Hacı Kemal ağabeyimiz, M. Fethullah GülenHocaefendi'nin vaazını ilk olarak nasıl duyduğunuşöyle anlatmıştı: “Ben Cuma namazı içinBaşdurak Camiine gittim. Takunyaları ayağımageçirdim, abdest alıyorum. Baktım, hoparlördenbir ses geliyor ama nasıl bir ses! Bir hocavaaz ediyor. O zaman Kestanepazarı'ndakivaaz, merkezî sistemle çevre camilerde dinleniyordu.‘Allah Allah!' dedim. Bu nasıl vaaz böyle?Nurları anlatıyor. Böyle vaaz mı olur, nasıl şeybu? Sanki bu dünyadan değil de başka bir âlemdengeliyordu bu ses. O gün takunyalarla gittimKestanepazarı Camiine. Hocaefendi'yle asıl tanışmamızböyle oldu. Ertesi gün beraber Karşıyaka'yasünnet düğününe gittik. Bütün hocalarorada. Hepsi konuştu, o konuşmadı. Herhalderekabet olur diye, konuşmak istemedi. Dönüştebindik gemiye; güvertede oturmadı, ambaraindi hemen. Cebinden bir kitap çıkardı, başladıokumaya. Ben sürekli tetkik ediyorum. Dedim:Bu ne Tahîr Hoca'ya benziyor ne de Yaşar Hoca'ya.Allah selamet versin ikisini de çok severimama bu hiçbirine benzemiyor, bambaşka…Kendi kendime ‘Hacı Kemal, işte yıllardır aradığınmürşidi buldun. Bundan sonra bu hocanınpeşinden ayrılma.”Gerçekten de Hacı Kemal ağabey, M. FethullahGülen Hocaefendi'ye gönülden en derin birmuhabbetle bağlıydı, tavsiyelerini emir telakkieder, hatta ima ve işaretlerini bile değerlendiriponlardan kendine pay çıkarırdı.Hocaefendi bizim bir hatamız, bir yanlışımızolduğu zaman çoğu zaman doğrudan yüzümüzevurmaz, Peygamber Efendimizin (sallallâhu aleyhive sellem) usulü ile “Ne oluyor ki bazıları şöyleyapıyor?” diyerek umuma hitap edip herkesiniçinde o yanlışı yapan ders alsın diye bir üslupkullandığı gibi, bizlere “Bazı arkadaşlarımız…”diye meseleyi anlatırdı. Çoğu zaman biz esasenHocaefendi'nin bizlerden hangimizi kastettiğinibilirdik, ama Hacı Kemal ağabey bunlarınhepsini kendi üzerine alır, “Vallahi, Hocaefendibunları bana söylüyor, ben şöyle yapmalıyım,ben böyle yapmalıyım” der ve her sözden hissekapıp ibret ve ders alarak güzel işler yapardı.Gerçekten, mürşidleri “Bana hitap ediyor” diyedinlemek, çok iyi istifade etmeye vesile olur.Hocaefendi'den 12 yaş büyük olan Hacı Kemalağabeyin bu hâli hepimize bir örnekti.Hocaefendi Ege Üniversitesinin bulunduğuİzmir Bornova'da, Cuma vaazlarına başladığıdönemde, aynı gün akşam namazından sonrasoru-cevaba başlar, yatsıyı biraz geciktirir, bilhassao günlerde üniversitede öğrencilere yönelikdinsizlik propagandalarına dair ileri sürülensorulara uzun uzun cevaplar verirdi. Bunlarınbir kısmı Sızıntı dergisinde neşredildi ve kitaplaştırıldı.O cevapları teypten birkaç defa dinlediktensonra öğrenciler de profesörlere ve arkadaşlarabunları anlatırlardı. Böylece çok güzelhizmetler olurdu. Onun için Hacı Kemal ağabey,İstanbul'dan tanıdığı, hatırının geçtiği ileri gelenkimseleri perşembeden uçakla İzmir'e getirir,Cuma vaazını ve akşamki soru-cevaplarıdinletir, cumartesi ve pazar günleri de onlarıüniversite civarında öğrencilerin kaldıkları evleregötürüp Hizmet'i tanıtmaya çalışırdı.